Ramin Bahrani, lise
yıllarından beri çok sevdiği, Ray Bradbury’nin klasik romanı Fahrenheit 451’i
beyazperdeye uyarlama görevini üstlendiğinde, ünlü yazarın eğer hayatta
olsaydı, olurunu vermiş olacağına inanıyor. İkinci Amerikan İç Savaşı
sonrası yakın bir gelecekteki distopik bir dünyayı konu alan filmde, medya
toplumların afyonudur, esaslar ve tarih yeniden yazılıyordur ve kitaplar da
İtfaiyeciler tarafından yakılıyordur.
Michael B. Jordan (Creed, Black
Panther),
karizmatik ve hızla yükselen genç İtfaiyeci Montag’ı canlandırıyor. Montag
inançlarını sorgulamaya başlar ve Michael Shannon (Nocturnal Animals, The
Shape of Water) tarafından canlandırılan akıl hocası Yüzbaşı Beatty’ye
düşman olur. Sofia Boutella, (Star Trek: Beyond,
Atomic Blonde) Beatty’nin muhbirlerinden biri olan Clarisse rolünde,
kitapları kurtarmaya çalışan bir yeraltı hareketinin parçasıdır. Clarisse,
Montag’i direnişe katılmaya ikna eder.
North Carolina’da
doğan Bahrani, New York’taki Columbia Üniversitesinde eğitim almış. İlk filmi
Man Push Cart, 2005 yılında Venedik Film Festivalinde gösterime girmiş. Sokakta yaşayan 12
yaşındaki bir öksüzü konu alan ikinci filmi Chop Shop, 2007 yılında dünya çapında
ses getirdi. Diğer filmleri arasında, At Any Price ve Michael Shannon’la Andrew
Garfield’ın rol aldığı 99 Homes var.
Filmde yakılan kitapların çoğu yönetmenin favori kitaplarından oluşmuş
● Bradbury’nin kitabını ilk ne zaman okudunuz?
9’uncu sınıfta.
14-15 yaşındayken. Okulun okuma listesindeydi ve liselerde çok sıklıkla
okutulan bir kitaptır. Aslında yaratıcılık açısından benim için zor bir proje
oldu çünkü kitabı çok severim. Bradbury: The Martian Chronicles’ı da çok
severim. Çoğu kısa öykülerini seviyorum. Uyarlamayı düşündüğümde, lise
çağındaki izleyicileri etkilemesini istedim. Aynı zamanda sizin gibi
yetişkinlerini de sarmasını istedim. Karakterler, konu açısından. Entelektüel olarak.
Ve bu zor bir dengedir. Tutturabildim mi bilmiyorum. Daha önce böyle bir şeye
kalkışmamıştım hiç. Böyle düşünmeyi denememiştim. “Ben lise çağında olsam, buna
nasıl tepki verirdim” diye düşündüm.
● Daha genç bir izleyici kitlesine ulaşmanın sırrı
neydi?
Teknoloji ve
sosyal medyayı katmam gerektiğini düşündüm. 2015’te romanı tekrar düşünmeme
neden olan şey buydu. İnternet ve sosyal medya, yeni bir şekilde Bradybury’nin
fikirlerine yetişmeye başladı. Kitapları yakabilirsiniz ama insanlar kitabı
Bulut’tan tekrar indirir. İnternetteki içeriklerin sansürü ve baskılanması
Amerika’da yaşanabilir veya Çin, Kuzey Kore, Türkiye vs gibi ülkelerde olduğu
gibi yaşanabilir. “Amerika’da böyle bir şey var mı” diye düşündüm. Belki. Buna
ne kadar yakınız? Ve olursa, nasıl tepki veririz? Ne olacağını merak ettim.
● Böyle bir fikir geldi aklınıza. Peki, sonra ne oldu?
2015’te düşündüm. HBO ile konuştum.
Kitabın yayın haklarını almaları yaklaşık 1 yıl sürdü. Bu yüzden senaryoyu
yazmaya ancak Ocak 2016’da başladım.
● Bu kadar çok sevdiğiniz bir kitabı uyarlamak gözünüzü
korkuttu mu hiç?
Evet,
korkutucuydu. Daha önce hiçbir şeyi uyarlamamıştım. 6 film yaptım ve 5’i
orijinal hikâyelerdi. Düşünün, bir romanı uyarlıyorsunuz ve o çok sevdiğiniz,
ikonik bir roman. Ne yaparsam yapayım, birilerinin öfkeleneceğini düşündüm. Ne
yapacaktım öyleyse? Birileri bir şeyleri değiştirdiğim için öfkelenecekti ve
bunu değiştiremezdim. Tamam. Romana dokunma ya da bazı şeyleri değiştirme
yetkisini bana ne verdi? Bradbury’nin kendisi. Francois Truffaut’nun 1966
versiyonunu onaylamıştı ve Truffaut birçok şeyi değiştirmişti. Karakterleri yok
etmişti, hikâyenin gidişatlarını değiştirmişti. Bradybury, kendi romanını
sadece iki kere uyarlamıştı. Biri müzikal için, diğeri de tiyatro sahnesi için
ve tüm değişiklikleri kendi yapmıştı. Ayrıca John Huston için Moby Dick’i de
uyarlamıştı. Bu Amerikan edebiyatının klasik bir eseridir ama John Huston için
Moby Dick’i değiştirmişti. Bu da bana, konuyu ve karakterleri değiştirmek için
cesaret verdi. Ama değiştirmeyi istemediğim tek şey, tema ve fikirlerdi. Dedim
ki, ‘Onlara asla dokunmam’. Ama diğer şeyleri değiştirmek için, Bradbury’nin
ruhundan ya da hayaletinden rızasını kafamda almıştım.
● Senaryoyu birkaç yıl önce yazmış olduğunuza çok şaşırdım
çünkü olaylar şu an yaşadıklarımızı yansıtıyor âdeta. Bu bir tesadüf mü oldu?
Siyaset
senaryoya ayak uydurmaya başladı. Üçüncü taslağı bitirirken, seçim süreci
başladı. Trump Cumhuriyetçilerin ön seçimini kazandıktan sonra, başkanlık
seçimlerini de kazanacağını tahmin ettim. Kafamda kazanmıştı, bu yüzden de
seçimi kazanacağını varsayarak yazdım. Bunu ihtiyatla söylüyorum çünkü
Trump’ın, son 40 yıldır var olan bir akımın kaba bir abartısı olduğunu
düşünüyorum. Yani dünya çapında sağ siyasetin yükselişi çok rahatsız edici.
Umarım, bu soldaki sorunları da anlamamızı sağlar. Bazı şeylere yeterince önem
vermediler belki. Bu yüzden tüm suçu şu an koltukta oturan kişiye yüklemek
istemiyorum. O koltuğun sahibi eninde sonunda gidecek ama Bradbury’nin
fikirleri kalacak. Bu yüzden fazla suçlayıcı olmamak lazım. Filmde dikkat
çekmeye çalıştığımız ve Bradbury’nin romanda dahiyane bir şekilde dile
getirdiği, bu şeyleri aslında bizim istediğimizdi. Bu tipte bir toplumu biz
seçtik. Böyle olması için biz zorladık, tepeden inmedi. Oylarımızla biz seçtik.
Haberlerimizi ve bilgiyi, algoritmalarla bizi mutlu etmeye tasarlanmış sosyal
akımlardan almayı biz seçtik. Bradbury bizi bu konuda uyarmıştı. Makaleleri hiç
okumuyoruz. Sadece manşetlere bakıyoruz. Onları “Beğeniyoruz”, “Paylaşıyoruz”,
“Kalp” bırakıyoruz, “Emoji”liyoruz. Bir haberci olarak, kültür ve toplumla
ilgilenen biri olarak, son kalelerden birisiniz ama kimse sizi okumayabilir
maalesef. Aynı şekilde benim filmimi de seyretmeyebilirler. Filmle ilgili bir
haberin manşetine bakıp, bir klip izleyip, paylaşıp, devam edebilirler.
Bradbury 1953 yılında kitabını yayınladığında, bu konuda bizi uyarmıştı.
● Korkutucu bir şekilde doğru gelen unsurlardan biri,
kitapların yakılmasının canlı yayınlanmadı. Medyanın buna üşüşmesi diyelim.
Gerçek dünyada bu noktaya geldik mi sizce?
Bence geldik.
Bradbury’nin romanı gelecekte geçiyor. Bizim film de alternatif bir yarında.
Günümüz ama biraz farklı hissini vermek istedik. Alternatif bir yarınmış gibi
gelsin istedik. Günümüz gibi ama yeterli bir farkla. İşte o zaman, ekranda
gördüğünüz dehşeti, evinizde de hissedersiniz.
● Geleceğe uykumuzda yürüyerek gittiğimizi düşünüyor
musunuz?
Böyle yapmayı
seçtiğimizi düşünüyorum. Evet, kesinlikle. Ben de yapıyorum bunu. Bir aziz
değilim.
● Sosyal medyada aktif misiniz?
Pek değilim.
Pek kullanmadığım bir Facebook sayfam var. Yani pek aktif değilim. Hâlâ
fiziksel kitapları okuyorum. Ama teknoloji düşmanı değilim. Dediğim gibi,
cebimde bir süper bilgisayar var. Evime uçakla döneceğim, tekne
kullanmayacağım. North Carolina’da anne ve babam, İran’da da ailem var, onları
arıyorum. Onları Skype ve WhatsApp ile arıyorum. Mors alfabesi kullanmıyorum.
Bradbury’nin de teknoloji düşmanı olduğunu düşünmüyorum. Filmlere karşı
değildi. Moby Dick’i yazdı. HBO için 65 bölümlü The Ray Bradbury Theater’ı
yazdı. İki sezon boyunca. Televizyona veya televizyon filmlerine karşı değildi.
TV’ye bu geçişi yapmak ironik değildir. Bradbury 1953’de siyah beyaz
televizyonların hayatımıza girmesiyle biraz endişelendi tabii ama mantıklı
şeyler konusunda endişeli değildi. Düşündürücü şeyler konusunda endişelenmezdi.
O zamanlar onu reklamlar, ses kesitleri ve hızlı şeyler endişelendirirdi bence.
Şu anda bizi de endişelendiren şeyler bunlar. Veri akışları, filmlerdeki
yorumlar. Manşetler. Twitter. Filmde ne kadar açık bir şekilde dile getirebildim
bilmiyorum ama okuldaki sahnede Shannon “Bana klasikleri göster” diyor ve ona
Moby Dick, To the Lighthouse ve İncil’i veriyorlar. Sizin en sevdiğiniz kitap
nedir?
● Zor bir soru. John Fowles’dan The Magus (Büyücü) diyebilirim.
Tamam. John Fowles’ın
kitaplarının hepsi bu filmde Dokuzlar’da olurdu. Hepsi. Küçücük bir Wiki
maddesinde, yarım bir Emoji’yle. Sadece bunu görürdünüz. Bunu beğenip,
paylaşırdınız ama şu anda hepsi elinizin altında. Her şey elinizin altında ama
onlarla ne yapıyorsunuz? Hangi formattalar? Bradbury “Bir toplumu yok etmek
istiyorsanız, kitapları yakmanıza gerek yok, insanları okumaktan vazgeçirin
yeter” demişti.
● İnsanların giderek daha az okuyor olması sizi
endişelendiriyor mu?
Bu konuda hemen bir hüküm verme
konusunda tereddütlüyüm. Eminim siz de, ben de telefonlarımıza gereğinden çok
daha fazla bakıyoruzdur. Ben kendimi bir hizmetli olarak görüyorum.
Bradbury’nin fikirlerini yeni, modern bir nesle ulaştırmak için elimden geleni
yapıyorum. Bunları onu endişelendiren şeylerdi ve bugün de aynı endişeler
geçerli. Alternatif gerçekleri, sahte tarihi, sahte esasları o çok önceden
öngörmüştü. Romanda Montag şöyle diyor, “İtfaiyeyi gerçekten de Ben Franklin mi
kurdu?” Ve karşılığında, kitapları yakmaya evet diyen İtfaiyeci El Kitabını
çıkarıyorlar. Evet, ilk itfaiyeyi 1763 yılında Ben Franklin kurdu ama kitap
yapmak için değil. Filmde Alexa ya da Siri benzeri Yuxie’ye de soruyor ve
verdiği cevaba da inanıyor. Bu da günümüz gibi.
● Filmde hangi kitapları yakacağınıza nasıl karar
verdiniz?
Çoğu benim en
sevdiğim kitaplar. Hepsini koyamadım. En zor kısım da buydu. Sevdiğim tüm
kitapları sığdıramadım. Kitaplarla çok genç yaşta tanıştığımız bir aileden
geliyorum. Kardeşim ve bana, çok genç yaşta kitaplara saygı duyup, okumamız
öğretildi. Hafız Divanı, İranlı bir şairin eserleridir ve İran’da kutsal kitap
gibi görülür, hatta daha da kutsaldır. Farklı kültürler ve dillerden benim için
ve birçok insan için önemli olan birçok kitap seçmeye çalıştık. Benim
sevmediğim Mein Kampf gibi kitapları da eklemek gerekir. Sevdiğim bir kitap
değildir ama kurtarılması gerekir bence. Kurtarmak zorundasınızdır hatta. Bu
garip bir açıdan filmde çok yer verdiğimiz Truffaut’a da bir ithaftı bence.
● Başka hangi kitaplar var?
Çok, çok
var. Dostoyevsky’nin Crime and Punishment (Suç ve
Ceza). Song of Solomon’u (Ezgiler
Ezgisi) çok severim. En sevdiğim Toni Morrison
eseridir. Onunda filmde büyük bir rolü var. The Letters of Van Gogh (Vincent
van Gogh'un Mektupları), lisede okuduğum bir kitaptı. Babamda da vardı. Onu da
çok sevmiştim. Evde bulup, okuduğumu hatırlıyorum. Filmde öyle çok kitap var
ki. Joan Didion mesela. Onu da çok severim. İnci Gibi Dişler, Clarisse’in
lakabı oldu. O kitabı ezberlemişti. Faust. Kitaplar sonsuzdu.
● O sahneleri çekmek sizi üzdü mü?
Acı verdi
diyelim. Gerçek kitaplar yaktık. Özel efekt falan değildi. Gerçek ateş ve
gerçek kitaplar. Ama işin korkutucu yanı, ilk başta acı verici ama sonra
Bradbury’nin de yazdığı gibi, baştan çıkarıcı ve etkileyici oluyor. Görünüşü
hayretle izledim açıkçası. Kara külleri, korları ve sayfaların uçlarının kıvrılmasını
anlatıyor. Öyle oldu. Hangi kitapta oldu dersiniz? The Martian Chronicles (Mars Yıllıkları). Bradbury’nin
adını gördünüz mü? Sayfalar bir tek o kitapta öyle kıvrıldı yanarken. Yakın
plan çekimde. Şans eseri. Bradbury’nin adının üstüne kıvrıldılar. Bradbury,
Bradbury, Bradbury diyorlardı âdeta. Bunun iyi bir işaret olduğunu düşündüm.
“Bu versiyonla devam edin, yapmak istediklerini yap. Benim fikirlerime sadık
kal” diyordu sanki.
● Kindle’da kitap okur musunuz hiç?
Hayır, fiziksel olarak kitap okurum. Kindle’a karşı değilim. Kindle’da okuyan çok entelektüel
arkadaşlarım ve yazar tanıdıklarım var. Ben karşı değilim ama kitaba dokunmayı
severim. Kokusunu da severim. Ve itiraf ediyorum, kitapların içine not alıp,
satırların altını çizmeyi severim. Bir kitabı seversem, 10 yıl sonra tekrar
okurum ve 10 yıl önce ne düşündüğümü merak ederim mesela.
● Michael Shannon’la tekrar çalışmayı planlamış
mıydınız?
Evet. 99 Homes’ta aramızda güzel bir
bağ oluşmuştu sanatçı olarak ama sonra da arkadaş olduk. İkimiz de New York’ta
yaşıyoruz. Görüşürdük, eş ve çocuklarla da bir araya gelirdik. HBO’dakiler
kitabın haklarını aldıklarını söylediklerinde onu aradım ve Yüzbaşı Beatty’yi
oynamak ister misin, diye sordum. İlk onu aradım. Daha hiçbir şey yazmamıştım.
O da evet dediğinde, ona göre yazabildim. Bunun çok faydası oldu çünkü Beatty
çok konuşuyor ve kitaptaki gibi ağdalı bir dille lafebeliği yapıyor. Kitapta
devamlı bir şeylerden alıntı yapıyor. Shannon’ın bunu çok inandırıcı bir
şekilde oynayabileceğini biliyordum. Bir bakışla, dört farklı şey anlatabilen
bir insan. Tam olarak ne demek istediğini kestiremezsiniz. Büyük bir derinliği
ve ağırlığı var. İçindeki insaniliğin, karakterin ayaklarının yere basmasını
sağlayacağını düşündüm.
● Sofia Boutella’yı çok fiziksel rollerde görmeye
alıştık. Bu kadar entelektüel bir role uygun olacağını size düşündüren unsur
neydi?
Seçmelerdeki
performansı. Harika iş çıkardı. Yapabileceğini kanıtladı. Fiziksel bir
performansın ötesine geçebileceğini gösterdi. Yeterli derinliğe, duygusallığa
ve kontrole sahip olduğunu kanıtladı. Ve bunu yapma fırsatını vermek istedim
ona. Bradbury’nin yaptığı gibi, Clarisse’in yaşamasına izin vermek istedim.
Clarisse 17 yaşında değilse, Montag’den daha büyükse ne olur? Şaibeli bir
geçmişi varsa ne olur?
S: Daha genç bir izleyici kitlesine hitap etmeyi
istediğinizi söylediniz. Şu an Michael B. Jordan çok başarılı. Bu konuda size
yardımcı olabilir.
RB: Jordan’ı daha
genç bir izleyici kitlesi için kadroya almadım. Montag daha da genç olmalıydım.
Onu çok iyi bir oyuncu olduğu için seçtim. Onu The Wire’da çok sevmiştim. O
diziyi çok severdim. Ve Fruitvale Station’daki rolü de. Onu ilk izlediğimde The
Wire’da oynayan çocuk olduğunu fark etmedim. Harika bir oyuncu olduğunu
düşündüm ve kim olduğunu araştırdığımda, “The Wire’da mı oynamıştı?” dedim.
Aynı kişi olduklarını o zaman öğrendim. Sonra Creed’de karşıma çıktı ve
performansını giderek arttırmaya başladı. Montag rolü için mükemmel olacağını
düşündüm çünkü bu hem fiziksel, hem de duygusal bir rol. Hassas biri ama
çelişkileri de var. Shannon’ın karakteri gibi o da çelişkili. Devamlı bir
şeyler saklıyor ve kendini sorguluyor. Hep rol yapıp, yalan söylemek zorunda.
Bu yüzden sevilecek bir karakter olmasını istedim.
S: Çok da karizmatik olmak zorundalar çünkü filmde hepsi
ünlü. Kitap yakma olayları toplum için bir eğlence, değil mi?
RB: Aynen öyle ve
Jordan da karizmatik zaten. Anında sevebileceğiniz biri. O bir yıldız, çok
çekici. Ve derinliği olan biri. Bradbury bunu da öngörmüştü. Dediğim gibi ben
onun hizmetindeyim. Romanda kitap yakılmalarının birer şov olduğunu söylemişti.
Buna aslında pek gerek yok. Sadece eğlence amaçlı. Haber döngüleri de böyle
değil midir? Seçimler de böyle değil miydi? Her şeyden çok bir şov, bir eğlence
değil miydi? Şu anki koltuğun sahibi de hâlâ şov dünyasında değil mi?
S: Optimist kalabiliyor musunuz hâlâ?
RB: Hayır, pek
kalamıyorum. Ama pesimist olduğumu da söyleyemem. Gerçekçiyim sadece. Bence
filmlerimin hiçbiri pesimist değil ama öyle bir optimizm de yok. Toplumda ve
insanlarda bazı unsurların altının çizilmesi gerektiğine inanan bir realistim.
Ahlaki, felsefi, sosyal kararlar... Bunları izleyicilerin önüne koyup, onları
düşünmeye bırakmalıyız. Bu film de Bradbury’nin romanı gibi, karanlıkta ama
umutla bitiyor.
S: Sizin içinizde o umut ışığı var mı peki?
RB: Olmak zorunda
bence. Olmasa yaptığın şeyi neden yapasın ki? Yataktan çıkmayıp, telefonunda
bir şeyler bakıp, beğenip, paylaşıp, İnstagram’da gezinirdin. Ama yerine,
burada bir film izliyorsunuz. Topluma bir değeri olan bir film. İyi ya da kötü
ya da her neyse. Bir değeri olmak zorunda. Umarım biri sizin haberci olarak
yazdığınız şeyi okur. Filmde size de bir atıfta bulunuyoruz. 2001’den Keir
Dullea, televizyon haberciliğinin artık kimsenin bilmediği bir şey olduğunu
anlatıyordu.
S: İçeriden tanık olduğunuzda korkutucu bir şey.
Çalıştığım birçok gazete kapandı ya da tirajları dibe vurdu.
RB: Evet ama
manşetlerinizi okudum ve hepsi çok iyiydi. Onları “Beğendim”. (Güler) Bu
korkutucu bir şey. Bir Tweet ile koltuğun sahibi mesleğinizi ortadan
kaldırabilir. Ve bunu yaptı. Yok etti. Ve bunu yapan sadece o değildi. Bunu biz
seçtik. Tekrarlıyorum, bunu aslında bizim istediğimiz, Bradbury’nin dahiyane
fikridir. Bradbury olsaydı, böyle olmasını siz istediniz derdi.