Onunla
tanışana kadar benim için Karagül’ün
Baran’ıydı. Yıllar sonra gerçek annesini öğrendiği sahne, dizide denk geldiğim
anlardan biriydi. Yazının devamında okuyacağınız, Mert Yazıcıoğlu’nun da
bahsedeceği o altı sayfalık monoloğun yer aldığı sahne bitiminde gözlerim
kıpkırmızıydı. Bu his dışında benim için Pandora’nın Kutusu’yla eş değerdi o.
Derken Bir Litre Gözyaşı ile
televizyonda, İyi Oyun ile de
sinemada denk gelince “Artık yollarımız kesişse mi?” dedim. 1.5 saatlik sohbeti
kahve ve bol kahkaha eşliğinde, ses kayıt cihazı huzurunda sığdırdık. Kırmızı ışık
söndüğünde onun deyimiyle “Çok sosyal bir insan değilim zaten. Dışarıdan
bakıldığında “soğuk”, “lisenin cool çocuğu” sıfatlarıyla anılırdım ama işin
aslı çekingendim. “Tanısan seversin” tarzı biriydim.” dediği kişi “Tanısan çok
seversin ve sohbetin noktası konulsun istemezsin” denilen birine dönüştü. Bu
nedenle kendisine dair uzun uzadıya betimlemeler yapmaya gerek yok kanımca. Buluşma
sebebimiz olan Bir Litre Gözyaşı ve İyi Oyun arasında flashback
yaşadığımızı, Karagül’ün “biraz” rol
çaldığını söyler, sözü Mert Yazıcıoğlu’na bırakarak aradan çekilirim.
● İstanbul Aydın Üniversitesi’nde işletme
okurken, ikinci sınıfta üniversiteyi bırakıyorsun. Devamını senden dinleyelim.
İsteyerek
okuduğum bir bölüm değildi. Zaten pek çok kişi bir bölüm seçip bunu fark ederek
benim yaşadığımı yaşamıştır. Aslında daha önce mimarlık bölümünün sınavlarına
girmiş fakat onu da kazanamamıştım. Hobi olarak resim yapıyordum. Ailem bu
durumu biraz yanlış anladı galiba ve “Çizimin iyiyse mimar olabilirsin” dedi
(gülüyor.) Ben de bu düşünceyle sınava girdim. Mimarlık sadece çizimle ilgili
değil, çok ciddi bir matematiksel zeka da istiyor. Benim matematiğim de çok iyi
değildi. “Madem mimarlık olmadı, işletme okuyayım” kafasıyla Aydın
Üniversitesi’ne girdim.
● Mimarlık ve işletme derken nokta atışı
yaparak oyunculukta karar kılmanda neler etkili oldu?
O dönemki
kız arkadaşım auditionlara gidip geliyordu. Ben de hiçbir bilgim olmadan,
gezmeye çıkıyormuş gibi onunla gitmeye başladım. Bir süre sonra bu işin nasıl
yürüdüğünü ve bu insanların ne yaptığını merak ettim. O zamana kadar tüm bu
kamera arkası işlerden çok uzaktım. Yalnızca çok film izleyen bir seyirciydim.
Derken Youtube’dan videolar izlemeye başladım. Kamera arkasında neler oluyor
diye düşündükçe ben de bir şekilde şansımı denemek istedim. Yaklaşık 200 deneme
çekimine gittim ve bunlardan hiçbir sonuç elde edemedim. Belki garip gelecek
ama bu süre zarfında bir kere bile “Yine olmayacak, boşu boşuna gidiyorum” diye
düşünmedim. “Sevdiğim bir şeyi denemek için bir adım atıyorum” diyordum hep.
Hoşuma gidiyordu bu süreç. “Bir an önce seçileyim, birileri beni seçsin”
amacıyla gitmiyordum. Tecrübe kazanmak için denedim. Kısacası hobi olarak
başladı benim için oyunculuk ve ilk, Kayıp
Şehir’de bölüm oyuncusu olarak başladım. Ondan önce de Çağan Irmak’ın filmi
Dedemin İnsanları’nda figüranlık
yaptım.
● Setteki ilk gününü hatırlıyor musun?
Tabii
hatırlıyorum, hiçbir şey anlamamıştım. Zaten set görmek, tecrübe kazanmak ve
biraz da arkadaşlarımla eğlenmek için gitmiştim. Mert Fırat’ın arkasında bel
plan olarak görünüyordum filmde, o anın bir fotoğrafı bile var hatta. Kayıp Şehir çekimlerini de unutamam bu
arada. Sette ilk fırçamı bu işte yemiştim. Büyükçekmece’den gidip geldiğim için
trafiğe takılmış, 10 dakika gecikmiştim. “Şimdi çok şey biliyorum” demiyorum
ama Kayıp Şehir’de set adabına dair
gerçekten çok az şey biliyordum. Sette işler nasıl yürür, tüm bu insanlar ve
biz ne yapıyoruz gibi soruların cevabını Karagül’de
aldım.
● Seni tanıdığımız ilk projeydi Karagül. Ve son zamanlarda ekranların en
uzun soluklu işlerinden biriydi aynı zamanda.
Karagül, benim için 4
sene süren bir askerlikti. O işe başlarken ne yaptığımızın farklında değildim
hala. Yönetmenimiz Murat Saraçoğlu beni yonttu, bana gerçekten babalık etti. O
dönem benim için sıkıntılı zamanlardı, babamı yeni kaybetmiştim. Çok
sarsılmıştım ve bir şey yapmam gerekiyordu. Yaşadığım şeyleri oyunculukla dışa
vurduğumu söyleyebilirim. Karagül’ün
senaryosunu okurken Baran’ın babasını kaybeden bir karakter olduğunu öğrendiğimde
bir şekilde bu rolün bana geldiğini hissettim. Babam çok sevilen biriydi ve
cenazesi de kalabalıktı. Fakat o an içimdekileri yansıtamamışım; Karagül’le onu fark ettim ve içimden
atmış oldum.
● Karagül’e başladığında 18 yaşındaydın. Hem bu
kadar gençken hem de büyük bir kayıp yaşamışken dizinin şehir dışında çekiliyor
olması fikri senin için zor olmadı mı?
Aslında
benim için iyi oldu diyebilirim. Bir noktada benim kaçışımdı Karagül. Bana çok iyi geldiğini
düşünüyorum. Yaklaşık 90 kişilik bir ekip var; hiç kimseyi tanımıyorsun. Epey
cesaret gerektiren bir durumdu benim için. O dönem normal bir kafada olsaydım
durup düşünürdüm. Belki de böyle bir karar veremezdim.
● Peki, bu karar anını hatırlıyor musun?
Çok
sosyal bir insan değilim zaten. Dışarıdan bakıldığında “soğuk”, “lisenin cool
çocuğu” sıfatlarıyla anılırdım ama işin aslı çekingendim. “Tanısan seversin”
tarzı biriydim. Auditionlara gidip geldikçe kendimi geliştirmeye çalışıyordum. Kayıp Şehir ile beraber oyunculuk
eğitimi almaya başlayacaktım. O dönem Karagül’den
teklif gelince bu ikisi arasında seçim yapmak zorunda kaldım. Cumhuriyet
Gazetesi yazarlarından rahmetli Ahmet Cemal’i çok severim. Teklif gelince ben
de Ahmet Hocama sordum. “Sen bilirsin” cevabıyla karşılaştım ilk. Sonra bir gün
beni gece geç bir saatte aradı. Ahmet Cemal gibi bir ismin sizi gecenin o
saatinde aramasını normal karşılamazsınız, ben de korktum. Ahmet Hoca, “Ben
sana haksızlık ettim, seni çok sevdiğim için gitmeni istemedim herhalde.
Hayatta kumar oynayacaksan bu yaşta oynayacaksın. Bence git” dedi. Böyle bir
cevap aldıktan sonra çok da bir seçeneğiniz kalmıyor zaten. Evet, kumardı benim
için ve bir iki bölüm yayınlandıktan sonra dizi yayından kalkabilirdi. Ben her
şeyi bırakıp giden ama başarısız olarak geri dönen biri olabilirdim. Bu noktada
biraz şansın da devreye girdiğini düşünüyorum.
● Karagül’ün ardından Umuda Kelepçe Vurulmaz ve Mehmet
– Bir Cihan Fatihi geldi sırasıyla, değil mi?
Evet, Umuda Kelepçe Vurulmaz’a başladık; 15
bölüm süren bir proje oldu. Ondan sonra da Mehmet
– Bir Cihan Fatihi geldi. Orada da büyük şanssızlık yaşandı bence. Bazen
çok iyi bir senaryo, yönetmen ve oyuncular yer almasına rağmen olmayınca
olmuyor galiba. Sıralayabileceğimiz çok fazla parametre var. Başarılı olan
işlerde ya her şey tamdır ya da affedilebilir hatalar vardır. Ancak ufak bir
kıymık seyircinin gözüne batabilir de. Sonuçta acımasız bir iş yapıyoruz, kolay
değil.
● Bir Litre
Gözyaşı gibi dram yüklü
projede Mahir, güzel bir nefes oldu. Cihan’ın durumunu ve hayatı trajik
görmediğin gibi, toz pembe de görmüyorsun. Tam ikisinin ortasında sağlam bir
çizgi tutturdun ve “büyük” oynamadan ilerliyorsun o yolda.
Evet,
griyi görebilmeyi ve göstermeyi, ayrıca minimal, “olduğu gibi” yansıtılan o
tarzı seviyorum. Karakteri bu şekilde yorumlamak hoşuma gidiyor, mesleğin özü
bu zaten. Tam birebir alıntılamayacağım ama Marlon Brando’nun şöyle bir sözü
vardır: “Sen öyleymiş gibi yaparsın ve karşındaki bunu yerse, sana inanırsa iş
olur. Eğer yemiyorsa bir sorun vardır.” Ben de bu şekilde yaklaşmayı,
abartmadan ve göze batırmadan oynamayı seviyorum. İlla “Ben buradayım” diye
bağırmaya gerek yok. Sonuçta tüm karakterler hikayeye hizmet ediyor. Hiçbirinin
hikayenin önüne geçmesine gerek yok. Tabii bu projeden projeye göre de değişir
bir yandan. Tim Burton filminde böyle oynayamazsınız (gülüyor.)
● Marlon Brando’nun sözüne ithafen, “Bu
sahnede gerçekten izleyenleri anında inandırdım” dediğin ilk sahnen
hangisiydi?
Karagül’de Baran’ın
annesini öğrendiği sahneyi buna örnek verebilirim. 100’üncü bölümdeydi. O
sahneye çekimlerden dört gün önce hazırlanmaya başladık. Yönetmenimizle
birlikte set öncesinde bir mizansen hazırladık ve tiyatro oyununa
hazırlanıyormuşuz gibi çalıştık. Ekstra özen gösterdik. Altı sayfalık bir
sahneydi ve hiç kesmeden oynadık. “Galiba doğru işi yapıyorum” dediğim, değerli
anlardan biriydi benim için. Çok keyifliydi. Şimdi bir daha oyna deseler, seve
seve o sahneyi oynamak isterim. Her işte de altı sayfalık bir monolog denk
gelmez, çok özel bir şanstı.
● Karagül, izlemeyeni bile denk geldiğinde içine
çekecek masalsı bir dünyaya sahipti. Açıkçası izleyicisi olmamama rağmen Murat
Saraçoğlu’nun imza haline gelmiş rüya sahnelerinin büyük hayranıydım. Ancak işe
çok hakim olmadığım için her sezon “Nereye kadar devam edecek? Bitmeyecek
galiba bu iş” derdim (gülüyoruz.) Peki, senin bunu dediğin bir an oldu mu hiç?
Hayır,
gerçekten demedim. Karagül sayesinde
çok insan tanıdım ve çok şey öğrendim. Gece geç uyuduğum için sabah erken
kalkmayı sevmem, kalkamam da zaten. Set için erken kalkmak dışında beni mutsuz
eden hiçbir şey olmadı Karagül’de
(gülüyor.) Ekip arkadaşlarımı, seti ve Murat Hoca’yı çok seviyordum. Büyük bir
mutlulukla yaptım bu işi. Tabii bunda Murat Hoca’nın büyük payı var. Kendisi
sette motivasyonu hep yüksek tutar, herkese destek olur. Yönetmenlik üzerine
konuşmak bana düşmez ama bence yönetmenlik sadece kamerayı ortaya bırakıp
“oyna” demek değil. Bir yönetim biçimi. Seti, insanların psikolojisini
yönetiyorsun. Herkesle ilgileniyor, herkesi yüksek tutuyorsun. Bu konuda Murat
Hoca çok iyiydi. Keza sonrasında çalıştığım yönetmenler de. Bu konuda hep
şanslıydım. Geriye dönüp baktığımda “Keşke yapmasaydım” dediğim hiçbir şey
olmadı.
● “Karagül ve Murat Hoca beni yonttu” dediğin anlar
için ne söyleyebilirsin?
Direkt
ikinci sezonun başlangıcına gidebiliriz derim. Yaptığım işin farkına vardığım
bir dönem oldu. İlk sezon kişisel olarak zor bir dönem yaşamıştım, ilk şehir
dışı projemdi ve şimdiki Mert’e göre çok daha amatördüm. Mesela ilk sezon Özcan
Deniz ile karşılıklı bir sahnemde o kadar orada değildim ki set arkasındaki
arkadaşların bana seslenmelerinin ardından şaşırdım. Ve bu sahneye taşındı.
Çünkü şaşırmam gerekiyordu. İkinci sezona başladığımız andan itibaren her şey
daha farklı oldu. Murat Hoca, “Ben ressamım, sen boyasın. Boya, ressamın önüne
geçmez.” demişti. Hem dizilerde hem de sinema ve tiyatroda durum böyle bence. En
azından ben öyle düşünüyorum. Her iş, yönetmenin bakış açısından oluşuyor
bence. Mesela bir oyuncu iyi oynamışsa, yönetmen iyi yönetmiştir derim.
● Bir Litre
Gözyaşı’na geri dönelim.
Seni Mahir karakteri için heyecanlandıran ne oldu?
Mahir’in
çok ilginç bir karakter olduğunu düşünüyorum. Onu ele alırken tipik havalı bir
üniversite öğrencisi olarak ele almadım. Her şeyin, her karakterin derinliğinin
olduğunu düşünüyorum. Mahir için de bu geçerli. Örneğin birinin moralinin bozuk
olduğunu bilirsin ama “N’aber?” dediğinde onun o ruh haline rağmen “İyiyim”
cevabını duyarsın. Konuşma böylece biter. Mahir “iyiyim” demez, bir şeyleri
sırf olması veya söylenmesi gerekiyor diye söylemez. Hatta “Görmüyor musun
durumumu, deli misin?” bile der. Ayakları yere basan bir karakter olmasını ve
Cihan’a yaklaşımını çok sevdim Mahir’in. Aslında asosyal ve mahallesi dışında
arkadaşı olmayan biri. Cihan ile birlikte kendi de açılıyor ve aralarında çok
özel bir iletişim başlıyor. Ne yapacağı belli olmayan, tahmin edilemeyen biri
biraz. “Mahir oraya gelmez” denilen bir yere aniden gidebiliyor mesela. Tüm
bunlar heyecan verici. Dizinin ilerleyen bölümlerinde olacaklar için çok
heyecanlıyım. Hastalık ilerledikçe Mahir nasıl davranacak ve Cihan’a nasıl
yaklaşacak, merak ediyorum. Dizinin orijinalini de izledim. Oradaki Mahir ile
benim ele aldığım çok farklı.
● İlk sinema filmin İyi Oyun’la şu sıralar beyazperdedesin aynı zamanda. Dünyanın ve
Türkiye’nin ilk e-spor filmi. League of Legends oynayan bir karaktere hayat
veriyorsun. Daha önce oyunlara ilgin var mıydı?
Evet,
yaklaşık on beş senedir oyun oynuyorum. Son zamanlarda tempolu çalıştığım için
her gün düzenli bir şekilde oynayamıyorum ama. Tek başıma odaya kapanıp tüm gün
oynayayım durumunu sevmiyorum. İnsanlarla iletişim kurabileceğim online
oyunları seviyorum.
● Filmi kabul ettikten sonra League of
Legends mesaisi yapmışsındır ama herhalde.
Zaten
film teklifi geldikten sonra LoL oynamayı öğrendim (gülüyor.) Oyun hakkında
araştırma yaptım. Film için görüşmeye gitmeden önceki bir haftalık süreçte
hazırlandım bayağı. Youtube’dan videolar izledim, oyunu araştırdım. Zaten Umut
Hoca (Aral) ile buluştuğumuz zaman da bunun üzerinden ilerledik. Karakterin
görevini ve takımdaki olayları bilerek gittim. İyi Oyun, içinde olmak istediğim bir işti. Hem oyun yanı çok güçlü
hem de League of Legends hakkında bilgisi olmayan izleyicilerin rahatlıkla
anlayabileceği bir film. Tabii oyuna aşina olan kitle çok keyif alacaktır diye
düşünüyorum. Hala sinemalarda olduğunu hatırlatmaya gerek yok, değil mi?
(gülüyor.)
● Nasıl yorumlar aldın?
Bu benim
ilk sinema filmim ve iyi sonuçlar almasını isterim. Güzel yorumlar geldi hep
bugüne kadar. Film yapmak riskli bir iş ve sonuç seyircinin takdiri tamamen.
Ben yapmam gerekeni yaptıysam, o film benim için iyidir diye düşünüyorum. Bu
arada galadan sonra sinemaya gidip izledim filmi. Galalarda tam olarak
konsantre olamıyorsunuz. Ben de film çıkışında insanların tepkilerini canlı
görmeyi çok istediğim için gittim.
● Sohbetin devamını bir yıl sonraki yeni
projene saklayacak olsak ilk sorunun konusu ne olurdu?
Bir Litre Gözyaşı ve Mahir
olurdu; en azından ben öyle isterdim. Bir de İyi Oyun’un devam filmi olsun ve onu konuşalım (gülüyor.)