1950’lerin Hollywood’undayız. Büyük stüdyoların hâkimiyetindeki Hollywood en pırıltılı dönemlerini yaşıyor. Kahramanımız Eddie Mannix bu büyük stüdyolardan birini yöneten, tüm karmaşayı düzenleyen ve kendisi hariç herkesin problemlerini çözen çalışkan ve kararlı bir adam. Bir yandan patronun gönlünü hoş ederken bir yandan oyuncuların kontratlarına uygun davranmalarını sağlamaya çalışıyor. Hem magazin gazetecilerini skandallardan uzak tutmak hem de onlara stüdyonun işine yarayacak hikâyeler satmak zorunda. Çünkü gösteri dünyasında çarklar böyle dönüyor; o muhteşem pırıltıların ardındaki foyası dökülen şeylerin ustalıkla gizlenmesi lazım. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de senenin en önemli filmi olan Yüce Sezar’ın başrol oyuncusu kaçırılıyor. Eddie oyuncusunun peşine düşerken bizler de onunla birlikte stüdyonun içindeki gerçek dünyayı, filmleri izlerken varlığını hiç fark etmediğimiz set dünyasını, yönetmenleri, emekçileri ve tıpkı bir makinenin dişlileri gibi işleyen Hollywood düzenini izliyoruz.

Tatum tüm yeteneklerini konuşturmuş
Yüce Sezar her şeyden önce sinemaya, sinemayı bir sanat haline getirip hayatlarımızın, kalplerimizin orta yerine yerleştiren herkese ve her şeye bir saygı duruşu gibi. Çocukluğumuzun güzel anıları haline gelmiş western filmlerinden Esther Williams’ın bir su perisine dönüştüğü müzikallere, görkemli tarihi filmlerden Fred Astaire’li Gene Kelly’li danslara kadar her şey var içinde. Ana hikâyeyi izlerken şahit olduğumuz bu dünya sinema tarihinde resmi bir geçit gibi adeta. Usta görüntü yönetmeni Roger Deakins’in oya oya işlediği bu sahneler o kadar güzel ki film içinde film izlerken rüyaya dalıyoruz izleyiciler olarak. Scarlett Johanssonlu havuz sahnesi, Channing Tatum’un dans edip şarkı söylediği sahne, Ralph Fiennes’in yönetmen olarak göründüğü sahneler hepsi birer görsel şölen gibi. Sinema sadece metinden ve oyuncudan ibaret değil. Bir filmin kurgulanışı, setlerin tasarımı, görsel yönetimi, müziği, ışığı ve renkleri kullanmak gibi öğeler asıl ustalığı ve işin zanaatını asıl yansıtan meseleler. Ve Coen’lerden “büyücü” diye söz ederken bu konulardaki başarılarından, yazdıkları harika öyküleri görsel anlamda da birer şölene dönüştürme yeteneklerinden bahsediyoruz. Yüce Sezar’la ilgili olarak illa bir şey eleştirelim diye düşünsek belki de senaryonun yer yer koptuğunu ve filmin içindeki tek tek hikâyelerin bütünlüğü bozacak şekilde öne çıktığını ya da geride kaldığını söyleyebiliriz. Ancak bu gereksiz çaba yerine arkanıza yaslanıp kendinizi filme kaptırırsanız hem çok gülecek hem de gözlerinize ve kulaklarınıza muhteşem bir ziyafet çektirerek ayrılacaksınız salondan.

Su perisi mi, cadı mı?
Oyuncu kaçıran komünist senaristler, komünist düşmanı bir John Wayne taklidi, kapitalizmin dişleri arasından kapitalizmin açıklarını yakalayarak sıyrılmak, filmlere kimseyi incitmeyecek dini referanslar koyalım derken İsa’yı bir pop star gibi göstermek, kurgu masasının arkasında ağzında sigarayla oturan gerçek emekçiler, tüm ipleri elinde tutan büyük patronlar. Ne ararsanız var Yüce Sezar’da. Tüm oyuncular rolleri büyük de olsa küçük de olsa harikalar. Ama Eddie Mannix’te Josh Brolin ve Baird Whitlock’ta George Clooney bir başkalar. Hele ki ikilinin karşılıklı döktürdüğü; Clooney’in Stocholm Sendromu yaşayarak Das Kapital’den, emekten, sömürüden, sosyalizmden bahsettiği ve tokadı yediği sahne unutulmaz. Siz de kendini bu eğlenceli masala bırakıp doyasıya gülüp eğlenin, Coen’lere ve onları var eden sinema sanatına bir kez daha hayran olun. İyi seyirler.