Açılın yoldan, sırça sarayın Serçe sultanı geldi!...

Açılın yoldan, sırça sarayın Serçe sultanı geldi!...
Bazı Filmler ve Endemol Türkiye'nin ortak yapımı Serçe Sarayı'nın, Perşembe gecesi ilk bölümünü yayınladı. Bazı Filmler, Swiss Hotel'de çok şık bir bölüm izleme daveti organize etti. Ben de After Parti'ye yetiştim. Özenli, incelikli detayların düşünüldüğü, Fuji'yi gelin gibi süsledikleri davet çok şık görünüyordu. After Partisi de eğlenceliydi. Rekta, Star Tv Kurumsal, Endemol yönetimi ve Funda Alp tatlı hatta şahane ev sahipliği yaptılar. Partiden eve bolca neşe, bir cup kek ve camdan Serçe ile döndüm. Azıcık da ayak sızısı ile.. Herkese çok teşekkür ederim.

Serçe Sarayı'na gelirsek. Bölüme başlamadan önce daha fragman aşamasında başlayan, bölüm yayınından sonra hızlanan "Bu Sultan mı?" tartışmasına dair fikrimi söylemek isterim. Taraf tutmamak, kimseyi kırıp dökmemek için Serçe Sarayı'nı izledikten sonra oturup Yavuz Turgul senaryosu olan Sultan'ı da yeniden izledim. Yazı biraz da bu sebeple gecikti aslında.. İzlediğimden anladığım şudur: Hikaye yürüyüşü açısından dizi ile Sultan birbirinden yeterince uzak.. Bilir kişi değilim. Hikaye ve dahi karakterlerdeki temel benzerlikleri profesyonel bir izleyici gözüyle bakınca doğal karşılayabilirim. Şu hayatta başından ortak hikayeler geçen insanlar tanıdım, ikiz karakterler de; mesele bu benzerlikte hikaye ve karakterleri dramaya aktarırken özgün bir fark koyabilmekte. Bunu koy kenara.. Sultan'ı izledikten sonra filmin bazı karakteristik sembollerinin izini dizide gördüm. İşbu halde de doğal olarak zaten benzetmeye odaklanmış algımı bu ortak sembollerin daha da çok tetiklediğini gördüm.


Mert Fırat beni en üzen performansın sahibiydi.

Diyeceksiniz ki "Artık kimse zampara şoför, dul kadın kullanmayacak mı, Yavuz Turgul, Sultan'ı yazdı diye?" Kullanacak elbette, kullanıyor da. Misal daha çok yakın bir zamanda Benim Adım Gültepe'de bir minibüsçü vardı ve o aşkı da, hikayenin sunum biçimini de hiçbirimiz "Sultan" diye okumadık, yakıştırma yapmadık. Üstelik Sultan, "Bilmiyorum ki hiç izlemedim" denilecek bir film de değil. Serçe Sarayı'nı kağıt üzerinde ilk okuyan da, "Bu hikaye azcık Sultan'a mı benziyor?" demediyse, demek ki Bazı Filmler'in piyasada seveni dostu yokmuş derim. Yok, eğer bir kişi bile uyardıysa o noktadan sonra yapılması gereken izin almak, selam çakmak; olmuyorsa da "ama"ları istisnasız kenara bırakıp "Nasıl ve ASLA benzemeyiz, benzemeyi geçtim çağrışım bile yapmayız"ın tedbiri almak, koşarak Sultan'dan kilometrelerce uzaklaşmak olmalıydı. Demem o ki Serçe Sarayı -prensip olarak hiç ama hiç ihtiyacı olmadığı halde- yok yere bir benzerlik tesis etmiş. Oysa çatışması yeterince sağlam bir klişe ve "dişi" bence... Üstelik "Kocasının başka bir hayatı olduğunu öğrenen ve yıkılan kadın" teması da özgün bir icad değil ama "Aynen şuna benziyor" diyebilir misiniz? Hayır.

Şimdi söyleyeceklerim ise bu meclisten tamamen dışarı ama sektör içidir.. Blog blog gezerek hikaye avlamak, o hikayeleri alıp bir bölümün içinde saygısızca mundar etmek; elalemin adamının filmden/ dizisinden en can alıcı temayı alıp kendi işine lök diye yerleştirmek sonra da altına gönül ferahlığı ile adını yazmak; kült olmuş Yeşilçam filmi sahnelerini aynen çekerek adını "selam çakmak" olarak normalleştirmek; senaryosunu yollayan garibanın fikrinin aynısını alıp başkasına yazdırmak; yabancı filmleri/ dizileri olduğu gibi çalıp ekrana uyarlamak bu sektör mensupları için hiç de yabancı kavramlar değil; birbirimiz kandırmayalım. Sadece ve sadece Dumas'nın varisleri Monte Kristo Kontu'nun teliflerinin peşine düşse memlekette okkanın altına gitmeyecek yazar sayısı 5-6'yı geçmez. Günümüzde hâlâ çok prestijli yapım şirketleri (telifi ucuz olduğu halde) Kore işlerinden "o kadar değiştirdik ki kimse anlamaz" tadında uyaraklamalar yapıyor. Kore filminin aynısına senaryo- hikaye diye adını yazan, "Dünya global Hacı" mottosuna kulak asmadığı için de vizyondan önce patlayan ve apar topar hikaye hakkı satın alanları unuttuk mu? Neden çalıyoruz arkadaşlar? Çünkü telif sahibine ulaşamıyoruz ya da izin alamıyoruz. Anlayacağın izin alamamak çalmayı engellemiyor ne yazık ki.. Bu gerçekleri de masaya koyunca suiniyet taşımadığına adım gibi emin olduğum "Sultan- Serçe Sarayı benzerliği" tartışmasının sonu nereye bağlanacak açıkçası çok merak ediyorum. Hatta kapalı kapılar ardında değil de, bu konu alenen tartışılsın da istiyorum.


Öden'e bu açıdan bakınca mükemmel ancak önden bakınca yüzü korkunç derecede zayıf görünüyor. Tam tanımı var da üzülmesin diye söylemiyorum:(

Bölüme gelirsek... İlk dikkatimi çeken şey makyaj oldu. Artık makyaj mı sıkıntılı, ışık mı bilemem ama ortada bariz bir sıkıntı var. Özellikle kamera Songül Öden'e döndüğünde... Serçe'ye bakınca bambaşka bir plastik malzeme ile muhatap oldum. Zaten çok zayıf görünen yüzünde elmacık kemiklerinin altı daha da çizilince, "Ay kız verem zaar" tadında bir görüntü oluşuyor. Hatta bu görüntü fena halde de rol çalıyor. Mutsuzum. Sebebi malum, ama o topa girmek istemiyorum. Songül Öden performansına gelince Serçe'yi oldukça yeni buldum ve inandım da. Hatta Ramazan'ın yuttuğu dolmaları öğrendiği andaki oyunculuğuna da çok ağladım. Songül Öden güçlü bir oyuncu. "Serçe budur" diyerek çok kararlı bir şekilde sete çıkmış. Karakteri hiç aramadı, lök diye ortaya koydu. Çok daha kısa bir zaman sonra çok daha fazla Serçe olacaktır; konu kilit. Gönlüne bereket!


Kostümlere de bayıldım. Kadrajın gerisinde gerçek insanlar var, oyuncularla aralarında şeklen gram fark göremiyorum.

Mert Fırat, Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde yardımcı dekan iken mafya ile başı belaya girdiği için tanık koruma programına alınıp, kenar mahallede taksi şoförlüğü yaparak hayatını idame ettirmek zorunda kalan Kadir rolünde (keşke dublajlı olmasaydı) İ-NA-NIL-MAZ başarılı! Eğer Kadir'in karater analizi bu ise... Yok öyle değil ise Mert Fırat, ne yazık ki Kadir rolü için çok "clear" ve o tuhaf külhan ağız da resmen eğreti duruyor sırf bu sebeple.. Doğal olarak da inandırıcı değil. İnanmadım. Özellikle konuştuğu zamanlarda. Sadece dursa ve hiç konuşmasa yine bi derece.. Oysa Mert Fırat müthiş bir yetenek; sinemada, tiyatro sahnesinde aşık olursunuz tek bir performansını izleseniz.. Bir Varmış Bir Yokmuş'u izleyin nasıl muhteşem bir karakter yarattığını görmek için... Mert Fırat ya hiç inanmadığı bir yönlendirmeye maruz kalıyor ya da karakteri ilk defa yanlış okudu. İzlerken çok üzüldüm. Acilen kirlenmeli; o racon tonlaması gibi postürünü de bozar mı, sesindeki o kusursuz melodiyi mi atonal hale getirir, e'leri mi açar, yeni bir vücud dil mi icad eder ne yapar bilemem ama, hemen ve hemen Kadir olmak için çok ama çok ciddi tedbirler almalı. Vallahi Alican Yücesoy'dan korkuyordum onu daha bi yerine yerleşmiş buldum.


"Jön'üm" demediği, kendini saldığı, nasıl göründüğünü kollamadığı noktada on numara karakter oyuncusu..

Sanat Yönetimi'ne bayıldım. Yaşayan detaylara hasta oldum. Kapının arkasına dikilmiş ütü tahtasının üzerindeki tülbentler beni benden aldı. Bu kadar yaşayan detayı bir arada görünce kısa bir an, "acaba hazır mekana mı girdiler" dedim sonra elbette Nilüfer Çamur fonksiyonu olduğunu hatırladım. Mekanlara ve kostümlere de bayıldım. "Kostümde sponsor zulmüne son", diye sevinç çığlıkları atasım geldi izlerken. Hay Allah razı olsun yahu! Rejiye gelince yadırgadığım tek sahne Kadir ile Öğretmen'in düğündeki bakışma sahnesiydi. Gereksiz uzun, ne hissedeceğimi bilemediğim, onların da boş boş birbirlerine baktıkları sahne, müzik de yol göstermeyince sanki aslında ıskartaymış da kurguda unutulmuş, araya kaynamış gibi duruyordu. Bunun dışında kurulan dünyaya tek olumsuz lafım yok. Çok tadında. Gösterişsiz, kibirsiz ve hikayeye hizmet ederek işini yapan rejisi için Mesude Erarslan ve ekibinin gözüne, gönlüne sağlık diyorum.

Özetle Serçe Sarayı, beni gıdıklayan, tahrik eden hikaye ve karakterleriyle izleme listeme ekleyeceğim bir dizi olmuş. Perşembe müşterisi de zamanla hikaye ile samimiyet tesis edecekti, umarım. Serçe Sarayı'na emeği geçen herkesin yolu açık, ekran ömürleri uzun olsun..
Böyle işte..
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER