Başlığa
aldanmayın zira Özgürcan Çevik, “ağır ağabey” kavramına bambaşka bir yorum
getiren Şevkat Yerimdar’ı canlandırıyor olmaktan son derece memnun. Öyle ki
karakterin her hafta farklı yöne evrildiğinden ve kendisine oldukça geniş,
özgür bir oyun alanı tanıdığından bahsederken gözlerinin içi parladı hep. Bu
noktada klişeye kaçacağım belki ama sohbetin bazı kısımlarında yer yer kendisi
pisti terk edip, Şevkat’e yer açtı.
Durum böyle
olunca da ister istemez okuyacağınız sohbetin başkahramanı Şevkat Yerimdar
oldu. Ancak kendisini tanıdığım ve de belleğime kazıdığım Türkan’ın Doktor Orhan’ına da değinmeden geçmedik tabii. Söz konusu
tiyatro olduğunda ise röportaja gitmeden önce kendisinin sahnedeki
performansıyla ilgili güzellemeler zincirine tanık olduğum için “Sizi sahnede
izleme şansına bu sezon sahip olamayacak mıyım?” diye hayıflanıp durdum ancak
maalesef bu konuda müjdeli haber alamayarak elim boş döndüm. Bütün bunların
sonucunda ortaya ne mi çıktı? Hayır, “keyifli bir sohbet” kalıbını
kullanmayacağım. Çünkü asıl keyifli olan röportajı takip eden fotoğraf
çekimiydi. Çünkü karşımızda AC/DC’nin Highway
to Hell’i ile vites yükselterek kendini ritme kaptıran, tabiri caizse harbi
tavrı ve içten kişiliğiyle demini tazeleyip artıran bir Özgürcan Çevik vardı. Kendisini
“Bunu saymayız, yine bekleriz” diyerek uğurlar, girizgâhı ayarında yapmanın
gururuyla sizi Özgürcan Çevik röportajıyla baş başa bırakırım.

● 2013 yılında, beyazperdede tanıştık bu şahsına
münhasır adamla. Ve yıl oldu 2017; Şevkat
Yerimdar bu sefer beyazcamda izleyici karşısında. Bu ufak transfer nasıl
gelişti? Aslında oyuncuyu cezbedeceği gibi “Ya sinemadaki başarısını elde
etmezse ve tutmazsa” tereddüdünü de yaşatacak bir durum. Sizin için hangisi
geçerliydi?
Şevkat Yerimdar’ın ilk filmi defalarca Kanal D’de
yayınlandı ve hepsinde de çok iyi reytingler aldı. Durum böyle olunca
televizyon yayınlarından iki ay sonra “Dizi yapalım” teklifi geldi. Ben o dönem
ısrarla istememiştim böyle bir şeyi. Derken ikinci filmi çektik ve o da FOX’ta
yayınlandı. İlki kadar ilgi görünce dizi fikri yeniden ortaya çıktı (gülüyor.)
Hoş, hiçbir zaman rafa kalkmamıştı, bakiydi zaten. Ben de daha fazla
direnemeyeceğimi fark ettim ve dizi sürecine girmiş olduk. Aslında ilk başta
zaten filmi yapılan bir şeyin neden dizisi de olsun ki ikileminde kaldım ve bu
nedenle de ısrarla karşı çıkmıştım bu fikre. Ancak bir noktada sahip olduğunuz
duvarı aşıp ötesine gitmeniz gerekiyor, ben de dizi olan Şevkat Yerimdar ile bunu yaptım. Çok da güzel oldu bence (gülüyor.)
● Yanlış bilmiyorsam bir skeçten doğdu Şevkat.
Evet, Oldu Teşekkürler adlı, internette
yayınlanan bir skeç programında bu karakter yaratıldı. Kendisiyle tanıştığımda
hatları çizilmemiş bir eskizdi. Elimdeki envanterler şunlarla sınırlıydı: Adı
Şevkat Yerimdar, Beşiktaşlı, ağır ağabey. Bu üç anahtar kelime dışında boş
beyaz bir tahtayı hayal edin; elimde hiçbir şey yoktu. Geri kalanını tamamen
ben yarattım (gülüyor.) Böyle deyince de sanki Şevkat’in Tanrı’sı benim gibi
oldu. Çok sevdim bu lafı şu an (gülüyor.) Şaka bir yana Ankaralı ve
takıntılarının olması ile öfkeli oluşu gibi karakteristik yanlarını ben
ekledim. Bakıldığında bana ağır ağabey kodu verilmişti ama malum ağır
ağabeylerde de Şevkat’te olduğu gibi öfke kontrol problemi olmaz. Fakat
bizimkisi kaba tabirle bildiğin camdan içeri dalıyor. Halbuki bir yerinde otur,
İtalyan tipi ağır ağabeyler gibi ol; değil mi? Benim biraz doğaçlama şeklinde
çıkardığım tüm bu doneler, Şevkat’in imzası oldu. “Halkın sevgilisi” klişesine
girmeyeceğim ama izleyicilerin gerçekten sevdiği, kendi dünyalarına kabul
ettiği bir karaktere dönüştü.
● Şevkat Yerimdar, Recep İvedik gibi karakterlere
benzeme riskiyle karşı karşıyayken bu etiketten tamamen sıyrıldı.
Bu konu iyi
ki gündeme geldi çünkü açıkçası Recep
İvedik gibi piyasaya hâkim, popüler kültürün bir öğesine dönüşen işler için
yapılan eleştirilere çok katılmıyorum. Tutarlı olduğu sürece karikatürize etmek
de bir üsluptur. Ancak ben kendi oyunculuğumda genel olarak bunu çok tercih
etmiyorum. “Eeeee bu da klişe ama” diyeceksiniz belki ancak gerçekçi
karakterler çıkarmaya özen gösteriyorum. O zaman insanların izledikleri insanı
daha kolay yakalayabileceğini düşünüyorum.
● Siz de Ankaralı ve Beşiktaşlısınız. Bu noktada “E,
kendini canlandırıyorsun” eleştirileriyle karşı karşıya kaldınız mı? Ya da
kendiniz “Acaba kolaya mı kaçıyorum?” düşüncesine kapıldınız mı hiç?
Tabii ki bu
denli belli başlı iki ortak özelliğe sahip olmam işimi nispeten kolaylaştırdı.
Ancak dedim ya Şevkat bir eskizdi ve ben detaylarını ortaya çıkardım. İşte, bu
noktada dediğiniz düşünceye kapılmadım desem yalan olur. Çünkü benim bu yönde takıntılarım var. “Bana
veya aynı türdeki yapımlarda yer alan ya da geçmişte canlandırdığım
karakterlere benzerse?” sorusu kafamı az kurcalamadı. Bir de sürekli “Daha
iyisini yapabilirdin” cümlesini fısıldayan bir iç sese sahibim (gülüyor.) Bu
noktada da kendimi acımasızca eleştirdiğim anlar oluyor. Sorunuza geri döneyim;
bahsettiğiniz düşünceye kapılsam da her hafta bunu biraz törpüledim.
Ayrıca
burada bir parantez açayım, ben onun kadar fanatik Beşiktaşlı değilim (gülüyor.)
Bu soru sokakta o kadar çok soruluyor ki cevap vereyim istedim. Dört büyükler
arasında Beşiktaş’ı tutmakla birlikte aslında Gençlerbirliği’ni destekliyorum.
● Bahsettiğiniz takıntıların size çelme taktığı bir
an oldu mu?
Kesin
olmuştur. Bu diyeceğime “oluruna bırakmak” veya “kadercilik” demeyelim ama
hayatımda bazı şeyleri taşlaştırmıyorum artık. Kalıplarımdan kurtuldum, daha
esneğim. “Özgürcan Çevik bunu böyle yapar” gibi hatları belirgin bir söylemde
bulunamazsınız benim için. Kendimi bir kalıba sokmuyorum, sadece prensip
diyebileceğimiz bazı düşüncelerim var. Mesela geçmişteki Özgürcan olsa
gerçekten direnip bu diziyi yapmazdı ama yaptı ve önyargıları, kalıpları
olmayınca bu hayatta başarılı olabileceğini gördü. Peki, hep böyle mi gidecek?
Tabii ki hayır, hayatta mars olma ihtimalimiz her zaman var (gülüyor.)
● Kendinizi en çok hangi sahne için eleştirdiniz?
Hatırlamıyorum
desem? (Gülüyor.) Tam sorduğunuz soruya karşılık gelmeyecek mana açısından ama
camdan iki kere uçarak kahveden içeri dalma sahnesinde tavrımı eleştirdim.
Çünkü ilkinde reji ekibine çok ısrar ettim ben kendim dalacağım diye (gülüyor.)
Çok zor tuttular beni. Sürreal gelecek ama dublör arkadaş iki kere uçtu ve de camdan
sekti o sahnede. Çünkü direkt daldığınızda şangırt diye yere inecek bir cam
değil. Fünyeyle patlatıyorlar. Ben tabii bunu kolay sanıyordum. Geçmişte de
dublöre ihtiyaç olan sahnelerde hep ben kendim oynadım. Bir sahnede gerçekçi
gözüksün diye yolun ortasına geç atladım ve otomobil çarptı bana. Bu nedenle
artık daha dikkatliyim. Bununla birlikte işin farklı bir boyutundan duruma
baktığım için bu isteklerimi eskiye nazaran dizginleyebiliyorum. Çünkü işin
farklı bir yanı da var. “Ben ata binerim” dediğimde orada benim yerime ata
binecek dublör o gün işsiz kalmış oluyor. Buna üzülüyorum ama bir yandan da bu
benim mesleğim ve hakkında ahkâm kesmeden önce denemem gerekiyor.
● Şevkat
Yerimdar, ayaklı kamu spotu olma
gibi bir vasfa da sahip ve bu yönüyle de ekran başındakileri kendi dünyasına
dâhil edebiliyor.
Baktığınızda
biz ilk skeçleri 2011’de çekmeye başladık. Ancak bu karakter hâlâ evrilmeye
devam ediyor aslında ister istemez. Bu noktada da şunu biraz gözetiyorum:
“Madem geniş kitlelere ulaştı ve bu karakter sevildi, o zaman bir işlevi de
olsun.” En nihayetinde oyuncu olarak bir sorumluluk hissedebiliyorsunuz
üzerinizde. Senaristimizle de aynı düşünce yapısına sahip olduğumuz için
Şevkat’in bu yönü her bölümde olmasa da çoğunda ön plana çıkan bir özellik
oldu. Vicdanı ve aklı olan her vatandaşın kafasına takılan veya canını sıkan
mevzulara elimizden geldiğince dokunmaya; bu vesileyle de insanlara naçizane,
karınca kararınca örnek olmaya çalışıyoruz.
● Şevkat, aslında zamansız da bir karakter. Onu
bambaşka bir dünya ve zaman dilimine taşıyacak olsanız nasıl bir manzarayla
karşılaşırdık?
(Gülüyor.)
Ne güzel sorularınız var. Açıkçası bu soruyu önceden düşünmüşüm gibi olacak ama
şu an aklıma geldi; Şevkat’i, 1974-1977 yılları arasında Ankara’da ODTÜ’lü bir
öğrenci olarak konumlandırırdım. Oranın kantincisi de olabilir aslında. Çayını
tostunu verirken öğrencilerle olan diyalogu keyifli olurdu. Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne de taşıyabilirdim onu. 1971 Darbesi’nin sonrası,
1980 Darbesi’nin şafağında olaylara bakış açısını görmek isterdim.
● Ankara demişken; dizi için İstanbul’a yerleştiniz,
değil mi?
Ağustos
2016’da dizinin çekimlerine başladım. O zamandan beri de artık yerleşik olarak
İstanbul’dayım (gülüyor.) 2010 yılında Türkan
dizisini çekerken iki yıl yaşadım burada. Sonra evimi kapatıp Ankara’ya
döndüm. Şimdiki gelişim artık staj değil, kadrolu.
● O zaman 2010 yılında İstanbul’a geldiğinizde bu
şehrin tokadını yemişsinizdir.
Tabii ki,
kaçınılmaz zaten. O yıllarda tabii biraz toy olduğum için “Ben burada kendi
kurallarımla yaşayacağım” zihniyetine hâkimdim. “Ey İstanbul, sen mi büyüksün,
ben mi?” kafasının daha arabesk olmayan versiyonu anlayacağınız (gülüyor.) Sonra
bu şehir bana İstanbul olduğunu hatırlattı ve “Ya bu kurallara uyum
sağlayacaksın ya da üzgün bir insan olarak yaşayacaksın” tehdidinde bulundu.
Tabii ben de buna direndim. Ancak benim bu tavrım şuna benzedi: “30 yıldır
Almanya’da yaşıyorum ama tek kelime Almanca bilmiyorum.” E, aferin! Ne yapalım;
madalya mı takalım? Valla o dönem bana kendi kurallarımla yaşamaya kalktım diye
madalya falan takmadılar (gülüyor.) Bir şehirde yaşıyorsan oranın dilini
bileceksin ve yaşam tarzına uyum sağlayacaksın. Kuru kabadayılık yapmanın
anlamı yok. Biraz uzun bir cevap oldu ama bu açıdan sağlam bir tokat
yemişimdir.
● Bugüne kadar canlandırdığınız tüm karakterlere birer
cümleyle teşekkür edecek olsanız ne için teşekkür ederdiniz? Sağ baştan
başlayalım (gülüyoruz.)
Bilkent
Üniversitesi’nde oyunculuk okurken dördüncü sınıfta Yeşil Kuş adlı oyunda Truffaldino adlı karakteri oynuyordum ve
yeteri kadar hazırlanamadan sahneye çıktım. Bu hatayı yaptığında seyirci
karşısında nasıl rezil olacağımı öğrettiği için Truffaldino’ya sonsuz saygılar
ve de teşekkürler. 2010 yılında Ankara Sanat Tiyatrosu’nda Kod Adı Keklik adlı ilk profesyonel oyunumla sahneye çıktığımda
beni mahcup etmediği için orada oynadığım role teşekkür ederim. İlk dizim olan Türkan’da, yine beni mahcup etmeyip
alnımın akıyla çıkmamı sağladığı için Doktor Orhan’a yürekten teşekkürler. Fatih Harbiye’de Onur karakterini
canlandırırken 22’nci bölümde Ankara Sanat Tiyatrosu’nda Beş Para Etmez Varyete oyunu için başrol teklifi almıştım. Ve ben
bu tiyatroda ilk başrolümü oynamak için diziden vazgeçtim. Bu seçme şansıyla
birlikte bana “İyi ki de böyle yapmışım” dedirttiği için her iki karaktere de
teşekkür ederim. Şevkat Yerimdar’a da
beni daha tanınır hale getirdiği için hürmetler. Ve son olarak 20 Ekim’de
gösterime girecek Damat Takımı’nda
Can karakterine de bu sektörde Şevkat Yerimdar olarak anılma tehlikesini
ortadan kaldırdığı için teşekkürlerimi sunuyorum.
● Daha tanınır olma meselesinde bir ufak mola
verelim. Zira RaniniTV’ye verdiğiniz ilk röportajda da şöyle bir yorumunuz
olmuş: “Kalıcı olmak gibi bir hayalim de var, istiyorum. Öldükten sonra
hatırlanmak isterim. Zamanında böyle bir oyuncu vardı, iyi oyuncuydu, çok
ilkeliydi gibi. Kötü hatırlanmayayım da. Ama evet, böyle bir derdim var.”
O röportaj
yanlış hatırlamıyorsam iki yıl önce yapılmıştı. Açıkçası düşüncelerim biraz
değişti. Mesela şu an öldükten sonra hatırlanayım gibi bir derdim yok. Çünkü
egonun bu dozu, insanı tehlikeli noktalara götürebilir. Tam da az önce sorduğunuz
“Takıntıların sana çelme takıyor mu?” sorusuna güzel bir örnek oldu bu. Çünkü o
zaman öyle bir düşünce içindeyken, bahsettiğim duvarları incelttikçe değişmeye
başladım. Bugün baktığımda, “Senin adın anılsa ne olur, anılmasa ne olur”
hissiyatı hâkim. Yaşarken bu kadar mı doyamadın da öldükten sonra adın anılsın
istiyorum.
● Damat Takımı’ndan bahsedelim; malum gösterime girmesine az kaldı, 20
Ekim’de vizyonda. Sosyal medya hesaplarındaki paylaşımlardan “Sizi bilmeyiz ama
biz çokça eğlendik” mesajı yayılıyor.
(Gülüyor.)
Hunharca su savaşı yaptığımız anı gördünüz demek ki… Gerçekten delicesine
eğlendiğimiz bir film oldu. Liseden beri arkadaş olan beş sıkı dostun,
kendilerini içinde buldukları bir haftalık eğlenceli serüveni anlatılıyor Damat Takımı’nda. Bu tayfadan biri
evleniyor ve düğüne beş gün kala ekibin geri kalanı düğüne yalnız katılmak
yasak gibi bir engelle karşılaşıyor. Mevzuyu da izzeti nefis meselesine
dönüştürüyorlar. Düğüne kadar sevgilileri olmak zorunda. Tabii bu engeli bir
fırsata dönüştürüyorlar ve de lise anılarını yâd etme gibi çocukça bir
düşünceye kapılıyorlar. Ben de filmde bütün organizasyonu yapan, ekibin en yaramaz
ve de fırlama üyesi Can karakterini canlandırıyorum. Kendi doğrularınca tüm
ayarlamaları yapıyor ve arkadaşlarını da ona göre yönlendiriyor. Şevkat’e aşina
olan izleyiciyi şaşırtacak bir karakter. Bu arada başta yönetmenimiz Doğa Can
Anafarta olmak üzere filmin kamera arkası ve yapım ekibini es geçmeyeyim. Çünkü
genç yaşlarına rağmen çok profesyonel şekilde çalışan ve tertemiz bir iş
çıkaran insanlarla bir aradaydık.
● Tek bir cümleyle izleyiciyi bu filme davet
edeceksin; söz sende.
Yakın
dönemde yapılmış Türk filmlerinde tek adam komedilerini görmeye alıştık ki ben
de bunu yaptım. Bununla birlikte hep birlikte tatile çıkan bir sınıfın durum
komedisi ile yöresel hikâyeler de oldukça yaygın. Açıkçası yakın zamanda Damat Takımı tadında yapılmış bir Türk filmi
hatırlamıyorum. Damat Takımı, Hangover tarzı
bir film. Tabii bir yandan bunu bu kadar kısır bir şekilde tanımlamak da yanlış
geliyor bana. Dumtıslı şarkı demek gibi bir şey bu (gülüyor.) O anlamda biraz
izlemeye alıştığımız kalıpların dışında ve de eğlence açısından seyircileri doz
aşımına uğratacak kıvamda. Kimseye gül bahçesi vaat etmiyoruz ama kafalarını
dağıtabilecekleri, kahkahalar atabilecekleri ama salt “patlamış mısır filmi”
kıvamında da olmayan keyifli bir film vaat ediyoruz.
● Aslında turizm otel işletmeciliği bölümünden mezun
olup sonra üzerine Bilkent Üniversitesi’nde Tiyatro-Oyunculuk bölümünü
bitirmişsiniz. Sizin hikâyeniz de “Bir altın bileziğin olsun” hikâyesi mi?
Aynen öyle
(gülüyor.) Çünkü 13 yaşımdan beri oyunculukla haşır neşirdim ve kendimi başka
bir meslekte çalışırken hayal edemiyordum. Ablam müzisyen olsa da en
nihayetinde annem ve babam aktif olarak sanatla ilgilenmedikleri için haliyle
bu dünyaya “Ama aç kalırsın” gözüyle bakıyorlardı. Israrla başka bölüm okumamı
istediler ve beni de bir noktada ikna ettiler. Hacettepe Üniversitesi’nde
Turizm Otel İşletmeciliği bölümünde okuduktan sonra yine Ankara’da çok büyük
bir zincir otelde çalıştım da. Sonrasında artık şansımı deneyebilirim, nasıl
olsa işsiz kalırsam bir mesleğim daha var düşüncesiyle oyunculuk dünyasından
içeri paldır küldür girdim. Annemle babam da beni desteklediler o zaman, hatta
her ikisi de eleştiri konusunda objektif oldular bana karşı. Hiç unutmuyorum,
dördüncü sınıftayken Anne Frank’in Hatıra
Defteri adlı oyunda oynuyordum ve eve döndüğümde anneme, “Nasıl buldun?
Beğenmişsindir herhalde oğlunu” dedim. O da “Yooo… Hiç beğenmedim, ne o öyle
ağlak ağlak” yorumunda bulunmuştu sağolsun (gülüyor.) Sonrasında en güzel
yorumlarımı da onlardan aldım, en acımasızlarını da. Şimdi bakıyorum da eğer 18
yaşında oyunculuk bölümünde okusaydım belki de bu kadar verim alamayacak veya
psikolojik baskıyı kaldıramayacaktım. Bu nedenle “Keşke erken başlasaydım, çok
geç başladım” gibi bir kuşkum yok.
● İçinde bulunduğunuz, “içi beni dışı seni yakar”
diyebileceğiniz oyunculuk dünyasına dair bildiğiniz ama sizi yanıltan bir
gerçekle karşılaştınız mı?
Evet, dizi
oyunculuğunun tiyatroya nazaran daha kolay olacağı gibi bir inancım vardı.
Özellikle Şevkat Yerimdar’la birlikte
bu düşüncem değişti. Elbette tiyatronun, canlı ve hatayı tolere etmiyor oluşu
ciddi bir zorluk teşkil ediyor fakat dizi sektöründe de çalışma saatleri,
gecemizin gündüzümüze karışması, uyku düzenimizin ve sosyal hayatımızın
olmayışı gibi durumlar var. Tüm bunlar bir araya gelince biraz hırpalanıyor
insan.
● Oyunculuğa başlama aşamasında ipler sizin elinizde
değilmiş ve geç başlamışsınız. Şu an ama ipler sizin elinizde her ne kadar
sektörün kodları duvar olarak herkesin etrafını örse de. O duvarlar
yıkıldığında kendinizi nerede, hangi rolde, kimin rejisinde ve hangi oyuncuyla
karşılıklı görmek isterdiniz? Ve orada bir tirat atacaksınız, bu ne olurdu?
Oyunculuk
mesleğini yapmaya karar verdiğim andan itibaren ipler benim elimdeydi ve tüm
hayatıma bu idealle yön verdim. Geç başlama durumu ise ailemin kaygılarını
gidermek amacıyla, tiyatro bölümünden önce turizm otelcilik okuyarak yaptığım
bir tercihti. Hayallerime gelince; ileride kendimi yönetmenlikle de sınamak
istiyorum. Oyuncu olarak da bir Fatih Akın filminde olmak beni mutlu eder
açıkçası. Natalie Portman ile iki âşığı oynamak isterdim, bayağı estirirdim
herhalde (gülüyor.) Tiradı da Natalie’ye atayım oldu olacak; ilân-ı aşk edeyim.
KISA KISA
● Son zamanlarda sizi en çok etkileyen film:
El Bar. İspanyol yapımı bir film, Netflix’te izlemiştim.
Çok etkilendim diyemem ama aklımda yer etti. Bu soruyu “son yıllarda” şeklinde
değiştirirsek o zaman da Asghar Farhadi’nin A
Separation’ını (Bir Ayrılık) söyleyebilirim. İki kere izledim. Bu arada Satıcı da çok iyiydi. Türk Sineması’nda
ise kendime yakın bulmadığım bir yönetmendi ta ki Bir Zamanlar Anadolu’da filmini izleyene kadar; Nur, Bilge Ceylan.
Bununla birlikte Hollywood yapımı filmlerden ve süper kahraman hikâyelerinden
uzağım. İspanyol sinemasını seviyorum, kafa dağıtmak için de İngiliz
komedilerini tercih ediyorum.
● Tüm zamanların en iyi filmi:
V for Vendetta. Moralim bozuk olduğunda benim için moral ve
umut kaynağı oluyor. 12 kere izlemişimdir.
● Çok abartıldığını düşündüğünüz film:
The Revenant. Leonardo Di Caprio’ya artık Oscar vermiş
olmak için ödülü verdiler bence. Yoksa bence Catch Me If You Can ile Oscar’ı hak ediyordu. Great Gatsby’de bile The
Revenant’tan daha iyiydi.
● Takip ettiğiniz diziler:
Son
zamanlarda arkadaşlarımdan en sık duyduğum cümle şu: “Senin yerinde olmayı ve Game of Thrones’u izlememiş biri olarak
en baştan izlemeye başlamayı çok isterdim.” (Gülüyor.) Açıkçası düzenli
izleyemediğim için kopuyorum ve bu nedenle de çok nadir bir yabancı diziye
başlıyorum. Lost ve Prison Break’i bile düzenli şekilde
izlerken birini üçüncü, diğerini de ikinci sezonun sonunda bıraktım. Geçen yıl Banshee adlı diziyi izlemeye başladım.
Fakat o da 7-8 bölümden sonra sarmadı. Netflix’te 3% diye bir dizi buldum. Gelecekte geçen bir hikâye; bayağı sevdim.
Heyecanla onun ve de Black Mirror’ın
yeni sezonlarını bekliyorum. Family Guy’ın
da birkaçı dışında tüm bölümlerini izlemişimdir. Aslında bayağı dizi
izliyormuşum yine de, değil mi? (Gülüyor) Yerli yapımlardan da Sıfır Bir Adana’yı izlemiştim. Bence çok
iyi bir işe kalkışmışlar ve alınlarının akıyla da çıktılar.
● Son okuduğunuz kitap:
Alper
Canıgüz’ün Kan ve Gül’ü.
● Son yıllarda en çok etkilendiğiniz veya merak
ettiğiniz tiyatro oyunu:
Ümit Aydoğdu
şu an Baba Sahne’de Kafkas Tebeşir
Dairesi’ni sahneliyor. İlk fırsatta ona gideceğim.
● En çok gitmek istediğiniz şehir / ülke:
Şili, Copa
Cabana.
● En sevdiğiniz şehir:
Ankara.
● En sık kullandığınız kelime / söz kalıbı:
Merhaba
(gülüyor.)
● Son zamanlarda en çok dinlediğiniz şarkı /
müzisyen:
Yenilere pek
hâkim değilim ama Queen, Metallica, Ella Fitzgerald, Louis Armstrong, Frank
Sinatra, Bülent Ortaçgil, Handel ve Beehoven’ı her daim dinlerim.
● Bu hayatta bir konu üzerine ahkâm keseceksiniz,
hangi konuyu seçerdiniz ve ilk söyleyeceğiniz şey ne olurdu?
“Hayat”
üzerine ahkâm keserdim, ilk söyleyeceğim söz de “İyi insan olun!” olurdu.
● Bugüne kadar aldığınız en iyi kariyer tavsiyesi
nedir?
“Enerjini
idareli kullan” ki gerçekten de bu tavsiye çok işe yaradı.
● Sahip olmak istediğiniz bir yetenek:
Müzik
enstrümanı çalmak ama bayağı ona hâkim bir şekilde. Bir oyunda darbuka
çalıyordum fakat uzmanlık derecesine getiremedim. Trombon veya klasik gitar
çalabilmeyi isterdim.
● Bugün yaşayan veya hayatını kaybetmiş ünlü bir
kişilikle karşılıklı oturup bir konu üzerine konuşma şansınız olsa kimi
seçerdiniz ve ne hakkında konuşurdunuz?
Ünlü
Hindistan asıllı düşünür ve yazar Jiddu Krishnamurti ile oturup ahlaklı insan
olmak veya hayattan ne beklemek gerektiği üzerine sohbet etmek isterdim. Ya da
Che Guevara ile Latin Amerika’nın kesin damarları üzerine de konuşabilirdim ama
öncesinde bir hazırlık yapıp daha geniş araştırma yapmam gerekir.
● Bugünkü Özgürcan Çevik’i tanımlayacak bir söz
(Edebi alıntı, replik, şarkı sözü vb.)
“İnan sana
değil kastım, cahille sohbeti kestim.” – Aşık Veysel.
Röportaj: Cansu Uras
Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu
Styling: Oğuzhan Erdoğan
Fotoğraf Asistanları: Alper Özkorkmaz & Deniz Doldur
Styling Asistanı: Ezgi Aydemir