Akta Manniskor'un yaratıcısı aktör ve yazar Lars Lundström daha önce
Hakan Brakan (izlemedim),
Tusenbröder
(izlemedim) ve
Labyrint (izlemedim) adındaki televizyon
dizilerinin senaristliğini de yapmış. Dizinin 1960
doğumlu yönetmeni Harald Hamrell’i (Cismi, ikinci bölümde Hubot
Cenneti’nde
gözünüze ilişecek) çok beğendim. Müthiş incelikli, sade bir dünya
kurmuş.
Zaman ve mekan kavramlarından bağımsızmış gibi yaşayan bu fantastik
dünyayı çok temiz ve inandırıcı kurmuş. Aksiyonu aksiyon, dramı dram
gibi çekmiş. Her karakterin duygusuna yakın durmuş. Seyirciyi tarafsız
bırakan bir rejisi var. Karakterlerin dünyasını seyirci için manipüle
etmiyor. Şu iyi, bu kötü demiyor. İlginç bir adam vesselam. Diziyi
öncelikle
dünya kurmakta zorlananlara tavsiye ederim.
Hikayenin kilit kahramanlarından biri olan Leo'yu, Andreas Wilson canlandırıyor.Oyunculuklara gelince elbette şahane, övgü cümlesi kurmama gerek yok.
Kadroda boş yok desem yeridir. Ancak ilk bölümler itibariyle
dikkatimi çeken performansların sahipleri, Nordic meraklısı genç
kızların
yükselen ilahı Andreas Wilson (Leo) dışında, Ellen Mattsson (Eva),
Lisette Pagler
(Mimmi), Lennart (Sten Elfström)
ve Alexander Stocks (Odi) oldu. Hikaye, yakın gelecekte, kısmetse
hepimizin muhatap olacağı
sentetik robotlar yani Hubotlar ve insanlar hakkında. Neredeyse cılk
klişe haline gelmiş, kainatta yaşayan insan, hayvan, bitki ve dahi
robotlarca resmedilmiş bir
başkaldırı hikayesinin nesi ilginç, diyecekseniz, haklısınız. Hikaye,
gelecekte
var olacağı iddia edilen bir fantazi üzerinden ‘Benim de canım var?’
tartışması
yaratarak geleceğe bakarmış gibi yaparken aslında bal gibi de içinde
yaşadığımız çağa rahmet okuyor, ‘Biz ne zaman bu kadar zalim olduk?”
sorusuna
ve üflesek devrilen, evrilen değer yargılarımıza cevap arıyor. Dizi,
Voltran'ı oluşturmak üzere oyun kuranlara ne anlatır bilmem ama, ilk
oyuncağı arkadan takma plakla konuşur gibi yapan sarı saçlı İrma olan
bir çocuk için kalp kırıcı bir gidişat sergiliyor.
Claes Hartellus, 10 dakikalık
performansıyla, "rolün ufağı büyüğü olmaz" diyor. İzleyin.
Bölüm, gecenin köründe telefonla konuşarak araç sürdüğü için
dikkati dağılan ve kamyonetiyle yoldan geçen birine çarpan Dr. Emmet Brown görünümlü vatandaş Gösta'nın (Claes Hartellus) telaşlı, gergin hikayesiyle başlıyor. Açık söyleyeyim dizinin bu aşamada gerilim
öğeleri o kadar güçlüydü ki, ‘Korkunçluymuş, izlemem ben bunu’ noktasına gelmek
üzereydim. Kamyonetinde “Akta
Manniskor” etiketi olduğunu kaşla göz arasında gördüğümüz Gösta, kazadan sonra son sürat evine sığınıp ‘gelenleri’ beklerken,
tatlı karısı Siri’nin (Lisbeth Tammeleth) kocasının telefonda sipariş ettiği
kahve ve keki bütün o kargaşaya rağmen servis etmeye çalışması çok ferahlatıcı bir sahneydi. Sırf
bu sahne üzerine günlerce konuşabilirim. Ortalık sakinleştiğinde
anladık ki Leo'nun liderliğinde özgürlük koşusuna başlayan Hubotların
yani, hikayenin en başında gruptan ayrı koşmaya zorlanan ve gerçek insan
Leo'ya aşık Mimmi, Eva, Fred (David Lenneman), Gordon( Andre Sjöberg),
Max (Christopher Wagelin) ve haklı (!) yaşam savaşını izlerken
insanlığımızı da temize çekeceğiz. Çok da lazımdı!

J
ohan Paulsen'in andropoz döneminde bir aile babası kompozisyonu çizdiği Hans karakteri çok etkileyici.
Bütün hikayenin tam ortasında oturan
kahramanımız Leo, Max'ı yanına alarak karaborsacıların eline düşen
Mimmi'yi bulmaya karar verdiğinde biz çoktan Engman Ailesi'nin
evine konuk olmuştuk. Üç çocuklu ailemizin sıradan ve sıkıcı hayatlarına
giriş yaparken televizyonda Miyakki reklamını izledik. Anladık ki robot
teknolojisi almış başını gitmiş. Ailedeki karakterlerin dağılımı
dramanın çatışmasına son derece uygun yapılmış. Kahve makinasıyla bile
başa çıkamayan babamız Hans (Johan Paulsen) robotlu yaşama sıcak
bakarken, annemiz İnger (Pia Halvorsen) insansız yaşam istemeyen bir
muhafazakâr olarak direnen son kaleyi temsil ediyor. İnger, yaşlı
babacığını yanına alamadığı ve onu Odi ile yaşamak zorunda bıraktığı
için de vicdan azabı çekiyor. Evde ayrıca bir adet hormonları tavan
yapmış delikanlı Tobias (Kare Hedebrant), bir delişmenimsi genç kız
Matilda (Natalie Minnevik) ve bir de hâlâ Noel Baba'ya inanan tekne
kazıntısı kız çocuğu var. Hepsi de bizi az sonra tanışacağımız Büyükbaba
Lennart ve Odi'nin hikayesine titizlikle hazırlıyorlar.
Odi rolünü, 1979 doğumlu İsveçli aktör Alexander Stocks canlandırıyor.
Odi, Lennart 'ın can yoldaşı, kıçtan prizli olacak
kadar eski teknoloji ürünü bir robot. Lennart, raf ömrü çoktan bitmiş
olan Odi'yi alışkanlıklarından vazgeçemediği için elden çıkarmayı bir
türlü göze alamıyor. Lennart hikayemizde sadakat kavramının temsilcisi..
Tatlı Odi, market alışverişi esnasında 'marmelat- reçel' karmaşası
içinde çipi yakınca da sorunlar başlıyor. Markette olay çıkaran Odi
zaten rutin kontrolleri esnasında 'kullanmayınız' raporu almıştır ve tez
zamanda geri dönüşüm çöplüğüne teslim edilmelidir. Bu arada büyükbaba
rolündeki aktör Sten Elfström'ün
performansını ağzım açık izledim. Elbette büyükbaba Lennart, Odi'yi
çöpe atamaz ve olaylar gelişir. Bu aşamadan sonra hayatmıza ilk on
dakikada tanışıp, kaybettiğimiz Gösta ve Siri yüzünden Dedektif Bea
(Marie Robertson), hubotları
kötü yola düşüren Nuri Alço bozması, karanlık tarafa hizmet eden ve
ölümüne çekici aktör Jonas Malmsjö'nün canlandırdığı Luther, proleteryanın son ateşli temsilcisi Roger (Leif Andree) ve onların
pek güzel yayılan hikayeleri de giriyor. Bütün bu karakterlerle
tanışırken Leo'nun fıldır fıldır aradığı Kore yapımı Mimmi ise.. Neler
olduğunu öğrenmek için diziyi izleyin bence..
Böyle işte..
R.