Mert Yazıcıoğlu:Karagül benim için dört sene süren bir askerlikti

Mert Yazıcıoğlu:Karagül benim için dört sene süren bir askerlikti
Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu

Onunla tanışana kadar benim için Karagül’ün Baran’ıydı. Yıllar sonra gerçek annesini öğrendiği sahne, dizide denk geldiğim anlardan biriydi. Yazının devamında okuyacağınız, Mert Yazıcıoğlu’nun da bahsedeceği o altı sayfalık monoloğun yer aldığı sahne bitiminde gözlerim kıpkırmızıydı. Bu his dışında benim için Pandora’nın Kutusu’yla eş değerdi o. Derken Bir Litre Gözyaşı ile televizyonda, İyi Oyun ile de sinemada denk gelince “Artık yollarımız kesişse mi?” dedim. 1.5 saatlik sohbeti kahve ve bol kahkaha eşliğinde, ses kayıt cihazı huzurunda sığdırdık. Kırmızı ışık söndüğünde onun deyimiyle “Çok sosyal bir insan değilim zaten. Dışarıdan bakıldığında “soğuk”, “lisenin cool çocuğu” sıfatlarıyla anılırdım ama işin aslı çekingendim. “Tanısan seversin” tarzı biriydim.” dediği kişi “Tanısan çok seversin ve sohbetin noktası konulsun istemezsin” denilen birine dönüştü. Bu nedenle kendisine dair uzun uzadıya betimlemeler yapmaya gerek yok kanımca. Buluşma sebebimiz olan Bir Litre Gözyaşı ve İyi Oyun arasında flashback yaşadığımızı, Karagül’ün “biraz” rol çaldığını söyler, sözü Mert Yazıcıoğlu’na bırakarak aradan çekilirim.

 
● İstanbul Aydın Üniversitesi’nde işletme okurken, ikinci sınıfta üniversiteyi bırakıyorsun. Devamını senden dinleyelim.
İsteyerek okuduğum bir bölüm değildi. Zaten pek çok kişi bir bölüm seçip bunu fark ederek benim yaşadığımı yaşamıştır. Aslında daha önce mimarlık bölümünün sınavlarına girmiş fakat onu da kazanamamıştım. Hobi olarak resim yapıyordum. Ailem bu durumu biraz yanlış anladı galiba ve “Çizimin iyiyse mimar olabilirsin” dedi (gülüyor.) Ben de bu düşünceyle sınava girdim. Mimarlık sadece çizimle ilgili değil, çok ciddi bir matematiksel zeka da istiyor. Benim matematiğim de çok iyi değildi. “Madem mimarlık olmadı, işletme okuyayım” kafasıyla Aydın Üniversitesi’ne girdim.
 
● Mimarlık ve işletme derken nokta atışı yaparak oyunculukta karar kılmanda neler etkili oldu?
O dönemki kız arkadaşım auditionlara gidip geliyordu. Ben de hiçbir bilgim olmadan, gezmeye çıkıyormuş gibi onunla gitmeye başladım. Bir süre sonra bu işin nasıl yürüdüğünü ve bu insanların ne yaptığını merak ettim. O zamana kadar tüm bu kamera arkası işlerden çok uzaktım. Yalnızca çok film izleyen bir seyirciydim. Derken Youtube’dan videolar izlemeye başladım. Kamera arkasında neler oluyor diye düşündükçe ben de bir şekilde şansımı denemek istedim. Yaklaşık 200 deneme çekimine gittim ve bunlardan hiçbir sonuç elde edemedim. Belki garip gelecek ama bu süre zarfında bir kere bile “Yine olmayacak, boşu boşuna gidiyorum” diye düşünmedim. “Sevdiğim bir şeyi denemek için bir adım atıyorum” diyordum hep. Hoşuma gidiyordu bu süreç. “Bir an önce seçileyim, birileri beni seçsin” amacıyla gitmiyordum. Tecrübe kazanmak için denedim. Kısacası hobi olarak başladı benim için oyunculuk ve ilk, Kayıp Şehir’de bölüm oyuncusu olarak başladım. Ondan önce de Çağan Irmak’ın filmi Dedemin İnsanları’nda figüranlık yaptım. 
 
● Setteki ilk gününü hatırlıyor musun?
Tabii hatırlıyorum, hiçbir şey anlamamıştım. Zaten set görmek, tecrübe kazanmak ve biraz da arkadaşlarımla eğlenmek için gitmiştim. Mert Fırat’ın arkasında bel plan olarak görünüyordum filmde, o anın bir fotoğrafı bile var hatta. Kayıp Şehir çekimlerini de unutamam bu arada. Sette ilk fırçamı bu işte yemiştim. Büyükçekmece’den gidip geldiğim için trafiğe takılmış, 10 dakika gecikmiştim. “Şimdi çok şey biliyorum” demiyorum ama Kayıp Şehir’de set adabına dair gerçekten çok az şey biliyordum. Sette işler nasıl yürür, tüm bu insanlar ve biz ne yapıyoruz gibi soruların cevabını Karagül’de aldım.
 
● Seni tanıdığımız ilk projeydi Karagül. Ve son zamanlarda ekranların en uzun soluklu işlerinden biriydi aynı zamanda.
Karagül, benim için 4 sene süren bir askerlikti. O işe başlarken ne yaptığımızın farklında değildim hala. Yönetmenimiz Murat Saraçoğlu beni yonttu, bana gerçekten babalık etti. O dönem benim için sıkıntılı zamanlardı, babamı yeni kaybetmiştim. Çok sarsılmıştım ve bir şey yapmam gerekiyordu. Yaşadığım şeyleri oyunculukla dışa vurduğumu söyleyebilirim. Karagül’ün senaryosunu okurken Baran’ın babasını kaybeden bir karakter olduğunu öğrendiğimde bir şekilde bu rolün bana geldiğini hissettim. Babam çok sevilen biriydi ve cenazesi de kalabalıktı. Fakat o an içimdekileri yansıtamamışım; Karagül’le onu fark ettim ve içimden atmış oldum.

 

● Karagül’e başladığında 18 yaşındaydın. Hem bu kadar gençken hem de büyük bir kayıp yaşamışken dizinin şehir dışında çekiliyor olması fikri senin için zor olmadı mı?
Aslında benim için iyi oldu diyebilirim. Bir noktada benim kaçışımdı Karagül. Bana çok iyi geldiğini düşünüyorum. Yaklaşık 90 kişilik bir ekip var; hiç kimseyi tanımıyorsun. Epey cesaret gerektiren bir durumdu benim için. O dönem normal bir kafada olsaydım durup düşünürdüm. Belki de böyle bir karar veremezdim.
 
● Peki, bu karar anını hatırlıyor musun?
Çok sosyal bir insan değilim zaten. Dışarıdan bakıldığında “soğuk”, “lisenin cool çocuğu” sıfatlarıyla anılırdım ama işin aslı çekingendim. “Tanısan seversin” tarzı biriydim. Auditionlara gidip geldikçe kendimi geliştirmeye çalışıyordum. Kayıp Şehir ile beraber oyunculuk eğitimi almaya başlayacaktım. O dönem Karagül’den teklif gelince bu ikisi arasında seçim yapmak zorunda kaldım. Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından rahmetli Ahmet Cemal’i çok severim. Teklif gelince ben de Ahmet Hocama sordum. “Sen bilirsin” cevabıyla karşılaştım ilk. Sonra bir gün beni gece geç bir saatte aradı. Ahmet Cemal gibi bir ismin sizi gecenin o saatinde aramasını normal karşılamazsınız, ben de korktum. Ahmet Hoca, “Ben sana haksızlık ettim, seni çok sevdiğim için gitmeni istemedim herhalde. Hayatta kumar oynayacaksan bu yaşta oynayacaksın. Bence git” dedi. Böyle bir cevap aldıktan sonra çok da bir seçeneğiniz kalmıyor zaten. Evet, kumardı benim için ve bir iki bölüm yayınlandıktan sonra dizi yayından kalkabilirdi. Ben her şeyi bırakıp giden ama başarısız olarak geri dönen biri olabilirdim. Bu noktada biraz şansın da devreye girdiğini düşünüyorum.
 
● Karagül’ün ardından Umuda Kelepçe Vurulmaz ve Mehmet – Bir Cihan Fatihi geldi sırasıyla, değil mi?
Evet, Umuda Kelepçe Vurulmaz’a başladık; 15 bölüm süren bir proje oldu. Ondan sonra da Mehmet – Bir Cihan Fatihi geldi. Orada da büyük şanssızlık yaşandı bence. Bazen çok iyi bir senaryo, yönetmen ve oyuncular yer almasına rağmen olmayınca olmuyor galiba. Sıralayabileceğimiz çok fazla parametre var. Başarılı olan işlerde ya her şey tamdır ya da affedilebilir hatalar vardır. Ancak ufak bir kıymık seyircinin gözüne batabilir de. Sonuçta acımasız bir iş yapıyoruz, kolay değil.
 
● Bir Litre Gözyaşı gibi dram yüklü projede Mahir, güzel bir nefes oldu. Cihan’ın durumunu ve hayatı trajik görmediğin gibi, toz pembe de görmüyorsun. Tam ikisinin ortasında sağlam bir çizgi tutturdun ve “büyük” oynamadan ilerliyorsun o yolda.
Evet, griyi görebilmeyi ve göstermeyi, ayrıca minimal, “olduğu gibi” yansıtılan o tarzı seviyorum. Karakteri bu şekilde yorumlamak hoşuma gidiyor, mesleğin özü bu zaten. Tam birebir alıntılamayacağım ama Marlon Brando’nun şöyle bir sözü vardır: “Sen öyleymiş gibi yaparsın ve karşındaki bunu yerse, sana inanırsa iş olur. Eğer yemiyorsa bir sorun vardır.” Ben de bu şekilde yaklaşmayı, abartmadan ve göze batırmadan oynamayı seviyorum. İlla “Ben buradayım” diye bağırmaya gerek yok. Sonuçta tüm karakterler hikayeye hizmet ediyor. Hiçbirinin hikayenin önüne geçmesine gerek yok. Tabii bu projeden projeye göre de değişir bir yandan. Tim Burton filminde böyle oynayamazsınız (gülüyor.)
 
● Marlon Brando’nun sözüne ithafen, “Bu sahnede gerçekten izleyenleri anında inandırdım” dediğin ilk sahnen hangisiydi?
Karagül’de Baran’ın annesini öğrendiği sahneyi buna örnek verebilirim. 100’üncü bölümdeydi. O sahneye çekimlerden dört gün önce hazırlanmaya başladık. Yönetmenimizle birlikte set öncesinde bir mizansen hazırladık ve tiyatro oyununa hazırlanıyormuşuz gibi çalıştık. Ekstra özen gösterdik. Altı sayfalık bir sahneydi ve hiç kesmeden oynadık. “Galiba doğru işi yapıyorum” dediğim, değerli anlardan biriydi benim için. Çok keyifliydi. Şimdi bir daha oyna deseler, seve seve o sahneyi oynamak isterim. Her işte de altı sayfalık bir monolog denk gelmez, çok özel bir şanstı.
 
● Karagül, izlemeyeni bile denk geldiğinde içine çekecek masalsı bir dünyaya sahipti. Açıkçası izleyicisi olmamama rağmen Murat Saraçoğlu’nun imza haline gelmiş rüya sahnelerinin büyük hayranıydım. Ancak işe çok hakim olmadığım için her sezon “Nereye kadar devam edecek? Bitmeyecek galiba bu iş” derdim (gülüyoruz.) Peki, senin bunu dediğin bir an oldu mu hiç?
Hayır, gerçekten demedim. Karagül sayesinde çok insan tanıdım ve çok şey öğrendim. Gece geç uyuduğum için sabah erken kalkmayı sevmem, kalkamam da zaten. Set için erken kalkmak dışında beni mutsuz eden hiçbir şey olmadı Karagül’de (gülüyor.) Ekip arkadaşlarımı, seti ve Murat Hoca’yı çok seviyordum. Büyük bir mutlulukla yaptım bu işi. Tabii bunda Murat Hoca’nın büyük payı var. Kendisi sette motivasyonu hep yüksek tutar, herkese destek olur. Yönetmenlik üzerine konuşmak bana düşmez ama bence yönetmenlik sadece kamerayı ortaya bırakıp “oyna” demek değil. Bir yönetim biçimi. Seti, insanların psikolojisini yönetiyorsun. Herkesle ilgileniyor, herkesi yüksek tutuyorsun. Bu konuda Murat Hoca çok iyiydi. Keza sonrasında çalıştığım yönetmenler de. Bu konuda hep şanslıydım. Geriye dönüp baktığımda “Keşke yapmasaydım” dediğim hiçbir şey olmadı.
 
● “Karagül ve Murat Hoca beni yonttu” dediğin anlar için ne söyleyebilirsin?
Direkt ikinci sezonun başlangıcına gidebiliriz derim. Yaptığım işin farkına vardığım bir dönem oldu. İlk sezon kişisel olarak zor bir dönem yaşamıştım, ilk şehir dışı projemdi ve şimdiki Mert’e göre çok daha amatördüm. Mesela ilk sezon Özcan Deniz ile karşılıklı bir sahnemde o kadar orada değildim ki set arkasındaki arkadaşların bana seslenmelerinin ardından şaşırdım. Ve bu sahneye taşındı. Çünkü şaşırmam gerekiyordu. İkinci sezona başladığımız andan itibaren her şey daha farklı oldu. Murat Hoca, “Ben ressamım, sen boyasın. Boya, ressamın önüne geçmez.” demişti. Hem dizilerde hem de sinema ve tiyatroda durum böyle bence. En azından ben öyle düşünüyorum. Her iş, yönetmenin bakış açısından oluşuyor bence. Mesela bir oyuncu iyi oynamışsa, yönetmen iyi yönetmiştir derim.



● Bir Litre Gözyaşı’na geri dönelim. Seni Mahir karakteri için heyecanlandıran ne oldu?
Mahir’in çok ilginç bir karakter olduğunu düşünüyorum. Onu ele alırken tipik havalı bir üniversite öğrencisi olarak ele almadım. Her şeyin, her karakterin derinliğinin olduğunu düşünüyorum. Mahir için de bu geçerli. Örneğin birinin moralinin bozuk olduğunu bilirsin ama “N’aber?” dediğinde onun o ruh haline rağmen “İyiyim” cevabını duyarsın. Konuşma böylece biter. Mahir “iyiyim” demez, bir şeyleri sırf olması veya söylenmesi gerekiyor diye söylemez. Hatta “Görmüyor musun durumumu, deli misin?” bile der. Ayakları yere basan bir karakter olmasını ve Cihan’a yaklaşımını çok sevdim Mahir’in. Aslında asosyal ve mahallesi dışında arkadaşı olmayan biri. Cihan ile birlikte kendi de açılıyor ve aralarında çok özel bir iletişim başlıyor. Ne yapacağı belli olmayan, tahmin edilemeyen biri biraz. “Mahir oraya gelmez” denilen bir yere aniden gidebiliyor mesela. Tüm bunlar heyecan verici. Dizinin ilerleyen bölümlerinde olacaklar için çok heyecanlıyım. Hastalık ilerledikçe Mahir nasıl davranacak ve Cihan’a nasıl yaklaşacak, merak ediyorum. Dizinin orijinalini de izledim. Oradaki Mahir ile benim ele aldığım çok farklı.
 
● İlk sinema filmin İyi Oyun’la şu sıralar beyazperdedesin aynı zamanda. Dünyanın ve Türkiye’nin ilk e-spor filmi. League of Legends oynayan bir karaktere hayat veriyorsun. Daha önce oyunlara ilgin var mıydı?
Evet, yaklaşık on beş senedir oyun oynuyorum. Son zamanlarda tempolu çalıştığım için her gün düzenli bir şekilde oynayamıyorum ama. Tek başıma odaya kapanıp tüm gün oynayayım durumunu sevmiyorum. İnsanlarla iletişim kurabileceğim online oyunları seviyorum.
 
● Filmi kabul ettikten sonra League of Legends mesaisi yapmışsındır ama herhalde.
Zaten film teklifi geldikten sonra LoL oynamayı öğrendim (gülüyor.) Oyun hakkında araştırma yaptım. Film için görüşmeye gitmeden önceki bir haftalık süreçte hazırlandım bayağı. Youtube’dan videolar izledim, oyunu araştırdım. Zaten Umut Hoca (Aral) ile buluştuğumuz zaman da bunun üzerinden ilerledik. Karakterin görevini ve takımdaki olayları bilerek gittim. İyi Oyun, içinde olmak istediğim bir işti. Hem oyun yanı çok güçlü hem de League of Legends hakkında bilgisi olmayan izleyicilerin rahatlıkla anlayabileceği bir film. Tabii oyuna aşina olan kitle çok keyif alacaktır diye düşünüyorum. Hala sinemalarda olduğunu hatırlatmaya gerek yok, değil mi? (gülüyor.)
 
● Nasıl yorumlar aldın?
Bu benim ilk sinema filmim ve iyi sonuçlar almasını isterim. Güzel yorumlar geldi hep bugüne kadar. Film yapmak riskli bir iş ve sonuç seyircinin takdiri tamamen. Ben yapmam gerekeni yaptıysam, o film benim için iyidir diye düşünüyorum. Bu arada galadan sonra sinemaya gidip izledim filmi. Galalarda tam olarak konsantre olamıyorsunuz. Ben de film çıkışında insanların tepkilerini canlı görmeyi çok istediğim için gittim.
 
● Sohbetin devamını bir yıl sonraki yeni projene saklayacak olsak ilk sorunun konusu ne olurdu?
Bir Litre Gözyaşı ve Mahir olurdu; en azından ben öyle isterdim. Bir de İyi Oyun’un devam filmi olsun ve onu konuşalım (gülüyor.)
 
 
 
 
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER