Mehmet Günsür: “Karanlıkla ışığın arasındaki hikaye Kanaga”

Mehmet Günsür: “Karanlıkla ışığın arasındaki hikaye Kanaga”
2000’li yılların başında çevremde ciddi bir Mehmet Günsür fırtınası vardı; lise arkadaşımın heyecanla “Bahariye’deki Mudo mağazasını geçtim koştururken Mehmet Günsür’ü gördüm, Allah’ım nasıl bir karizmadır” diye beni aradığı anı unutmam. O dönemde dünyam Dawson’s Creek ve Buffy the Vampire Slayer’dan ibaret olduğu için bu girdabın içine girmemiş ve olaya tamamen Fransız kalmıştım. Derken bir gün 2002 yapımı L’Italiano filmini izlemiş ve Mehmet Günsür’le sonunda tanışmıştım. Ancak dürüst olayım, film benim için hayal kırıklığıydı. Hamam’ı izledikten sonra ise bu fırtınanın kaynağını anladım ve artık Günsür’ün adı da defterin sağ üst köşesine kazındı.

Mehmet Günsür’le röportaj yapmadan önce kime onunla sohbet edeceğimi söylesem sektörden olan ve onu tanıyan herkes sanki ağız birliği yapmış gibi aynı cümleleri sarf edip durdu: “Oyuncular arasında ben onun kadar kibar ve sıcak birini görmedim.” Şu cümlede en ufak bir mübalağa olmadığını çekim günü stüdyodan daha adımını attığı an gördüm. Öncesinde kendisiyle ilgili “Müzik konusunda inanılmaz bir birikime ve zevke sahip; saatlerce müzik konuşabilirsin onunla” bilgisini de alınca teste tabi tutulan lise öğrencisi edasıyla bir playlist oluşturdum ve ortaya da tabiri caizse Mehmet Günsür’ün “delirdiği” bu kareler çıktı. “Bu adamı hep bir bohem, çiçek çocuk görüyorlar; yeter artık” isyanımız sonucu yaratılan konsept, onun içindeki ruhla eşleşti.

Çekimden sonra tabii ki ilk konu Günsür’ün hem kamera önünde hem de arkasında yer aldığı web dizisi Kanaga oldu. Büyük ihtimalle bu röportajın Kanaga kısımlarını okurken Mehmet Günsür röportajı değil de, bir fizikçiyle yapılan röportajı okuyor gibi hissedeceksiniz. Çünkü karşımda dünyanın dört bir yanını gezip geçmişi ve bugünü araştıran birini bulmuşken varoluşsal meselelere girmemek olmazdı. Merak etmeyin; Fi’nin Deniz’in arkasından konuştuğumuz, Ferzan Özpetek’in yönettiği Hamam filmini andığımız bu sohbetin bir yerinde O Şimdi Asker filminin adına bile rastlayacaksınız. Bir sonraki sohbetin sadece müzik olmasını dileyerek (Röportajın başlığı bile belli “Rock is not dead”) ayrıldığım Mehmet Günsür’le ilgili yapılan tüm yorumların az bile kaldığını belirterek sizi, onun en azından RaniniTV’ye yansıyan dünyasına davet ediyorum. 


 
Kişisel hayatımızdaki en basit sorulara bile cevap veremez ve onları düğüme dönüştürürken varoluşsal mevzulara giriş rehberi niteliğinde bir iş çıkardınız Kanaga ile. Sizi bu diziyi yapmaya yönelten neydi?
Öncelikle bütün ekibin görsel sanatlarla ilgileniyor oluşu bu durumu etkiledi. Ben oyuncuyum, eşim Caterina (Mongio) yönetmen, kayınbiraderim Kaan (Yüceil) hem prodüktör hem de Sümerolog, yönetmenlerimizden biri olan Tolga (Yüceil) editör olmakla beraber Kanaga’nın özel efektlerine de katkıda bulundu ve müziklerin bazılarına imza attı. Yeğenim sinema okuyor ve kendi filmlerini çekiyor. Ablam ise Kadir Has Üniversitesi’nde Tiyatro Bölüm Başkanı. Yani hepimizin hayatında görsel sanatlar başrollerden birine dönüşmüş durumda.

Nasıl başladığımıza gelirsem; ben 2012-2014 yılları arasında Muhteşem Yüzyıl’da oynuyorken Kaan, Tolga ve Caterina hikayeyi yazmaya başladılar. Hepimiz doğayı, eski mitolojiler ile kültürleri, bu güzel gezegendeki her türlü çeşitliliği çok seviyor ve insanoğlunun aslında potansiyelini yeterince iyi kullanmadığını düşünüyoruz. Bilim ve bilimin açıklayamadığı teoriler de ilgi alanlarımızdan. Bununla beraber bu gezegene karşı bir sorumluluğumuz olduğunu düşünen bireyleriz. Tüm bunlara dünyayı gezip görmeyi sevme isteğimizi de ekleyip bir şeyler yapmak istedik ve ortaya Kanaga çıktı. Küçük bir fikirle yola koyulduk ve bu bir anda web dizisine dönüşerek onunla beraber daha kapsamlı, derin bir hale gelmeye başladı. Aslında Kanaga’yı salt web dizisi olarak tanımlayamayız. Çünkü www.kanaga.tv adresini ziyaret ettiğinizde orada gerçekten değerli ekstra videolar olduğunu göreceksiniz. Çeşitli müzikler ve de bize ilham veren şeylere de yer verdik web sitemizde. Kısacası insanları bir yolculuğa çıkarmak, onlara bir hikaye anlatmak ve de biraz ilham vermek için doğdu bu proje.
 
Kanaga adı ve de sembolü nereden geliyor?
Afrika Mali’de Dogon isimli bir kabile yaşıyor ve bu kabile oldukça yüksek bir astronomi bilgisine sahip. Özellikle Sirius takımyıldızıyla ilgili çok fazla şey biliyorlar. Ve tahmin edilebileceği gibi aslında medeniyet seviyeleri o kadar da yüksek değil.
Üzerinde insan figürü olan bir maske kullanıyorlar. Kanaga sembolü de o figürden geliyor. Biz tabii biraz daha stilize ettik. Kanaga’nın bir diğer adı da Squatter Man. Dünyada arkeoloji dilinde öyle deniliyor. Bu sembol çok enteresan bir özelliğe sahip. Her kıtada belli yerlerde, değişik zamanlarda yapılmış, daha çok kuzeye bakan kayalarda bir şekilde bu sembolü görüyoruz. Avustralya’dan İtalya’ya, Güney Amerika’dan Afrika’ya dünyanın her yerinde var. Fakat bilim, birbirinden haberi olmayan insanların farklı zamanlarda nasıl bu sembolü yapmış olduğunu hala açıklayamıyor. Çeşitli teoriler var ama kanıtlanmış hiçbir şey yok. 
 
Kanaga’nın ilk bölümünün başlangıcında kaynağa, öze iniyorsunuz ve bugün bunların hepsini nasıl yok ettiğimizden bahsediyorsunuz. Bugün bakıldığında bu öze dair en çok sorguladığınız unsur nedir?
Kanaga’nın da çıkış noktası olan doğayla ve doğanın içindeki, bize sunduğu her şeyle olan ilişkimiz. Doğadan giderek koptuk. Doğa derken bunun içinde astronomi, astroloji, yeryüzü, gökyüzü, mevsimler, bitkiler, su, rüzgar, güneş ve bütün canlılar var tabii. Gezegenimiz eğer yaşayan bir canlıysa ki ben öyle olduğuna inanıyorum; onun yekününe duyduğumuz saygı ve sorumluluk bence bugün unuttuğumuz en büyük ve de önemli değer. Eğer bunu hatırlarsak insanların birbirlerine duyduğu saygı da artacak ve davranışları düzelecek. Bu aslında bir bakış açısı, hayatı okuma şekli. Belki de eski insanların ilk öğrendikleri basit bilgileri bile unuttuk şu anda. İnsanın doğayla bağlantıda olması bu bilgileri bize hatırlatabilir ve de enerjimizi yükseltebilir. 

Bize uzun gelen ama dünya tarihinde çok kısacık bir zamandır bu gezegendeyiz ve her anlamda çok büyük evrimler geçirdik. Şu dönemde de bir değişimin parçası olduğumuzu hepimiz hissediyoruzdur. Gerçekten bir değişim başladı. Bunun ne kadar uzun süreceği aslında sadece bize bağlı.
 
Kanaga’nın ilk sezon çekimleri ne kadar sürdü? Bu denli kurgu ve gerçeğin iç içe olduğu bir işin her aşamasında yer almak sizi ne yönde zorladı? İşin biraz mutfak kısmından bahsedebilir misiniz?
Kanaga’nın çekimlerine başladığımız sırada ben çok yoğun bir şekilde Muhteşem Yüzyıl’da çalışıyordum. Muhteşem bittikten sonra başka işler oldu. Yani bir şekilde hep çalışıyordum aslında. O yüzden bu işi biraz zamana yaymak zorunda kaldık. Bulabildiğimiz mekanlara göre senaryoya yeni dokunuşlar yapma şansımız oldu. Dizide gördüğünüz her yere dört beş kişi gittik. Ancak bize yardım eden çok fazla kişi oldu bu süreçte.

Kurmaca diziyi çekerken bir yandan da gerçek öğelerden faydalandık. Bazı bölümlerde mesela gerçekten bulunduğumuz arkeolojik alanda görevli olan kişi anlattı tarihi eserleri. Göbeklitepe’yi rahmetli Alman arkeolog Klaus Schmidt’ten dinliyoruz. Bu kısım dizide yok ama web sitesine koyduk. Böyle videolar, projeye çok büyük bir gerçeklik hissi veriyor bir yandan. Aynı zamanda tamamlıyor da. Kanaga’da dünyayı kurtaran insanların hikayesini anlatıyoruz ve gittiğimiz, karşılaştığımız her kültürde de dünyayı kurtaran insanları arıyoruz. Hepimiz dünyayı birçok şekilde kurtarabiliriz aslında. Bunun için süper güçlere ihtiyacımız yok. Bizim arzumuz aynı değerlere sahip insanların bir topluluk oluşturarak bir araya gelmeleri. En azından birbirlerinin varlıklarından haberdar olmaları bile bizim için yeterli. O yüzden bu yaptığımız bizim için sadece dizi değildi, çok daha kapsamlı bir işti. Karanlıkla ışığın arasındaki hikaye Kanaga.
 
İlk bölümde sınıfta yaptığınız bir konuşmada “Ben kuramsal fizikçiyim; şimdi ise deneysel bir fizikçiyi çağıracağım” diyorsunuz. “Gerçek sadece gördüğün müdür?” sorusunu temeline yerleştiren, yüzyıllardır insanları ikiye ayıran kavramlar kuramsal ve deneysel. Peki, Mehmet Günsür gerçek hayatta dünyaya dair hangi konuda kuramsal, hangi alanda deneyselci olmak isterdi?
Aslında ben sadece deneyselci olmak isterdim. Keşke bütün teorilerin deneyleri yapılabilseydi. Deneyselcilik bence işin mutfağı ve kesinlikle sürprizlerle dolu bir alan. Gerçek bence gördüğümüz kadar. Gördüğümüzden kastım da okuyabildiğimiz kadar oluşu. Çünkü göremediğimiz binbir türlü başka gerçeklikler var.
 
Hayata, dünyaya dair en çok sorguladığınız konu nedir? Dizide gördüğümüz farklı coğrafyalar sizi nasıl etkiledi?
İnsanoğlunun, yolculuğunda kendi yarattığı sistemlerden daha ileride olduğunu düşünüyorum. Yani şu anda dünyadaki bütün ekonomik, eğitime dair ve politik sistemler çok eski kalıyor. Ve artık yetmiyor bu sistemler. İnsanoğlunu tatmin etmiyor. İnsanın evrimi daha hızlı oldu.

Farklı coğrafyalara gelirsek özellikle Mezopotamya bizi çok etkiledi. Mardin harikaydı. Oradayken Mezopotamya’daki uygarlıkların dönemlerine göre ne kadar ilerde olduklarını bir kez daha anladım. Bir de Harran’daki kaya kalıntıları, taşlar ve Mardin’de gezdiğimiz mağaralar dahil eski yerler kelimenin tam anlamıyla çok büyüleyiciydi. Göbeklitepe’yi söylememe gerek yoktur sanırım. Klaus Schmidt, sadece benim aşağı inmeme ve o taşlardan birine dokunmama müsaade etti çekim için. İnanılmaz bir andı; belki de dokunduğum en eski şeydi o taş. 12 bin senelik. Bunlar tabii ki benim gibi tarihi seven, eski uygarlıkları merak eden biri için çok keyifli. Oralarda olmak, o enerjiyi hissetmek daha çok sorular sormamıza ve daha fazla düşünmemize neden oluyor. Hem bugünü hem de geçmişi sorguluyorsunuz.
 
Sona erdi ama Fi’den bahsetmeden olmaz. Üçlemeye bakıldığında Deniz’in anti-kahraman bir yönü de var kanımca; okuyucunun ondan nefret ettiği anlar da oluyor ama dizide bu durum biraz yumuşatılmıştı. Anti-kahramanlık perspektifinden siz Deniz’i nasıl yorumluyorsunuz?
Kitaptan diziye uyarlanırken belki de en çok değişen karakterlerden biri Deniz’di. Hikaye de o anlamda değişti. Özellikle ilk kitabı düşünürsek anti-kahraman diyemeyiz pek Deniz’e. Çünkü ona hak vermeyeceğimiz çok fazla şey yapmıyordu. Sadece belli konular üzerine çok net, belli prensipleri vardı. Dizide de öyleydi tabii. Oldukça kibirli, özgüveni çok yüksek ve bu yüzden de bazen kör olabilen bir adam Deniz. Aslında dizide kahraman da yok ki anti-kahraman olsun. Birinci kitabın sonunda Duru, Can’ı seçince Deniz de bir köye gidiyor ve ikinci kitap boyunca orada yaşıyor. Kimseyle konuşmuyor, sadece çocuklarla iletişim kuruyor. Doğanın içine atıyor kendisini. Bu da Deniz’in değişiminde çok önemli bir rol oynuyor. Zaten sonra doğayla ilgili çok ulvi bir projeye başlıyor.


 
Fi, Çi, Pi üçlemesi kendine bir yolculuk aslında. O son “kestik”i duyduğunuzda kendinizi nasıl bir yolculuğun son durağında buldunuz?
Hepimiz için unutulmaz bir yolculuktu; orası kesin. Bir kere böyle bir işin parçası olmaktan gurur duyuyorum. Türkiye’de ilk defa bir şeylere ön ayak olduğumuzu düşünüyorum. Güzel bir ilk örnek olduk. Benim için oldukça yoğun bir süreçti tabii bu. Çekimlerin olduğu dönem dört gün İstanbul’da, üç gün Roma’daydım. Her hafta iki kez uçağa biniyordum ve bu tam bir yıl sürdü. Bu nedenle eşimle ve çocuklarımla da gurur duyuyorum. Bu zorlu süreci harika şekilde atlattık ve başardık. Fi’nin gerek kamera önü gerekse kamera arkasındaki tüm arkadaşlarımı tebrik ediyorum. Hepimiz için zorlu bir yolculuktu ama başarılı olduğu kesin. O yüzden bitişinde her işte olduğu gibi melankolik duygular hakimdi. Herkes ayrı ayrı veda etti dizide. Ben birkaç kişinin final sahnesini görebildim. Ozan (Güven), Serenay (Sarıkaya) ve Berrak’ın (Tüzünataç) final sahnelerini göremedim. Eğer hepimiz orada olsaydık büyük bir enerji ve kutlama olurdu. Yönetmenimiz Mert (Baykal) için enteresan olsa gerek. Çünkü hep kaldı ve resmen hepimizi tek tek uğurladı.
 
Filmografinize bakıldığında ciddi anlamda ince eleyip sık dokuyanlardan olduğunuzu söyleyebiliriz. Projeleri değerlendirme konusunda öncelikleriniz neler? Bugüne kadar rol aldığınız yapımlarda “Aslında bu iş benim için bir istisnaydı” dediğiniz bir proje oldu mu?
Ben de ince eleyip sık dokuduğumu düşünüyorum. Aslında önceleri bu konuda daha da katıydım. İçgüdüsel bir şey bu benim için. Bir hikayeyi okuyorum ve ya heyecanlanıyorum ya da heyecanlanmıyorum. Bu nedenle hikayenin daha önce anlatılmamış olması benim için çok önemli. Geçmişe dönüp baktığımda “Bu iş benim için istisnaydı” dediğim hiçbir şey olmamış. Her işte insan bir sürü şey öğreniyor ve bizim için bir ring orası. Ne kadar çok antrenman yaparsan o kadar iyi aslında.
 
Kanaga’nın ikinci sezonu da olacak duyduğum kadarıyla. İkinci sezonda özellikle hangi konuların derinine ineceksiniz ve nasıl bir rotanız olacak? Kanaga dışında ne gibi projeleriniz var?
Biz Kanaga’yı en başından beri hep üç sezon olarak düşündük. Ve ilk sezonu kendi imkanlarımızla çektik. İkinci sezonun hikayesi hazır ama çekebilmemiz için desteğe ihtiyaç var. Sponsorlara ihtiyacımız var ve para bulmamız gerekiyor. Çünkü ikinci sezonda uğrayacağımız duraklar daha fazla. Güney Amerika, Afrika ve Asya var rotamızda. Hikaye çok daha fazla genişliyor. O yüzden umarım şansımız yaver gider ve istediğimiz bütçeyi toplayıp hayalimizdekileri çekebiliriz. Kanaga dışında bu yaz belki İtalya’da bir film de rol alma durumum var. Onun dışında senaryo okuyorum. Bir de kurmayı düşündüğümüz bir prodüksiyon şirketi var. Bakalım hayat devam ediyor.
 
Fotoğraf çekimi sırasında sizinle ilgili tüyoyu aldım; söz konusu müzik ise saatlerce sohbet edebilirmişsiniz (gülüyoruz.) Roxy’nin işletmeciliğini yaptığınızı duyduğumda epey şaşırmıştım. Benzetmeleri sevmem ama bir ara gerçekten Türkiye’nin Studio 54’ydü Roxy. Müzik ve Mehmet Günsür yan yana geldiğinde bizi nasıl bir playlist karşılar?
Evet, 1994’ten 1998’e kadar Roxy’nin içinde Roxanne adında bir restoran vardı. Oranın işletmeciliğini yaptım. Playlist konusuna gelince benim sevdiğim tek bir müzik türü yok. O yüzden de farklı janrlarda bir liste vereyim.

Kurt Elling – Higher Vibe
Michel Camilo – From Within
Average White Band – Pick Up the Pieces
Massive Attack – Paradise Circus
Tool – Lateralus
Puscifer – Queen B
Metallica – The Four Horsemen
Miles Davis – So What
 
The Dawn isimli müzik grubunda çalıyordunuz. Müzik sizin için tutkuyken yakın zamanda projeler görür müyüz?
The Dawn harika bir projeydi. Hepimiz üniversite arkadaşı olan babaların çocuklarıydık ve beraber büyüdük. Müzik zevklerimiz de bir şekilde sinerji oluşturdu ve çok güzel şarkılar yaptık. Hala kayıtları var bende aslında. Şu an hepimiz dünyanın farklı bir yerindeyiz. Dawn grubunun İstanbul’daki üyeleri Emre Ali ve Uluç çalışmalara hala devam ediyor. Bir arkadaşımız Avustralya’da, ben de Roma’dayım. Kanaga projesi için bir şarkı yaptık. Yakında duyacaksınız (gülüyor.)

İtalya’da yaşam ve de çalışmak, bugünkü Mehmet Günsür’ün kimliğini nasıl şekillendirdi?
İtalya’ya ilk kez 23 yaşında geldim; 1998 yılıydı. O günden sonra da kaldım aslında. Yirmi sene olmuş. Başka yerlere giderek daha yoğun bir şekilde yaşayabiliyor ve daha çok tecrübe edinebiliyorsunuz. Kendi ülkenizi bırakıp başka bir ülkeye gidince zaten her şey yeni ve orada da hayata atıldığınız için çok fazla şey öğreniyorsunuz tabii. Ev arkadaşlarımdan, çalıştığım yerlerden öğrendiklerim uçsuz bucaksız. Evlendim, baba oldum ve üç çocuğum var şu an. Değişimler hiç bitmiyor. Her şekilde ayak uyduruyoruz ve daha iyiye gitmeye çalışıyoruz. Bu herkes için aynı aslında.
 
Filmografinizde hangi işiniz olmasaydı yerinde ufak çapta bir kara delik oluşurdu?
Aslında filmografime baktığımda gerçekten bayağı kuvvetli işler söz konusu. O nedenle hangisi çıkarsa yerinde bir kara delik oluşurdu. Hamam olmasaydı ben belki şu an İtalya’da olmazdım. O Şimdi Asker benim için çok önemli bir filmdi. Keza Aşk Tesadüfleri Sever de öyle. Beyaz Gelincik dizisi için de aynı durum söz konusu. Ve tabii Muhteşem Yüzyıl’ı da ekleyebiliriz.
 
Romantik, mütevazı, kibar, sıcak… Sizi tanımlayan anahtar kelimeler asla değişmiyor. Etiketleri kaldırsak ve standart bir gün üzerinden size, hayatınıza baksak nelerle karşılaşırız?
Standart bir gün demek, günün büyük bir kısmının zaten çocuklarımla geçiyor olması demek. Eğer çocukları okula ben götürüyorsam gün benim için erken başlıyor ve arada kendi işlerimi hallediyorum. Eşimle yemek için buluşuyorum ayrı ayrı işlerimiz olduğunda. Öğlen 3’ten sonra da evde buluşuyor oluyoruz genelde. Ondan sonra oyunlar ve yemek derken zaman öyle geçiyor. Saat 10’da gece bize kalıyor.
 
Hayatınıza ve kariyerinize dair uğruna çılgınca bir adım bile atabileceğiniz hedefler / hayalleriniz var mı?
Her türlü mutluluk için aslında çılgınca adımlar atabilirim. Fakat onun dışında girişimcilik gibi çılgınca adımlar bana göre değil aslında. Hayatımızı değiştirmek için çılgınca adımlar atabiliriz.


 
KISA KISA
 
Son zamanlarda sizi en çok etkileyen film(ler):
Ladybird, Primer, Steve Jobs (Danny Boyle’ın yönettiği), Three Billboards Outside Ebbing Missouri, Birdman, La Grande Bellezza.
 
İzlemekten keyif aldığınız ve defalarca izlediğiniz film(ler):
Blade Runner, Playtime, Fight Club, Spirited Away, The Incredibles, Back to the Future, Memento, Intacto, Reservoir Dogs, Amelie.
 
Çok abartıldığını düşündüğünüz film(ler):
Dancer in the Dark, I Am Love.
 
Takip ettiğiniz diziler:
Gomorra, The OA, Mozart in the Jungle, Game of Thrones., American Gods, Better Things.
 
Bugüne kadarki yaşamınızı bir yönetmen çekecek olsa hangisinin dili sizi yansıtırdı? Ve bu film, hayatınızdaki hangi olayla açılışı yapardı?
Danny Boyle yansıtırdı. Ortada hiç öyle bir şey yokken ablamın ilkokul öğretmenine, bir kardeş beklediğini söylemesi ve öğretmenin veli toplantısında annemi tebrik etmesi anıyla açılışı yapardı film.
 
Herkese önerdiğiniz kitap: 
Neil Gaiman – The Sandman.
 
Şu an veya son olarak okuduğunuz kitap: 
Davig Eagleman – Beyin Senin Hikayen.
 
Son zamanlarda en çok dinlediğiniz müzisyen / şarkı:
Owane – Fashion.
 
Son zamanlarda en çok etkilendiğiniz tiyatro oyunu:
Killology.
 
En çok seyahat etmek istediğiniz şehir / ülke:
Lizbon.
 
En sevdiğiniz şehir / ülke
Kamboçya.
 
En sık kullandığınız kelime / söz kalıbı:
Mükemmel, harika.
 
Bir buluşa imza atmış olsaydınız bu ne olurdu?
Fazla enerji depolayabilen doğaya saygılı pil.
 
Hayatta olan veya hayatını kaybetmiş ünlü bir kişilikle (yazar, oyuncu, bilim adamı, yönetmen, futbolcu vs.) karşılıklı oturup bir konu üzerine konuşacaksınız. Kimi ve hangi konuyu seçerdiniz?
David Bowie, Chris Cornell ve Prince’le müzik muhabbeti.
 
Bugünkü Mehmet Günsür’ü betimleyen söz (replik, edebi alıntı, şarkı sözü, minibüs arkası sözü vs.)
“Şöyle bir oturalım...”

Röportaj: Cansu Uras
Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu
Styling: Oğuzhan Erdoğan (@oscarmorriss)
Fotoğraf Asistanı: Alper Kemal Özkorkmaz
Styling Asistanı: Ezgi Aydemir  



BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER