Necip Memili: “Türk televizyonlarında bir seri katil hikayesi izleyebilir misiniz?”

Necip Memili: “Türk televizyonlarında bir seri katil hikayesi izleyebilir misiniz?”
Bir oyuncuya sorulabilecek en yanlış sorulardan birini söylüyorum: “Neden hep kötü adamları canlandırıyorsunuz?” Gidip Christoph Waltz’a bu soruyu sorabilir misiniz? Hayır! Zira kendisi “kötü adamları” canlandırmıyor. Evet, insanları katleden bir Nazi subayını oynamış olabilir ama onun zaaflarını, entelektüel seviyesinin verdiği hazzın yüzündeki yansımasını nasıl unutabiliriz ki? Bunlar da mı kötülük nişaneleri? Hayır, Christoph Waltz sadece içindeki kötülük tohumu yeşeren bir karaktere can vermiştir. İşte, kendisiyle ilgili arama yapmak isterseniz kullanmanız gereken anahtar kelimelerin “karakter oyuncusu” (ki bu kavram benim için hala bir kara delik) ve “kötü karakterlerin oyuncusu” olduğu Necip Memili de kesinlikle bu sınıfta. Hanımın Çiftliği’nde canlandırdığı Zaloğlu Ramazan karakteriyle ilk tanıştığımda sanki karşımda Orhan Kemal’in dünyasının başlı başına bir replikası duruyordu. Devamında gelen Dila Hanım’ın Azer’i ve Kehribar’ın Musa’sı kağıt üstünde o “kötü” sınıfından muzdarip olsa da hiçbiri birbirinin karbon kopyası olmadığı gibi kanımca Necip Memili’yi muazzam bir analizci ve de oyuncuya dönüştürdü. Ancak çoğu kişinin aksine efsunluymuşçasına hayranlıkla izlediğim rolü Muhteşem Yüzyıl: Kösem’deki Evliya Çelebi oldu. Röportaja gitmeden önce kendi kendime defalarca; “Mutlaka o dizideki hayranlığını dile getir, ne yap et söyle” hatırlatmasında bulunsam da laf lafı açtı ve bu beğeniyi dile getirmem de yazıya kısmet oldu. Biraz önce saydığım tüm karakterlerin kulaklarını çınlattığımız, Adana’nın Hürriyet Mahallesi’ne uzandığımız bir sohbet oldu bizimkisi. Tabii Dolunay’ın Hakan’ı da bu röportajın belkemiği oldu. “How I Met Your Mother, Friends’den daha iyi bence” söylemine kadar her şeye sallabaş misali “bence de” deyip durdum. O kadar çok “kötü karakter” kelimesi geçti ki en sonunda Necip Memili’nin başlıkta sorduğu sorunun cevabını aradık. 

Okuyacağınız kadar bir de ses kayıt cihazının kapsama alanı dışında kalanlar oldu. Röportaj ve çekim bitip de ayrıldığımızda ise kafa sesim şunu söylüyordu: “Necip Memili; daha nice içindeki zaaflara mercek tuttuğun, salt “kötü” sıfatıyla anılamayacak kadar derinlikli yorumladığın karakterlerle çık karşımıza!”


 
● Bir röportajınızda konservatuarda size karakterin üç çemberi olduğunu anlattıklarından bahsetmişsiniz; en içte psikolojik, onun dışında fizyolojik ve en dışta da sosyolojik. Dolunay’ın Hakan’ını bu şekilde çemberlere ayıracak olsanız onu nasıl yorumlardınız?
Öncelikle bir karakteri boyutlandırmak gerekiyor tek taraflı olmaması için. Onun da gerçekten üç boyutu vardır: Psikolojik, sosyolojik ve fizyolojik. Sizin yorumladığınız karakterin iyi veya kötü olması dışında birçok özelliği var. Duruşu, tavrı, genel karakteristik özelliklerine neden olan sebepler vb. Birçok unsuru koyarak inşa ediyorsunuz aslında. Hakan’ın bu yönden macerası yeni başlıyor. Biraz sinyalleri verildi, ileriki bölümlerde de onun geçmişine dair bazı yaşanmışlıklar görecek ve Hakan’ın hamlelerini daha sağlam bir temele oturtabileceksiniz.
 
● Aslında sizin hayat verdiğiniz pek çok “kötü” adamda bu durum söz konusu.
Zaten galiba en çok sevdiğim yanları da bu; haklı bir neden üzerinden hareket ediyorlar. Küçükken başınıza bir şey gelir ve o çocukluk masumluğuyla canınız o kadar çok yanar ki belleğinizden silinmez o anı. Sonra da bir gün yeniden karşınıza çıkar veya bunun uğruna kendinize bir amaç edinirsiniz; bu doktor olmak da olabilir, intikam almak da. Hakan, oynarken son derece keyif aldığım, eğlenceli tarafları olan ve çocukla çocuk olabilen bir karakter. Ancak ciddi olduğunda da bu duruşundan asla taviz vermeyen biri. Biz bir adamı mafya babası yapabiliriz, birçok kötülük yapabilir ama insanın bir ailesi, hayattan beklentileri ve bir birlikteliği varsa bu adamın duygusal taraflarını da görmemiz gerekir. Hakan, kendi inançları doğrultusunda kötü şeyler yapıyor. Ancak biz ona neden kötü diyoruz; çünkü henüz bilmiyoruz o adamın hikayesini. Mutlaka duygusal bir sızıntısı vardır. Bugün Türk televizyonlarında bir seri katil hikayesi izleyebilir misiniz? Nereye kadar izleyebilirsiniz? Onu anti kahramana dönüştürebilir misiniz?
 
● Bu ülkeye Dexter gibiler uğramaz diyorsunuz o zaman.
Kesin konuşmayayım ama bu çok zorlu bir süreç. Anti kahraman yaratılan diziler var ama benim anlattığım gibi değil. Her gün çıkıp birilerini kesen bir adamı kaç bölüm izleyebilirsiniz? Onu ne kadar iyi kılabilirsiniz? İzleyicinin gözünden de bakmak lazım. 7-8 yıldır “kötü” dediğimiz adamları oynuyorum ve genelde hepsinin süreci böyle ilerliyor. Bizler genelde öykünülen karakterler yaratıyoruz. Hayatın içinden hikayeler anlatıyorsanız başrol kadın veya erkek karakterin zaaflarını verdiğinizde hikaye daha güzel hale gelir. Çıkış noktası doğru kurulan kötü bir karakteri oynamak bütün oyuncuların hayalidir. Biz hep “Sonra ne olacak?” diye soruyoruz. Fakat ne olacak yerine nasıl olacağı düşünmeli. O zaman problem çözülüyor. Her birimiz su üzerine yazı yazıyoruz. O kadar uzun işler yapıyoruz ki yurt dışında 12 bölümlük diziler çekiliyor mesela. Ben gelmişim 60’ıncı bölüme, önceki bölümlerde ne yaptığımı hatırlamıyorum. Bu yüzden televizyon idman yeri gibi benim için. Hayatımı idame ettirmek, oynadığım karakterden keyif almak, onun boyutlarını çoğaltmak ve karşımdaki kişiyi etkilemek bu işin güzel tarafları.
 
● Bir anlık da olsa “O kadar bu karakteri boyutlandırıyoruz ama bunu illa biri veya hikayenin gidişatı bozacak” diye düşünmüyor musunuz?
Biz bir hikaye alıyoruz ama nereden başladığını bilmiyoruz. Var olanları görüyor ve gelecekten konuşuyoruz. Bizim elimizde bir bölüm senaryo var. Ben kendi adıma şunu yapıyorum; bir diziye başladığımda herkesten bana dört veya beş bölüm müsaade etmesini istiyorum. Bilmediğim bir noktada o karakteri aldığım için en azından bu süreçte onu daha iyi tanıyorum. Tabii dediğiniz gibi düşünüyorum ama bu her zaman aklımızda yanıp sönen bir ışık kıvamında olsa o zaman iş yapamayız. Bununla birlikte dijitalin ortaya çıkışıyla dizi piyasasının daha başka, enteresan ve ilginç boyutlara taşınacağına inanıyorum. Dijitalde sunulanlar çok keyifli. Mesela televizyona 160 dakikalık işler yapıyoruz ve gerçekten çok yorucu. “Bu kadar söyleniyorsun, yapma o zaman” söylemlerini de anlamıyorum. Kral çıplak şimdi, burada ahkam kesemem. Ancak işimi yapmayı seviyorum. Bir de oynadığım karakterlerle soru işaretleri çıkarmaktan hoşlanıyorum.
 
● Oyuncuları, oynadıkların karakterlerin tanrıları olarak yorumluyorsunuz aynı zamanda.
Evet, öyle ifade etmiştim ve bu sözün arkasında durmak da büyük bir onur. Adamın nasıl yürüdüğünü, göz kırptığını veya nasıl konuştuğunu bilmiyorsunuz. Siz yapmaya başlayınca oluyor bu. Olmayan bir şeyi yaratıyorsunuz ister istemez. Evet, ben onun Tanrısı oluyorum. Bu da büyük bir keyif.
 
● Malum Tanrı kavramı yakarmakla birlikte anılır. Bugüne kadar canlandırdığınız karakterlerden hangisi size güçlü şekilde yakarırdı?
Hanımın Çiftliği’ndeki Zaloğlu Ramazan çok yakarırdı. Yitip giden bir adam; mahvolmuş bir hayatı var. Dış kapının dış mandalı modunda. Bana herhalde “Tanrının her yarattığı canlının bir işlevi varsa beni niye yarattı?” diye yakarırdı. Bu arada kendisiyle ilgili güzel bir anım da vardır. Biliyorsunuz Hanımın Çiftliği, Orhan Kemal’in eseridir. Beni çağırdıklarında dizinin yapımcısı Faruk Turgut, yönetmeni Faruk Teber ve senaristi Zülküf Yücel bir aradaydı. Hepsinin kulakları çınlasın, selam olsun buradan. Bana karakteri anlattılar, tabii ben gülmeye başladım. Çünkü bence Zaloğlu Ramazan kesinlikle ben değilim; adam 1.50 boyunda, 60 kg. Ben çok fazla cast’a inanan biri değilimdir. Ancak televizyonda değişir bu. Yaptığım işlerde genelde cast’a değil, ruha inanırım. Faruk Teber de oynarsan olur demişti; iyi ki de öyle düşünmüşler sağolsunlar.
 
● Karakterlerinizin her birini bu dünyaya gönderdiğiniz elçi olarak görseniz görevini en iyi yerine getiren hangisi olurdu?
Dila Hanım’daki Azer. Bu soruya hiç düşünmeden cevap verdim kolaylıkla. Çok severek oynadım Azer’i. Çok aşık bir adamdı ve aşkı da enteresandı. Düşmanı olduğu ailede adamın kız kardeşine aşık. Kamyonla evin bahçesine gül döken, ortalığı yıkan biriydi. Kızın hayatını karartan ama ondan bir türlü vazgeçmeyen bir adamdı. Senaristimizin “Azer, aşkın en deli hali” notunu unutamam. Benimle hiç alakası olmayan bir karakterdi. Ben böyle bir çocuğu oynadım ve onun aşkını çok sevdim.
 
● Bir noktada Hakan’ın hayatına dokunma şansınız olsa başta oyuncu olmak üzere tüm etiketlerinden sıyrılmış Necip Memili olarak, bu ne olurdu?
Bu zormuş (gülüyor.) Ben Hakan’ın başını okşardım dokunmayı böyle algılayıp. O çocuğun başını kimse okşamamış diyemem ama öyle bir hissiyat bırakıyor. Sanki hayat hep ona sevgi, şefkat gösterecek insanları elinden almış gibi. Aslında ben ona bu yönü üzerinden bir çıkış noktası yarattım. Hamam böceği tarafı var Hakan’ın. Üzerine basıp öldürebilirsin de onu ama ben fırsatını bulup senin o çok güzel mermerlerinin olduğu banyona da girebilirim. Seni en mahrem halinle görebilirim sen benim farkıma varmadan. Onun bu kanalını oluşturmak ve oradan macerasını izlemek çok keyifli bence.
 
● Sizinle ilgili en çok okuduğum yorum çok iyi karakter oyuncusu olduğunuz yönünde. Gerçekten nedir bu karakter oyunculuğu; bir bana saçma gelmiyordur diye umuyorum (gülüyoruz.)
Harbiden nedir karakter oyunculuğu? Dışarıda arkadaşlarımla muhabbet ederken bunun dalgasını çok geçerim. “Ben karakter oyuncusuyum da diğerleri karaktersiz mi?” geyiğini yapmıştık hatta (gülüyor.) Bir otobiyografide oynamıyoruz ki herkes bir karakteri oynuyor zaten. Ortada karakter oyuncusu, kadın karakter oyuncusu, erkek başrol karakter oyuncusu vb. bir ayrım yok. Açıkçası ben de çözemedim bunu. Ben gerçek hayatta senin karşılaşabileceğin adamlardan birine dönüştürüyorum karakteri. Galiba rolümü keyifli hale getirdiğim, onu sevdirdiğim için böyle yorumlar yapılıyor.
 
● Tüm bunların ışığında hala “Yeşilçam yıllarında yaşamak isterdim” diyor musunuz?
Yaşamak, bu işi yapmak, onun bir yerinde olmak... Yılmaz Erdoğan’ın çok güzel bir sözü vardır: “Ağlamasını bilmeyenin kahkahasından bir halt olmaz.” Çok severim bu lafı ve onu geçmiş ile bugüne yorumlarım. “Geçmişini bilmeyenin bugününden bir halt olmuyor.” Yeşilçam yıllarındaki o doku, renk, samimiyet, azlık... Hepsi bambaşka. Portakalın portakal olduğu bir dönemmiş o zaman. Mesela Türkan Şoray’ı güzel, Kadir İnanır’ı yakışıklı diye izlemezdim. Onların duygusuna, hissiyatına inandım ve inandığım için izledim. Ah o yıllar...
 
● Adana’da bu filmleri izleyen, kitapları babasından öğrenen Necip Memili’ye dönsek; söz sizde.
Adana’da doğup büyüdüm, yaşadım, okudum. Adana’nın Hürriyet Mahallesi’nde büyüdüm. Hani Sıfır Bir Adana var ya, onun çekildiği mahallede geçti çocukluğum ve ergenliğim. Şu an gerçekten geyik yapmıyorum ama “Buradan bu çocuk nasıl çıktı?” diyeceğin bir mahalleydi o yıllarda. Babamın güzel bir lafı vardır; “Allah doğru, kafası çalışan insanlar çıkarsın.” Öyle de oldu herhalde. Çocukken çok yaramazdım ama gönyemi düzeltecek adamlarla karşılaştım.
 
● Zaten oyunculuk tanışmanızı “beni ehlileştirmek için bu alana yönelttiler” cümlesiyle açıklıyorsunuz.
(Gülüyor.) Evet, gerçekten de öyle. Çocukluk arkadaşımı 14-15 yaşındayken tiyatro kursuna yazdırmışlar. Bunu duyan annem ve teyzem de beni o alana yönelttiler. Devlet tiyatrosunda oyunlar izlemeye başladım. Zaten Adana Tiyatro Festivali ve Film Festivali’nin programları muazzamdı. Çevrenizde bunlar olunca kayıtsız kalamıyorsunuz haliyle ve ister istemez mahalleden uzaklaşmaya başlıyorsunuz. Üzerine okul da gelince başka bir kafaya erişiyorsunuz; o da sizi bugünkü röportaja kadar getiriyor (gülüyor.)
 
● Sıfır Bir Adana demişken, o işi nasıl buldunuz?
İki sezonunu izledim, özetle kocaman bir “helal olsun” derim. Şimdi Blu TV almış bir de. Bu gerçekten çok güzel bir gelişme, çocukların emeklerine sağlık. Ne olursa olsun kötü, eksik veya yanlış bulabilirsiniz ama onlar bir şeye inanmışlar hem de çok iyi. Tebrik ediyorum onları, ellerine sağlık. Aferin onlara! Dijitale herkes iş yapsın özgür, kısıtlaması olmadan.
 
● Adana’da devlet ve şehir tiyatrolarıyla tanışmış; büyüklerinin teşvikiyle kitap okuyan o çocuğa dönseniz. Şu an elinde okuduğu ve etkilendiği ilk kitap var ve de karşınızda duruyor. Ona bugünkü aklınızla ne öneride bulunurdunuz?
“Hacı bununla başlama.” (Gülüyor.) 1980 doğumluyum ben. Rahmetli peder çocukluk yıllarımda uzun süreli yurtdışına gidip gelirdi işi dolayısıyla ve gelirken de kitaplar da getirirdi tabii. Ciddi bir okurdu diyebilirim. Bir gün kütüphaneye bakıyorum; Henri Charriere’nin Kelebek’i ile Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını gördüm. Babaannemin evinde yaşadık yıllarca, ben de o gün Suç ve Ceza’yı alıp avluda okumaya başlamıştım. Bugünkü aklım olsa onunla başlamazdım (gülüyor.) 13-14 yaş için doğru roman değil. Gabriel Garcia Marquez’in Benim Hüzünlü Orospularım’ı çok sevdiğim bir romandır. Onunla başlayabilirmişim diyeceğim ama yine de çok erken. Kaşağı desem o da ilkokul yıllarının kitabı. Serüvensel bir şeyle başlamasını söylerdim ama tabii o dönem Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi gibi metinler yoktu. Zaten benim o yıllarım sonra oyun kitaplarıyla devam ediyor. Tiyatro tarihi, dramaturji... Ağır gelirdi ama keyifliydi.
 
● Ciddi bir Kafa dergisi ve de onunla beraber çıkan posterleri biriktiren birisiniz anladığım kadarıyla. Necip Memili’nin kafasını bir çanta olarak görsek, onu masaya boşalttığımızda içinden neler çıkar? Hangi filozofla, hangi kokuyla veya hangi yazarla karşılaşırız?
Aaaaa... Çok iyiymiş bu kafa! (Gülüyor.) Açıkçası benim kafamdan ne çıkacağını ben de kestiremiyorum. Yaşantımın en büyük zorluğu da bu. Komik ama cidden benim kafamdan ne çıkar? Hakikaten güzelmiş bu düşünce şekli ve de sorunuz. İçinden çok fazla kalp kırıklığı, kafa yorgunluğu çıkar. Kendine buyruk bir kafaya sahibim galiba. Dizginleri kimsenin elinde değil. İçinden Salvador Dali bile çıkabilir. Adına da ‘Necip Bey’in Muteber Kafası’ diyebiliriz.


 
KISA KISA
 
● Son zamanlarda sizi en çok etkileyen film:
Aslında birçok var; ilk aklıma gelen Sivas. Muazzam bir filmdi. Keza Sarmaşık da öyle. Bir de Moda Sahnesi biliyorsunuz Başka Sinema’nın salonlarından birine ev sahipliği yapıyor. Şu an orada Ruben Östlund’un son filmi The Square gösteriliyor. Onu da çok merak ediyorum, harikaymış o film de.
 
● İzlemekten keyif aldığınız ve defalarca izlediğiniz film:
İlk sırada Coenlerin No Country for Old Men’i geliyor. 21 Gram, The Usual Suspects ve Matrix’i de söyleyebilirim. Matrix’in yapılış tarihine baktığında büyülenmeden duramıyorum. The Godfather ve Terminatör de defalarca izlediğim klasiklerden. Jerry Lewis ve Javier Bardem filmlerini de severim. The Machinist, The Pianist ve The Identity’yi de ekleyebiliriz.
 
● Çok abartıldığını düşündüğünüz filmler:
Vardır muhakkak ama bir anda çok net, isim isim aklıma gelmedi açıkçası. Bununla birlikte hakkında hiç abartı olmayan bir şaheser var ki onu da belirtmeden geçmeyeyim; Kış Uykusu. Kendimi sanki bir Rus romanının içindeymişim gibi hissetmiştim ilk izlediğimde. Hayatın sıkışmışlığı, insan kibri, hikayenin geçtiği coğrafya... Gerçekten bir şaheser, böyle bir şey olamaz.
 
● Takip ettiğiniz diziler:
Çok var! House of Cards şimdi ne oldu, anlamadım. Bitti değil mi? Çok efsane bir işti. The Walking Dead’i izliyorum. Paralel evren kafasını çok seviyorum. Fringe’i bitirdim. O kafada başka dizi varsa lütfen bu röportajın altına bir zahmet yazın (gülüyor.) Vikings ve Game of Thrones var tabii. 11.22.63’e başlamıştım ama devam edemedim. Bu arada biz Lost çocuğuyuz (gülüyor.) How I Met Your Mother’a bayılıyordum; bence üzerine yazılamaz. Friends’den bile daha iyi bence. The Big Bang Theory’ye bakıyorum arada. Poyraz Karayel’i izliyorum. Ahkam kesmemek için kaçırdığım şeyleri izlemek istiyorum. Karadayı ve Kuzey Güney’i de sonradan izlemiştim. Vatanım Sensin’in ilk sezonunu izledim, ikinci sezon bitince yazın da ona devam edeceğim. Yazın boşluğum olduğunda böyle izlemeyi seviyorum. Hem kafamı dağıtmamış sağlıyor hem de fikir veriyor.
 
● Bugüne kadarki yaşamınızı bir yönetmen çekmiş olsaydı, hangisinin dili sizi yansıtırdı?
Çok iyi soru. Bunu bak ben de sorarım etrafımdakilere (gülüyor.) Son 10 yılımı Pelin Esmer veya Zeki Demirkubuz çekerdi herhalde. Ondan öncesini bilemedim.
 
● Herkese önerdiğiniz kitap:
Kevin Wilson – Fang Ailesi.
 
● Şu an veya son okuduğunuz kitap:
Ursula LeGuin’in son romanı Anlatış’ı okuyorum. Çok keyifli başladı. Ondan önce John Fowles’ın Büyücü’sünü okumuştum. Ayrıca Orhan Pamuk hastasıyım.
 
● Son zamanlarda en çok dinlediğiniz müzisyen / şarkı:
Son zamanlarda çok fazla Ajda Pekkan dinliyorum; eski şarkılarını. Müslüm Gürses ve Kibariye’nin hastasıyımdır. Bir de bu aralar Evrencan Gündüz dinliyorum, çok başarılı. Ceylan Ertem, Can Güngör ve Gaye Su Akyol’u da severim. Cover dinlemekten hoşlanırım.
 
● Seyahat etmeyi en çok istediğiniz şehir / ülke:
İspanya Malaga’yı görmeyi çok istiyorum. Bir de Yeni Zelanda.
 
● En sevdiğiniz şehir / ülke:
İtalya’nın tüm şehirlerini seviyorum ama hiçbirini görmedim (gülüyor.) Yurtdışına çıkmayı seven biri değilim pek. Hatta yakın çevrem de bana en çok bu konuda kızar. Fakat arabayla Ege ve Karadeniz’i gezmek fikirlerimin arasında var.
 
● En sık kullandığınız kelime / söz kalıbı:
Ancak bu bizi kardeşin kardeşi öldürdüğü bataklıktan kurtarabilir.
 
● Bir buluşa imza atmış olsaydınız hangisini seçerdiniz?
Daha ne bulalım, ben daha hayatta bir şey bulamam (gülüyor.)
 
● Hayatta olan veya hayatını kaybetmiş ünlü bir kişilikle (yazar, oyuncu, bilim adamı, yönetmen, futbolcu vs.) karşılıklı oturup bir konu üzerine konuşacaksın. Kimi ve hangi konuyu seçerdin? 
Abidin Dino’yla yaşadığı Adana’daki Hürriyet Mahallesi üzerine konuşmak isterdim. Salvador Dali, Yılmaz Güney ve Elia Kazan’la da sohbet etmek çok keyifli olurdu.
 
● Bugünkü Necip Memili’yi betimleyen söz (Edebi alıntı, şarkı sözü, minibüs arkası sözü, replik vb.)
“Ha bi git oradan Necip!” (Gülüyor.)
 
Röportaj Cansu Uras
Fotoğraflar Emre Yunusoğlu
Styling Oğuzhan Erdoğan (@oscarmorriss)
Fotoğraf Asistanları Alper Kemal Özkorkmaz & Deniz Doldur
Styling Asistanı Ezgi Aydemir
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER