adlı uyarlamalardan sonra bir süre televizyon dizilerinde adını duymadık ama beyazperdeden hiç uzaklaşmadı. Çağan Irmak bu akşam yayına girecek olan Kanal D dizisi Gülizar'a kadar üç sinema filmi yaptı, son filmi "Çocuklar Sana Emanet" ise post prodüksiyon henüz aşamasında.. Mahinur Ergun'un yönettiği
nda ilk sahnelerini çekmeye başlayan; bir yandan da durmaksızın hikayeler kurduğu, senaryolar yazdığı anlatılan Çağan Irmak'ı bir seyirci olarak ilk kez
'ta tanıdım. O zamanlar televizyona mesalefi duran, sadece belgesel izleyen ben, ilk kez bir dizi izlemeye başlamıştım. Tüm ülke gibi. İzlenme rekorları hâlâ egale edilemeyen Asmalı Konak'ta yönetmen Mahinur Ergun senarist olmuş, Çağan Irmak ise yönetmen koltuğuna oturmuştu. Televizyon sektörü için bence kadim zamanlardı...
Blogger olduğum zamanlarda Mahinur Ergun'la yaptığım bir röportajda Çağan Irmak'tan bahsederken "Asmalı Konak'ta yazdığım her cümleyi son damlasına kadar ekrana yansıttı. Bir seferinde "Horoz konağa döner ve sinirli sinirli öter" yazdım, onu da çekti" diyerek anlatmıştı aralarındaki etkileşimi. Hakkında tonla anekdot, anı dinlediğim Çağan Irmak'la sohbet etmeye giderken aklımda Babam ve Oğlum vardı. Filmin ilk karesinde akmaya başlayan gözyaşlarım, roll caption bitip perde karardıktan sonra da devam etmişti. Çoğu zaman yaptığı işleri heyecanla izlediğim, bazı zamanlarda işleriyle arama mesafe koyduğumu hissettiğim Çağan Irmak'la, Gülizar setinde buluşacağız. Aslında İzmir çekimlerine gidecektim ama bir türlü iş programımı denk getiremedim. Irmak'ı İzmir sokaklarında çekim yaparken gözlemek isterdim, kısmet olmadı.
Heyecanlıyım çünkü artık çok çok az röportaj yapıyorum ve Çağan Irmak'ı ilk kez monitör başında göreceğim. Heyecanlıyım çünkü Gülizar setini göreceğim. Görece güzel bir İstanbul öğleden sonrasında sete vardığımızda yaklaşık 80 kişilik ekip yemek arası vermişti. (Yalnız benim sizden pişi alacağım var Manolya Hanım. Davetlere de daima açığım^^) Görkemli "Sepetçi Çiftliği'nin içindeki o görkemli konaktan bahsetmezsem olmaz. Mekan ilk kez bir dizi için kullanılıyor. Size konağın büyüklüğünü tarif etmem imkansız. Muhteşem bir arazi içine yerleşen, yapımın sıfırdan giydirdiği yani bütün mobilya ve aksesuarların dizi için özel olarak yerleştirildiği mekanda Farah Zeynep Abdullah, Ömer Berk Cankat, Sevtap Özaltun, Berk Erçer, Baran Can Eraslan, Goncagül Sunar, Zuhal Gencer ve Şerif Sezer var. Oyuncularla ayak üstü selamlaştık ve bir tenhaya kaçıp Çağan Irmak'la sohbet etmeye başladık.
● Kısmetse, cumartesi akşamı Kanal D ekranında Bir Çağan Irmak Dizisi'yle tanışmaya hazırlanıyoruz…
Aslında "Bir Çağan Irmak Dizisi" ya da "Bir
Çağan Irmak Filmi" tamlamasını hiç kullanmamıştık. Şimdiye kadar, hep “Çağan Irmak’tan”
diyorduk. “Bir”den korkuyorum ben.
● Neden?
Çok fazla sorumluluk yüklüyormuş gibi insanın
üstüne, fazla iddialı. Ürküyorum, “bir” kelimesinin “artı bir” ile başlama anlamına
gelmesi rahatsız ediyor beni. Mütevazı görünmek değil derdim ama, bu durum seyirci algısını
bozar diye düşünüyorum. Keşke mümkün olabilse de benim işlerimi de
başkasının işlerini de tamamen tarafsız gözle izleyip, konuşabilsek.
● Gülizar hikayesini kurduğunuz ve senaryosunu da yazdığınız bir proje, biraz süreci anlatır mısınız?
Şöyle oldu süreç; biz O3 Medya ile
bir dönem dizisi yapmak üzere masaya oturduk. Ben o zamanlar Netflix ve
BluTV’den çok fazla yabancı dizi izliyordum. Yabancı dizileri izleyerek;
dünyanın nereye geldiğini, neler yapılabildiğini görüp, kendimi beslemekti
amacım. Biz de O3 Medya ile o global kafada ve anlayışta bir dönem dizisi yapmak istedik. Gülizar'ın önce bir dönem işi
olarak yazılmasının da sebebi buydu. Yazıldı ama ben değişime uğrayacağını,
Scripta Yazı Grubu'na hikayeyi vereceğimi biliyordum. Dünyanın ve hikayenin tonuna örnek olması açısından ilk
iki bölümü yazdım. Sonra dedim ki “kesin, biçin, atın, dökün” ama çıkış
noktasını bu olsun. Onlar da bana “Çağan, sen dönem işi yaptın, gel biz bu
hikayeyi günümüze evirelim” dediler. Hiç itiraz etmedim, çünkü doğru
söylüyorlardı. Detaylar değişti ama işin matematiği aynı kaldı. Görüntüsü,
dokunuşları değişmesine rağmen aslında Gülizar bir Yeşilçam hikayesi. Çıkış
noktası da Türkan Şoray’ın kahkahası ve gözyaşı. Hani pavyonda çalışan bir
kadın olup da, elini beline dayayıp, küfür ettikten sonra kapının arkasına gidip
ağladığı anı hatırlar mısınız, işte tam o anı anlatıyor Gülizar.
● Etkileyici bir çıkış noktasıymış.. Gülizar kendi şarkılarını söylüyor. Tanıtımlarda gördüğümüz
kadarıyla da “banko” denilen türden şarkıları yok daha derdi olan sözler
yazıyor. Bu durumda, günümüzdeki popüler kültürle ilgili eleştirel bir
takım yaklaşımlarınız olacak mı?
Popüler kültürü eleştirmek istemiyorum
açıkçası, bu bana çok eski bir kafa geliyor. “Bizim zamanımızda böyle şeyler vardı”
cümlesinden çok sıkıldım. Ben şimdi gerçekten o popüler kültürü ve bu gençleri
anlamak istiyorum. Harika bir sette çalışıyorum ve çocuklara herşeyi soruyorum.
Artık sorar hale geldim. Yaşlandıkça daha az şey bildiğimi fark ettim. Eskiden
ben onlara öğretirken şimdi onlar bana öğretiyorlar. Ve bu zaten böyle olmalı. Soruyorum "bu ne işe yarıyor, bu ne” diye. Popüler
kültürü eleştirmeden önce iyice anlamak gerekiyor. İçinde olduğun durumu
eleştirmek ergen öfkesi gibi geliyor bana. Ve bu öfkenin bana, daha önce
yaptığım işlerde zarar verdiğini gördüm. Mesela ilk sinema filmim Bana Şans
Dile tam öyledir ve kötü filmdir. O yüzden bir şeyleri eleştirmeden önce artık
biraz daha sağlam kafayla ve dinginlikle değerlendirmek gerekiyor. O zamansız
yaptığın eleştiri eğer eleştirilecek bir yeri varsa adresini bulabiliyor. Bana
en çok sorulan sorulardan biri; gündem filmi yapıp, yapmayacağım. Hayır, şimdi
değil. Daha sonra yapacağım, önce sindirmek lazım.
● Tanıtımlardan
anladığımız kadarıyla Gülizar şarkılarını söylemek isteyen bir kız..
Ama o kadarcık da değil tabii. O kısmı devede
kulak, inanın..
● Elbette değildir ama önce "devede kulak" kısmını yani şarkıları sormak istiyorum. Diziye özel mi hazırlandı?
Tabii, tabii, Çiğdem Erken yapıyor bütün
şarkılarımızı. Farah çok güzel yorumluyor. Hatta "Farah yine şarkı
söylüyor acaba bu dizi yeni bir Unutursam Fısılda mı olacak" dediler. Evet, filmde de, Gülizar’da da
şarkıcı olmak isteyen Farah var ama o kadar. Hatta çok da güzel olacak bence.
Mesela; Unutursam Fısılda da nasıl şarkıcı olmuştu, acaba burada nasıl olacak?
İzleyici bu ayırımı görecek. 68’lerde başlamıştı hikaye Unutursam Fısılda da
bugüne gelmişti. Şimdi 2018’de bir genç kız nasıl, hangi sosyal medyayı
kullanıp, hangi enstrümanları kullanıp da bu kitleye kendini kabul ettirecek,
hangi bloggerlara çıkacak? İşte tüm bunlar çok eğlenceli oldu benim için.
● Cast oluştururken nasıl karar verdiniz?
Önerilere de açık oldum tabii ama, ana
castta son söz benimdi. Oyuncularımı genellikle tiyatrodan tercih ediyorum.
Çünkü orası bir er meydanı. Tiyatro sahnesinde oynadıktan sonra dizi setinde
her şeyi yapabilirler gibi geliyor bana. Genel anlamda günümüz oyunculuklarıyla ilgili gördüğüm en büyük sıkıntı; kodlanmışlık benim için. Artık kodlanmış
oyunculuklarla ilerliyoruz dizilerde.
● Evet.. Sizin televizyon yolculuğunuza bakınca bence önce Asmalı
Konak’ta sonra Çemberimde Gül Oya’da ezber bozmuştunuz; gerek oyunculuklar
gerekse dünya kurmak anlamında..
Aslında ezber bozmak gerçeğin kendisini
yakalamaktır biliyor musunuz? Çoğu zaman ben yokum, kamera da yok, gerçek
hayatta ne olursa, ne hissederseniz onu oynayın dediğim oluyor sahneyi
çekerken. Bu oyuncuların da suçu değil sistem sizden kodlanmış bir oyunculuk
istiyor. Ağlamak aynı ağlamak. Hatta dizilerin sürelerinin uzun olmasından
mütevellit oyuncular tuhaf bir gerginlik içinde oynuyorlar. Kapıyı açarken bile
yavaşlar ve gerginler. Niye? Süre uzasın diye. Bu gerçekten çok kötü bir miras
olarak dönüyor sektöre ve geleceğe.
● O zaman da geliyoruz şu süre meselesine..
Süreler aza indirgenmeli. Çalışma şartlarının düzelmesi, oyunculukların
daha iyi çıkması ve seyircinin zekasına hürmet eden işler yaratabilmek için
süreler gerçekten aza indirgenmeli. Bizim karakterlerimiz çok konuşuyor, çok konuştuktan sonra artık
inandırıcılığınızı yitiriyorsunuz. Oysa aynı şeyi bir dakikaya sığdırırsanız
jilet gibi bir sahneye imza atacaksınız, tokat gibi çarpacak yüzünüze. Ama o
sahneyi üç dakikaya yayınca etkisi de gidiyor. Süreler azalırsa bu bize iyi
oyunculuk, iyi teknik malzeme, iyi bir ambalaj olarak geri dönecek.
● Günümüzde dizilerin maliyeti pahalı, çok yüksek bütçeler dökülüyor ortaya..
Gerek yok, gerçekten o kadar yüksek bütçelere gerek yok, inanın. Bir odanın içinde, dört kişi
ile zehir gibi bir fikirle bir saat boyunca seyirciye bir şeyi izlettirebilirsin. Yeter
ki öyle parlak bir fikrin olsun.
● Dünya
parmağımızın ucunda. Ne çıksa izleyebiliyoruz. Bazı yabancı dizileri
izlerken “Allah kahretsin” diyorum. Siz bu hisse kapılmıyor musun?
Daha dün konuştuk “Allah kahretsin” diye.
Biz yapamaz mıyız? Yaparız çok da iyi yaparız. Var, bu sektörde bu güç var. Ama
hem seyircimizin hem bizim hem de kanalların gerçekten silkinip kendimize
gelmemiz gerekiyor.
● Geçen sene senaristler bir bildirge yayınladılar, süreler ile ilgili tedbirler
düşünüyoruz dediler.
Size bilinen bir fıkra ile cevap vermek
isterim. Cehennemde Türk’lerin kazanının başında hiçbir zebani durmazmış. Çünkü
onlar birbirlerini çekermiş. Biri gidiyor, diğeri “abi ben 50 liraya yazarım”
diyor. Bunu yapmamamız lazım.
● Hatta
bu bildirge yayınlandığında Cannes'daydım. Rastladığım bütün kanal yöneticileri
ile konuştum. Onlar dediler ki "biz açığız yani bize biri getirirse süre bu
şöyle bir iş var dese, biz yaparız" dediler.
Çok inanmıyorum yapabileceklerine... Süre dışında da Türk Sineması ya da Türk Dizi piyasası günceli, gerçeği yakalayamıyor. Hele Türk Sineması, o kadar eski kaldı ki çok üzülüyorum.
● Sinema demişken yakın zamanda “Çocuklar Sana Emanet”
diye bir film yaptınız.
Evet, Çok heyecanlandırıyor beni.
● Bizi
de çok heyecanlandırıyor. Ne aşamada?
3D efektlerde şu anda film.
● Ne
zaman vizyonda olacak?
Mart 23 gibi. Görünürde bir gerilim filmi
ama perdenin arkasında başka bir hikaye var. O da çok insana dokunan
bir yara aslında. Türkiye’nin genel bir problemi ama ne olduğunu söylersem
filmin izleme keyfi yok olur. Ama umut veren bir hikaye olacak inşallah.
● Hikaye ve senaryo yine sizin tabii?
Sinemada şimdiye kadar yaptığım bütün
filmlerin senaryolarını ben yazdım. Bir tek Nadide Hayat’ta ortak yazım oldu o
kadar.
● Biraz
nostaljik olacak ama televizyona uyarladığınız Keşanlı Ali Destanı da aslında çok kıymetli bir işti.
Çok severek yaptım. Keşanlı Ali; Haldun Taner’e olan saygımdan yaptım bir
proje idi. Ama o da uzun sürelerin kurbanı oldu. Aslında 6 bölümlük mini bir
dizi olsa ne kadar güzel olurdu.
● Yeniden gündeme gelmesi mümkün değil mi? Digital portallar var…
Keşanlı Ali öyle bir metin ki geleceğe de uyarlanabilir. O kadar çağdaş bir hikaye. Kolpa bir kahramanın
yükselişi. Aslında adam öyle değil ama öyle davranıyor ve çok ince bir mizah
duygusuyla ait olma hissi eleştiriliyor.
● Sizin yönetmenliğinizde, kendi senaryolarınızı bir kenara koyarak söylüyorum. En
önemli özelliklerinizden biri de kağıt üzerindeki dünyayı çok iyi
özümseyerek ve büyüterek sunuyorsunuz. Aynı şekilde oyunculuklarla ilgili de
benzer bir iltifat alıyorsunuz. Siz kendinizde hangisini daha önde
görüyorsunuz? Hiç olmamış bir oyuncuyu versek oynatabilir misiniz? Olmamış bir senaryoyu versek parlak bir dünya kurabilir misiniz?
Yapmaya çalışırım ama seyirci bunun sahte olduğunu anlar. Bana
sorarsanız yönetmenlik kazanç ve kayıp işi. İkisi gerçekten beraber. Olumsuz
anlamda söylemiyorum bunu. Şöyle ki; karşınızda 100 kişilik bir ekip ve 100
kişilik bir oyuncu gruba var. Hepsinin aynı anda aynı şey hissetmesi ve
düşünmesi ile peliküle aktarıyorsunuz. Bak nasıl yaşlıyım pelikül dedim. (gülüyoruz) Digitale aktarıyorsunuz. Şimdi burada 200 kişinin aynı şeyi aynı şekilde
düşünmesine ve hissetmesine imkan yok. Bu yüzden yönetmenlik bir kazanç ve
kayıp işidir. Ben yüzdeye vuruyorum, iyi bir film %80’i olmuş bir filmdir,
%100’ü bulamazsınız. Steven Spielberg bana göre hâlâ yaşayan en büyük yönetmen. Onun
bile %100 olmuş bir filmi yoktur. %85 ya da %80’i yakaladığında yönetmen, her şeyi
gerçekleştirmiş demektir. İşin gerçekten tabiatı böyle.
● Mesela..
Mesela; kamera önünde bir oyuncu var ve muhteşem
bir performans sergiliyor. Arkada bir perde uçuşuyor ya da vazo devriliyor
yanlışlıkla, ışık da kötü. Bir daha alalım mı diyorlar, hayır almayacağım
diyorum. Çünkü benim için ışık ya da arkada uçan perde %20 kayıp demektir. O sahneyi
bir daha alırsam oyuncu o kadar iyi oynayamayacak. %80 kayıbım %20 kazancım
olacak. Ben hep bu %80’in peşindeyim. Çünkü o perde zaten uçacak, hiçbir şeyin
mükemmel olmasına gerek yok böyle bir mucize yok. Mutlaka bir yerden fire
vereceksin. Sen yönetmen olarak o firenin nereden olacağına karar vermelisin ve
en iyisini almasın. Tamam, bazen perdenin gerçekten çok iyi uçması gerekiyordur,
bir atmosfer yaratıyorsundur. O zaman da o atmosferin peşinde koşup,
atmosferden kazanacağın %80’in peşindesindir ki, o çok az oluyor. Çünkü zaten
bir yerden sonra seyirci sadece ve sadece oyuncunun yüzündeki mimiğe bakıyor. Malzememiz
bu, oyuncunun yüzü. Televizyon piyasasında özellikle.
● Sektörde oyun yeteneği olmayan sadece güzel ve yakışıklı insanlarla yola çıkılan bir dönem geçirdik. Epeyce de uzun sürdü bu dönem. Şimdi biraz değişmeye başladı ama maalesef en geç anlayanlar da yapımcılarımız oldu, o da ayrı bir durum. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Yeteneksizsen, sadece güzel veya sadece yakışıklıysan bir
şey yapamazsın artık. Çünkü ben seninle, senin malzemenle bir hikayeyi anlatamam; mutlaka fire veririm. Bu yüzden şimdilerde durum yerini hem güzel/yakışıklı
hem yetenekli oyuncuya bıraktı. Bir de o zamanlar bir rahatlık vardı piyasada. Alternatif çok azdı. Şimdi bu çocuklar çok iyi olmak zorundalar. Gerçekten
çok çalışıyorlar .Çünkü biliyorlar ki artık alternatifleri var. Bunu bilmek
onlara da oyunculuk adına bir sürü şey daha katıyor. Bir de işin keyifli tarafı
oyuncu ile cebelleşmek. O bir şey söyleyecek sen bir şey söyleyeceksin. Ortada
beyin fırtınası olsun ki güzel bir iş çıksın.
● Bu tip yorumlara açık bir yönetmen misiniz ? Oyuncu, “karakter bu lafı söyler mi
bilemedim” dediğinde dinlemeye açık mısınız?
Evet, ikisi de. Hem açık hem dediğim dedik.
Açık kapı da bırakırım, kapanması gerekiyorsa da kapatırım. O, o anki duruma
bağlı. Mesela Issız Adam’da bir ayrılık sahnesi vardı. İki sayfa konuşuyorlardı
ayrılık üzerine. O kadar iyi oynandı ki sahne, o iki sayfayı yırttım senaryodan,
çekmedim. Bitti dedim bu sahne. Nasıl yani dediler, bitti çünkü siz bunu zaten
oynadınız, ben ekstra yazmışım dedim.
● Televizyonda eski star sistemi de çalkalanmaya başladı.
Lütfen çalkalansın artık. Bu arada çok güzel
alternatif şeyler yapılıyor Türkiye’de. Mesela 7Yüz, bayıldım.
● Digitalde
başarılı işler yapılıyor.
Televizyonda da ufak ufak başladı.
● İnşallah devam eder. Peki, Gülizar ile ilgili sizin söylemek istediğiniz bir
şey var mı?
Dün bir sahne çektik. Baba hasta yatağındayken etrafındakilere “sizin bir kardeşiniz var”
diyecek. Şimdi bu sahne bir klasik, defalarca televizyonda da sinemada da çekildi.
Biz kendi aramıza konuştuk, ne yapsak, nasıl çeksek diye. Sonra dedim ki; herşeyi
unutun; beni, kamerayı. Hatta herkes çıksın, ben de. Kamera burada kayıtta
olsun. Gerçek hayatta böyle bir şey yaşarsanız, ne yapardınız onu düşünün,
çıkan şey kabülümdür dedim. Dehşet oynamış hepsi, sahne inanılmaz oldu.
● Çok
merak ettim sahneyi...
Çok hoşumuza gitti. İşte bu gerçekliği
yakalamak aslında ezber bozmakmış. O dil çok hoşumuza gitti mesela. Yeni denemeler de yapıyoruz.
● Heyecanla bekliyor olacağız. Son olarak bu
röportaj yayınlandığı akşam yayında olacaksınız… Seyirciye ne söylemek
istersiniz?
Senaryoda İzmir sahneleri var, canım
İzmir’imde çektim. Hani böyle İzmir’de çalışırken de burnumun direği sızladı.
Benim için İzmir’in her sokağı ayrı bir anı. Bebekliğimden üniversite son sınıfa
kadar oralardaydım. Konak Sahnesi’nde ortaokulda tiyatro izlerdim, Yıldız Kültür’ü
ilk orada keşfettim bir gün yönetmen olursam onunla çalışacağım dedim. Issız
Adam’da çalıştım, Zuhal Olcay’ı da ilk kez o sahne izledim. Bir de İzmir çok az
değişmiş. Olumlu anlamda değişmiş daha da güzelleşmiş, yârim İzmir’in
yanaklarından öptüğümüz kokuyla geliyoruz ekrana öyle diyeyim.