Hayatta insanı hayal kurmak kadar canlı tutan bir şey
yoktur çünkü hayal kurduğumuz kadar hayattayızdır. İmkânsız bile olsalar onlar
sayesinde bir amacımız olur. George Bernard Shaw’un çok sevdiğim bir sözü
vardır: “Hiç düş kırıklığına uğramayanlar hiç umut beslememiş olanlardır.” Bu
nedenle sonunda bir düş kırıklığı yaşanacaksa bile hayal kurmaktan hiç
vazgeçmemek gerekir. Aynen İtalyan misafirlere karşı Ömer’in nişanlı rolünü
oynayan Defne gibi...
Herhalde geçmişe dönüp baktığımızda 4.bölüm birçoğumuzun
en keyif aldıklarından biridir. Beraber yemek hazırlamalar, Ömer’in
sırıtmaları, anlatılan tanışma hikâyeleri ve Ömer’in âşık olmasıyla sürekli
yüzünün gülmesi ve Defne’yi araması... İçine girdiği hayatta oldukça acemi olan
Defne rolünü o akşam en iyi şekilde canlandırmış ve kaybolan ayakkabının
gündeme gelmesini engelleyerek geceyi başarıyla tamamlamıştı. Üstelik aklı
başında değildi. Hiç beklemediği bir anda parmağına yüzük takılmıştı: Sonsuz
aşkımızın ilk yıldızı...
Her genç kız için hayatındaki en önemli anlardan biridir
evlenme teklifi alıp, o yüzüğün parmağına takıldığı an... İstemsiz olarak
kurarsın onun hayalini. Defne de karşısındaki adamı kendisine âşık edip evlenmeyi
amaçladığı halde, bir anda oyun içinde oyuna girerek parmağında o muhteşem anne
yadigârı yüzüğü bulmuştu. O anki yüz ifadesini hiç unutmam. Ömer’in eğilmesiyle
ağzından çıkan sözler ve yüzüğün güzelliğiyle adeta büyülenmişti. Benim için Ömer
ile Defne’nin hikâyesi aslında o sahneyle başlamıştı: Her ne kadar oyun olsa
bile oldukça gerçekçi sahnelenen o yüzük takma seremonisi bir anda ikisinin de
kalbinde ampul yanmasına neden olmuştu. Emin olamadıkları duygular harekete
geçmişti ve Defne bir oyunun içerisinde kendi hayalini kurmaya başlamıştı:
“Yüzük de bayağı güzelmiş. Bunu gerçekten takacak olan
kız kim acaba?”
Ve ardından onu hayranlıkla izleyen Ömer’in sesleri:
“Nasılsın karıcım?”
Yüzümde ufak bir tebessümle izlemiştim o sahneyi.
Ayakkabının bulunmasıyla istemsizce birbirlerine sarılmaları, Ömer’in o
etkileyici mutluluğu ve Defne’nin bir anda gerçekleri hatırlayarak kendini geri
çekmesi...
Defne; içine girdiği oyunda Ömer’i kendine âşık
edemeyeceğine o kadar emindi ki, elinden geleni yapacak ve sonrasında Neriman
pes edecek diye inanıyordu. Bu oyunun başarıyla sonuçlanması imkânsızdı. Ancak
Ömer ile birlikte geçirdiği o kısacık zamanda kimsenin göremediği birini
görmüştü onda. Çirkinin içerisindeki güzeli. Yavaş yavaş etkilenmişti
kendisinden. Kendini kaptırdıkça da ilk kez tanıştığı aşk duygusu ve oyunun
yükü o anda ilk kez başlamıştı Defne’nin kalbini yormaya. Ömer’den çıktığında
Şükrü abiyle yaptığı konuşmayı hiçbir zaman unutmam!
DEFNE: İnsanın ruhu yorulur mu? Benimki çok yoruldu
biliyor musun? Son zamanlarda yaşadığım şeyler çok ağır geldi.
ŞÜKRÜ ABİ: Yorulur tabi. İncinir, kırılır, bükülür hele
bir de gençsen, tecrübesizsen ufacık bir rüzgârdan bile etkilenirsin.
DEFNE: Biri sanki kalbimi böyle çamaşır gibi sıkıp
atıyor, yani ruhumu…
ŞÜKRÜ ABİ: Merak etme geçiyor. Ya o yorgun ruhla yaşamayı
öğreniyorsun ya da onu dinlendirecek başka bir ruh buluyorsun.
Ve Defne en sonunda ilk kez bu bölüm Tuzla’daki o yemek
masasından el ele kalktıklarında yorulan ruhunun dinlenerek başka bir ruhu
bulduğuna emin olmuştu. Kolay olmamıştı biliyoruz, bu yolculuğun her
saniyesinde ona ortak olmuştuk.
Her ne kadar Ömer İplikçi’ye olan hayranlığım ve sevgim
aşırı dozda olsa da, bilen bilir ben her zaman kendimi Defne’ye daha yakın
bulurum. Onun savunma avukatlığı görevine ise ta 14. bölümde dağ evini terk
ettiğinde atanmıştım.
J.M.Power, “Rüyaları gerçekleştirmenin ilk yolu, uykudan
uyanmaktır!” der ve Defne de ilk kez 14. bölümde Neriman’ın telefondaki
konuşmalarıyla anlamıştı rüyalarının gerçekleşmesi için önünde çok çetrefilli
bir yol olduğunu. Ancak bu yolu tamamlamak için sevdiğinden uzaklaşması
gerekiyordu. O zoru seçmişti. Kolay olan “Ömer de beni seviyor. Oyun belki
hiçbir zaman çıkmaz. Neriman Hanım da aşkımızı görür ve vazgeçer. Bu nedenle
oyun falan şimdi düşünmeyeyim, anın tadını çıkarayım. Gittiği yere kadar...”
demekti. Ama o bunu yapmadı. İso’nun da “Sevmeden olmuyor. Sevmek yönünü
belirliyormuş insanın. Kalbin güçlü olunca daha kararlı oluyormuşsun. Ne yola
sapacağını biliyormuşsun.” sözleriyle dile getirdiği gibi aşkı onu zoru yani
doğru olanı seçmesini sağlamıştı. İşte o gün Defne bir notla Ömer’i terk
ettiğinde hayatın kendine uygun gördüğü yolda tek başına yürümeye devam etme
kararı almıştı.
Daha önce de söylediğim gibi hepimiz kendi kaderimizi yaşıyoruz
ve Herakleitos’un da dediği gibi: “İnsanların karakterleri onların kaderleridir
ve insanlar layık oldukları hayatları yaşarlar.” Bu nedenle acı çekse bile
Defne’nin o zamanki kararını doğru bulmuş ve onu savunmaya başlamıştım. Çünkü o
zor olanı seçerek kendine yakışanı yapmış ve bu hareketiyle mutlu sonu
garantilemişti. Onlarca hatta binlerce kere düşmüş, kendini rezil etmiş, yolunu
kaybetmiş ama kurduğu hayalin gerçekleşmesi için hiçbir zaman pes etmemişti. Her
hafta o acı çektikçe ben de kendi kendime “Ne çekti bu kız?” diye sayıklayıp
durdum. Ancak çektiği her acının da Ömer’in oyun ortaya çıktığında onu
affetmesi için arkasında bırakılan bir delil olduğunu bildiğimden isyan etmedim.
Hansel ve Gratel misali, Defne arkasında Ömer’in zamanı gelince toplayacağı
birçok ekmek parçası bırakıyordu. Ben de birçok kişinin eleştirilerine maruz
kalsa bile onu hatalarıyla sevmiş ve kabullenmiştim. Acemiliği, kötülere rağmen
iyi kalabilme savaşı ve masumiyeti beni kalbimden fethetmişti. İşte bu nedenle
bu bölüm yemek masasında Ömer’in “Nişanlandığım doğrudur, hem de dünyanın en
şahane kadınıyla. E işte aşk, vuruldum! Şanslı olan benim. Defne Topal,
hayatımın aşkı…” ve “İşte bu kadar Defne, biz buyuz, birlikte şahaneyiz, kimse
giremez aramıza.” sözleriyle kalbimdeki öküz kalkmış ve gözlerimde yaşlarla
ekrana bakarken bulmuştum kendimi.
O anda anladım haftalardır ne kadar kasmışım kendimi.
Defne’nin acısını ne kadar çok kendi acım gibi benimsemişim. Meğer ne çok
istemişim onun Ömer’den bu sözleri duymasını. Bir çift “Seni seviyorum.”un bile
yaratmadığı bir etkiyi yaratmıştı üzerimde. Ve kendi kendime aynen Nihan gibi
“Mutlu olmak onun hakkı, ne badireler atlattı.” dedim.
Yazı devam ediyor..