Yonca Evcimik’in 90’lı yıllardaki şarkılarından biri olan "Durum Kötü" şarkısının nakaratı şöyleydi:
"Bak millet çıktı aya/
Biz yine kaldık yaya/
Herkes çağ atlıyorken/
Biz yine kaldık sınıfta"
Şarkının parodik şekilde vurguladığı ülkemizin sosyolik gerçekliğini bir kenara bırakarak artık şunu söyleyebiliriz: İnsanlık için yeni hedef Mars. Biliminsanlarının yanıt aradığı soru ise "nasıl" değil "ne zaman".
Geçtiğimiz günlerde, National Geographic, kanalın yeni yayın politikası olan "Premium içerik" ilk ayaklarından biri olan Mars’ın ilk bölümünün ön-gösterimini Londra’da gerçekleştirdi. National Geographic ’Smart-entertainment’’
(akıllı eğlence diye çevrilebilir ) diye nitelediği belgesel-dizilerle, Netflix’in kökten değiştirdiği televizyonu ve televizyon izleyicisini kapma peşinde.
13 Kasım’da yayınlanan Mars belgesel-dizisi, 6 bölümden oluşuyor ve iki ayrı zamanda -2016 ve 2033- ilerleyen bir olay örgüsüne sahip. Kısaca özetlemek gerekirse; Yıl 2033.. İnsanlık büyük bir atılımın eşiğindedir. Ben Sawyer (Ben Cotton) ve ekibi Mars’ta yeni bir "medeniyet" kurmak üzere geri dönüşü olmayan bir yolculuk için seçilen astronotlardır. Astronotlar, hasmane koşullara sahip bir gezegende insanlığın yaşamını devam ettirebilecek doğal kaynakları bulup, onları işletmek ve gelecek nesillere yeni bir yol açmak zorundadırlar. Başarısızlık için bin, başarı için ise tek yol vardır.
Dizinin bu bölümü, aksiyon-drama olarak kurgulanmış (bilimkurgu lafını kullanmıyorum)
Dizi, keşfin insanın doğası olduğu gerçeğini, kaşiflerin geçirdiği zorlu yolculukları ve yılmayan dirayetlerini gösteren bir görsel arşivle açılıyor. Kendilerinden öncekiler gibi, Mars’a ilk ayak basacaklar da insanlık tarihini yeniden yazacakları vurgulanıyor. Onlar sayesinde insanlık artık gezegenler-arası bir türe dönüşecek, bu onların ölümlerine yol açacak olsa bile.
Dizi, astronotları trajik kahramanlara dönüştüren yolculuğu hazırlayan fiziki koşulları anlatmak için günümüze geri dönüyor. Vizyonerler olarak nitelenen bilimadamlarıyla yapılan röportajlar, uzay araştırmaları görüntüleri ve yapılan deneyler belgeselin ana yapısını oluşturuyor. Diziye belgesel özelliğini kazandıran bölüm de burası. Mars’a inmenin neden tehlikeli olduğu, orada yaşam kurmanın nasıl zor olacağı gibi moral bozucu bir bilgi bombardımanından sonra izleyici, tarihler arasındaki geliş gidişler sayesinde astronotların serüvenine kendini kaptırıyor.
Elon Musk adlı bilimadamının kurduğu özel uzay araştırmaları şirketi SpaceX’in üssünü ve ideolojisini baz alan ve Stephen Petranek adlı yazarın "How We Will Live On Mars" kitabından etkilenen belgesel, sizi roket yapım fabrikasında ve gerçek kontrol odasında gezdirirken, aynı zamanda konuya da ve astronotların yolculuğuna da angaje ediyor. Elon Musk ve onun gibi bilimadamlarının yapmaya çalıştığı şey ise yeniden kullanılabilir roketler yapmak (reusable rockets). Bu roketlerin, gerektiği zaman yeniden fırlatılarak, gerekli ikmal ve yardımı sağlayabilecekleri öngörülüyor ki bu, aynı zamanda, Mars görevinin ve orada bir yaşam kurabilmek için gerekli şartları sağlamanın da belkemiğini oluşturuyor.
Eğer siz de benim gibi bu nasıl iştir diye düşündüyseniz, Space X’in yaptığı Falcon 9 roketinin inişini dikkatle izlemenizi tavsiye ederim. Bu tür çekim görüntüleri ve bilimadamlarının Mars’a gidilmenin gerekliliği hakkındaki tartışmasız kesinlikleri ve öngörüleri, 2033’te astronotların yaşayacaklarını daha gerçekçi kılıyor ve bilim-kurgunun ötesine çıkarıyor. Yani, bu belgesel-dizide izleyecekleriniz "The Martian" dan çok daha fazla olgusal gerçekliklere dayanıyor. Elon Musk’ın Mars’a ilk insansız roketi 2018’de göndermek istediğini de not olarak düşelim.
Prodüksiyona çok para harcanmış ve kesinlikle her detay düşünülmüş. Astronotlar, 2016’da söylenen her türlü olasılığı bir bir yaşarken -tabii ki görsel efektler sayesinde-, seyirci Mars görevine kilitleniyor ve Mars’ı hayal etmeye başlıyor. Bence dizinin en büyük başarısı bu. Seyirciyi Mars’a gidilebileceğine inandırmak. Belgeselin seyirciye aşılamak istediği diğer bir fikir de, insanlığın bir araya geldiğinde neler yapabileceğini göstermek çünkü, bu görev için tek bir ülkenin değil, kollektif bir iradenin başarısı şart. Astronotlar da bu yüzden çeşitli ülkelerden -Amerikalı, Rus, Fransız ve İspanyol- seçilmiş.
Dizi, gerçek bilimadamlarıyla yapılan röportajlardan ayrı, filmdeki astronotlarla da yapılan kurgu röportajları içeriyor. Bol bol varoluşsal sorgulamaları içeren röportajlar, dizinin drama yönünü güçlendirmek için tasarlanmış. Ancak, işin bilim yanı o kadar kuvvetli ki ben aktörlerle ve öyküleriyle pek ilgilenemedim açıkçası. Diğer bölümlerde astronotların kişisel gelişimlerine de odaklanırlar mı göreceğiz.
Elon Musk, Stephen Petranek de başlı başına karakterler olarak ortaya çıkıyorlar. Space X’te gerçekleştirilen başarısız bir roket fırlatımı sırasında kameranın kayıtta olduğu sahnede, bir dramada olması gereken her şey mevcut. "The Martian" filminin başarısı, NASA’nın 14 ile sınırlı olan uzay programı kontenjanlarına 18.300 başvuru olmasını sağladığını düşünürsek*, bu belgesel dizinin de Mars’a olan ilgiyi kat be kat arttıracağına şüphe yok.
Ülkemizde çok olduğunu bildiğimiz belgeselseverlerin haricinde kaliteli yapımlar izlemek isteyen herkesin mutlaka izlemesi gereken bir iş, Mars. Filmde sürekli işlenen "yeni bir medeniyet" fikri her ne kadar başka tartışmaları doğurmaya gebe olsa da dünyanın bu kötü zamanında, insan ufkunun genişliğini ve yaratıcılığını göstererek bizlere umut aşılaması belki de bu yapımın en önemli özelliği.
*Achenbach J. ( 2016 ), Elon Musk wants to go to Mars. National Geographic (Kasım sf.41-59)