Boran Kuzum: Leon’un egosu üniformasından değil, zekası ve
aklından geliyor”
● Başlangıçlar hep bir klişeyle oluyor ister istemez.
Ben de o kaçınılmaz girişi yapayım. Vatanım
Sensin’e nasıl dâhil oldun?
Aslında
benim bu soruya cevabım klişe değil (gülüyor.) Muhteşem Yüzyıl: Kösem’in son bölümlerini çektiğimiz sırada projeyi
duydum. Bir sonraki yaptığım işin bir öncekinden daha iyi olmasını çok
önemsiyorum. Daha iyi olması derken de kendi performansımı, oyun alanımı
düşünerek bunu söylüyorum tabii. Yoksa her iş ciddi bir emeğin meyvesi. Vatanım Sensin’in içeriğini duyunca bu
projenin bir parçası olmayı çok istedim. Direkt Leon için audition verdim,
ardından görüşmeye gittik ve olmadı. Sonra tekrar gitmek istedim, bunu talep
ettim ve gittim. Biraz zorlamış olabilirim (gülüyor.) Toplamda da beş kere
gittim ve artık en sonunda yönetmenlerle aramızda şöyle bir konuşma geçti: “-
Bence halledemeyeceğimiz bir şey yoktur. Bir şey daha yapsak, ne yapalım? – Son
bir audition çekelim o zaman. Sen istediğin sahneleri seç, özgürsün nasıl
yorumlamak istiyorsan öyle oyna.” Ve evet, o son audition’ın ardından Leon’un
üniformasını geçirdim üstüme. Tabii o esnada herkesin okuma ve saç, kostüm
provaları başlamıştı. Sete girmeye neredeyse 10 gün kala dâhil oldum.
● İlk dört deneme çekiminin olumsuz olmasının nedeni
neydi? Yani durum sana ne şekilde açıklandı?
Her
seferinde olmamasının birçok sebebi vardı. Tam detaylı ben de bilmiyorum ama
audition’da çok iyi değilim. Sanırım o kısa süre içerisinde göstermek istediğin
her şeyi göstermeye çabaladığın ama buna şansın olmadığı için bir kaygı
oluşuyor ister istemez. Bu duygunun da performansından çok fazla şey
götürdüğünü düşünüyorum. Audition’daki sıkıntının ne olduğunu ben de hâlâ
çözebilmiş değilim.
● Leon’un hangi karakteristik özelliği seni ilk
okuduğunda cezbetti ve kolaylıkla onu anlamanı sağladı?
Kalabalık
içinde yalnız olmasıyla rahatlıkla empati kurabildim. Çünkü tanımadığı bir
ülkeye geliyor ve çok hâkim olmadığı bir dilde konuşuyor. Kendini bir anda
tanımadığı bir kültürün içinde buluyor. Ve işgalci bir kumandanın teğmen oğlu
sıfatıyla oraya geliyor. Şu an biz de şehir hayatında tam da bunu yaşıyoruz.
Özellikle ben kendimi kalabalığın içinde yalnızmışım gibi hissediyorum.
● Leon’un zaten bu yalnızlıktan ötürü boğazında hiç
geçmeyen bir düğüm var. 24’üncü bölümde bir kuple de olsa söylediği Kimseye Etmem Şikayet de bunun çok
güzel bir sembolü oldu. Dertleşecek bir dostu, arkadaşı da yok. Dizideki diğer
erkek karakterler için de aynı durum geçerli.
Evet,
muhtemelen o yalnızlıktan ördüğü duvarın ardına Hilal dışında kimseyi
geçirmiyor zaten. Mesela ilk bölümlerde Yıldız’la Leon’un yakın olmasını da bu
hâkim temaya bağlıyorum. Aslında Leon, yalnız olduğu bir şehirde arkadaşa
ihtiyaç duydu ve Yıldız da bu noktada bir şeyler paylaşabildiği bir arkadaştı
onun için. Bu nedenle ilk başta aralarında bir yakınlaşma yaşandı. Ancak aşkı
ise Hilal’le tanıdı. O yüzden arkadaşa ihtiyaç duyuyor şu an içten içe.
● Senaryoyu ve karakterini yorumlarken tarihi
kaynaklardan yararlandın mı?
Ben biraz
hızlı şekilde ekibe dâhil olduğum için dil danışmanımız Ayşe Tamer’in
tavsiyelerine uydum. Öncesinde kişisel bir araştırma yapma şansım olmadı. Tüm
ekibe o dönemi objektif anlatan kitapların listesini gönderdi. Dönemin
sosyokültürel yapısını anlatan tarih kitaplarından faydalandım. Aynı zamanda
belgeselleri de izledim.
● Tüm bunların ışığında “Leon’un kostümü üzerime tam
oturdu” dediğin ilk an hangisiydi?
Sete
çıktığım gün ilk olarak Leon’un, babası Vasili’den önce işgale gelip balo
salonunda konuşma yaptığı sahne çekilmişti. Daha o sahnede hissettim açıkçası
bu duyguyu. Her bölümde yeni doneler eklenerek o kostüme aksesuar temin
ediyorum ve daha da oturuyor. Leon’un her karakterle ayrı bir çatışması var
dramaturjik olarak. Misal Vasili’yle olan iletişimi başkayken, o odada Cevdet
veya Veronica olduğu zaman bambaşka oluyor. Bu karakterlerle her paslaşmasında
o kostüm üzerine tam oturuyor.
● Diğer karakterlerle etkileşim açısından baktığında
hangisiyle karşılıklı oynamak seni zorluyor?
Cevdet,
Vasili ve Leon üçlü sahneleri olabilir. Çünkü bir yandan karşımızda rütbeli üç
asker var, diğer yandan hepsi kendine ait bir egoya sahip. Ben teğmenim,
aslında düşük rütbeliyim ama bir kumandanın oğluyum. Oradan aldığım bir özgüven
var ve Türk tarafından geçmiş bir adamla, Cevdet’le karşı karşıyayım. İlk
bölümlerde bu çatışma çok ağırdı. Ve Leon’u oynamak açısından da oldukça zor
ama bir o kadar da keyifliydi benim için.
● Leon, Cevdet’in hain olduğundan ilk şüphelenen ve
onun egosu altında ezilmeye hiç niyeti olmayan biriyken şu an ona karşı daha
ılımlı birine dönüştü. Bu geçiş seni zorlamış olmalı.
Evet,
zorlandım. Leon başlı başına zor bir karakter ve gerçekten sürekli yeni
açılmalar doğuyor senaryoda. Devamlı zorluyor beni Leon ve performansımı bir
sonraki basamağa çıkarmamı sağlıyor. Mesela 24’üncü bölümde de çok zorlandım
açıkçası. Leon’un ruh hali o kadar fırtınalı ki artık aksanı vb. özellikleri
bana güç gelmiyor, onları düşünmüyorum.
● Aslında aksan, bir oyuncunun performansını aşırı
teatrale kaçmasına neden olabilecek, onu yapaylaştırabilecek bir unsur. Ancak
sanki yıllardır bu aksanla konuşuyormuşçasına bağırmadan oynuyorsun.
Çok teşekkür
ediyorum. Aksan konusunda çekimlere başlamadan önce Adalar’da yaşayan Rumların
hayatını anlatan belgeseller izledim. Orada o insanların gerçekten nasıl
konuştuğunu duydum. Diyalekt var sadece. Çok melodik bir aksan, onu yapsaydım
olayın dramatik yanı silikleşirdi ve benim oyunumdan çok götürebilirdi ki zaten
arada götürüyor. Bu nedenle diyalekt yapmaya karar verdim. Aslında bu daha zor
ama oturduktan sonra oyunum için daha keyifli oluyor.
● Leon’un duygu yoğunluğu çok yüksek ama sen çok
sakin oynayarak bu yüksekliği düşürmüyor ve izleyiciye de aktarıyorsun.
Bunu çok
önemsiyorum. Açıkçası bir duyguyu, acıyı olduğundan fazla dozda göstererek
izleyiciye bağırmayı ve ağlamayı kanırtarak göstermeyi biraz ayıp buluyorum.
Bilmiyorum en azından benim naçizane görüşüm bu.
● Zaten dediğin şekilde olsa ajitasyona kaçardı o
zaman.
Evet, çünkü
o zaman empati kurdurabilecek bir karakter de ortaya çıkaramazdım. Duyguyu
sömürmek gibi geliyor bana. “Bu acıdan insanlara ne verebilirim? Leon’u nasıl
anlayabilmelerini, onunla empati kurmalarını sağlayabilirim?” sorusu benim için
başlangıç noktası. Daha çok bunlara odaklandığım için yüksek oynamayı sevmiyorum.
Mesela Muhteşem Yüzyıl: Kösem’de
Mustafa, bu tuzağa düşebilecek bir roldü. Her sahnesi çok yüksekti ve devamlı
bir kriz geçiriyor, bir şey yaşıyordu. Mustafa zorlu olduğu kadar Leon’daki bu
duyguları dengelememi de sağladı. Orada da bir deliyi karikatürize ederek oynamak
istememiştim. Deli bir şehzade padişah oluyordu ve benim bununla insanlara bir
şey anlatmam gerekiyordu. Bunun dengesini kurmayı çok önemsiyorum.
● Leon’da sana nasıl bir karakter analizi verildi?
Mesela geçmişine dair elindeki veriler mi ağırlıktaydı, yoksa senin hayal gücün
mü öne geçti?
Geçmişine
dair neredeyse her detayı biliyordum. Diziye başlamadan önce hem tekil hem de
aile olarak Vasili ve Veronica’yla birlikte yönetmenlerimizle karakter
toplantısı yaptık. Hepsiyle birlikte derinlemesine inceledik Leon’u.
Çocukluğundan itibaren tüm yaşadığı şeyleri biliyordum.
● Taylan Kardeşler’den söz açılmışken üç yönetmenle
çalışıyorsunuz. Bu durum performansını nasıl etkiliyor?
Hepsinin
reji dili farklı ama Vatanım Sensin,
bunların kombinasyonu olan tek bir dile sahip. Her biriyle çalışmak çok farklı.
Çalışma yöntemleriyle birbirlerinden ayrılıyorlar. O yüzden keyifli tabii üç
yönetmenle çalışmak.
● Hazır mısın; o malum konuya geldik: HiLeon. İlk
defa bir dönem dizisinde genç karakterler arasındaki aşk, ana aksa kafa tutar
oldu ve neredeyse “zoraki” bir aşk filizlendi.
Aslında
Hilal ile Leon arasındaki aşk senaryoda vardı. Çekimlere başlamadan önce sezon
finaline kadar neler olacağını, olay örgüsünü biliyorduk. Ancak HiLeon daha
işlenmeden izleyicilerin bunu fark edip onların arasındaki aşkı görmek istemesi
bizi de çok şaşırttı. Muhtemelen bu, iki karakterin birbirinden çok zıt ve
kendi dünyalarında çok güçlü karakterler olmasından kaynaklanıyor. Bu nedenle
yakıştırdıklarını düşünüyorum.
● HiLeon aşkını yorumladığında senin kalbine dokunan
yanı nedir?
Modern
çağda, şehir yaşamında insanlar birbirlerinin etiketlerinden etkilenir oldular
ve maskelerini, sosyal yaşamlarını geçtim ilişkilerinde bile kolay kolay
indiremiyorlar. Bu hikâyede de beni tatmin eden, bize sonradan eklenen bütün o etiketleri ve
kendimize giydiğimiz maskeleri düşürebileceğimiz saf bir aşkı izleyiciyle
paylaşabilmemiz.
● Oynamaktan en keyif aldığın HiLeon sahnesi hangisi?
İlk aklıma
gelen Leon’un, Hilal, Andreas isimli Yunan askerini kaçırmaya çalışırken ters
köşe yapıp Hilal’e yardım ettiği sahne. Hilal de Leon’u ilk kez tanımaya
başlamıştı o sahnede, keyifliydi. Benim de ilk kez üzerinde bulunan üniformaya,
sahip olduğu etikete ve milli kimliğe dayanarak kişiyi yargılamamak gerektiğini
anlatabildiğim sahnelerden biri oldu.
● HiLeon’cuları nasıl yorumluyorsun? Malum oldukça
koyu bir fanatizm söz konusu.
Açıkçası ben
eve gittiğim zaman kendimi huzurlu hissediyorum. Çünkü gençlere bir şeyler
verebildiğimizi, boş bir şey anlatmadığımızı düşünüyorum.
● Leon ile Boran karşı karşıya gelse birbirlerine
kendi hayatlarına dair ne sorarlardı?
Öncelikle
Leon’a, “Git biraz tadını çıkar. İzmir’i işgal etmişsiniz. Bu kadar üzülme”
derdim. Kendi hayatımla ilgili de muhtemelen bu kalabalık içindeki yalnızlıkla
başa çıkma yolunu sorabilirdim. Ancak Leon da işin içinden çıkamadığı için
muhtemelen bu soruyu cevaplayamazdı (gülüyor.) Çok güzel bir soru bu arada, hiç
düşünmemiştim böyle bir şeyi. Leon ise etrafında bu kadar olay, dram yaşanırken
nasıl güçlü kalabileceğini sorardı. Boran da ona, “Etrafında ne olursa olsun
kimse olmasa bile tutunacak bir kendin olsun, kendine güven.” derdi.
● Dönem dizisinde oynayan biri olarak bugünün
Türkiye’sini nasıl yorumluyorsun? İki dönemi karşılaştırdığında nasıl bir tablo
çıkıyor ortaya? Malum “Tarih, tekerrürden ibarettir” denir; o nedenle dizideki
dönem uzak olduğu kadar yakın da bugüne.
İlkokuldayken
tarih dersini niye aldığını sorgularsın ve buna şöyle bir karşılık alırsın:
“Tarihini öğren; oradan bugün için alınacak şeyler vardır”. Bugün de sadece
Türkiye’de değil, tüm dünyada benzer olaylar yaşanıyor. Bir oyuncu olarak ben
de bugünün koşullarından çok farklı koşullarda, çok farklı bir sosyolojik
yapıyı ve farklı insan psikolojilerini deneyimleyebiliyorum. Ve bunu da dönem
dizisi olarak günümüz insanıyla paylaşabiliyoruz. Karakterlerin farklı
koşullarda nasıl hissedebileceğini, olaylara nasıl tepki verebileceğini tahayyül
etme gücünü seyirciyle deneyimleyebiliyoruz. Bence bugünün gündemine
bakıldığında ders alacağımız çok fazla unsur var; özellikle de son dönemi
düşünürsek.
● Leon’u nasıl bir sahnede izlemek istersin?
Leon’un, İzmir’e
biraz daha dışarıdan bakarak yazılar yazmasını isterdim; çok daha objektif bir
noktadan. Çünkü karakter de öyle bir yere doğru gitmeye başladı. Vicdanıyla
kendi vazifesini dengelemeye çalışıyor. O yüzden şu an çok ortada bir yerde.
Evet, Yunan milliyetçisi ama ırkçı değil. Tarihi konumuna baktığında Türkler
onun düşmanı ama Türklere nefret duymuyor. Şu anda da bir mahlasla yazarak
içini döküyor ama tamamen bu olayların dışından bakmasını isterdim dünyaya,
öyle yorumlamasını.
● Sen bugün bir mahlasla yazı kaleme alacak olsan
mahlasın ne olurdu ve ilk olarak hangi konuyu ele almak isterdin?
Sinemanın
ilk kez sanat dönüştüğü film olan The
Birth of a Nation’ın yönetmeni D. W. Griffith ve Pop-Art’ın bilinen
temsilcilerinden Andy Warhol’a ithafen ‘Andy Griffith’ olsun mahlas. Sanatın
popüler kültürdeki ihtiyaçlarını ve oyuncu-sanatçı farkını kaleme almak
isterdim.
● En keyif alarak oynadığın sahne hangisiydi?
Veronica ile
Leon sahnelerinden çok keyif alıyorum. Veronica’yı oynayan Senan Kara tiyatro
sanatçısı ve onunla bir şeyler paylaşarak oynamayı çok seviyorum. Bu durum
zaten genelde beni çok mutlu eden bir unsur. Senan’la oynarken ekstra haz
duyuyorum. Çünkü çoğu sahnemizde bir doğaçlama oluyor ve o an kendiliğinden
akıyor. İşin güzel yanı da bunu daha önce Senan’la konuşmamış olmamız.
● İlk defa bir dönem dizisinde doğaçlama yapıldığını
duyuyor olabilirim. Dram ve de dönem işinin aksı buna çok müsaade etmez gibi
geliyor.
Aslında
dönemin koşullarını ve karakter ilişkilerini doğru olarak sindirdiğin müddetçe
neden olmasın.
● En çok hangi sahnede zorlandın?
İntihar
sahnesi. O da çok yüksek yazılmış bir sahneydi ve ben yüksek oynamak
istememiştim. Zaten bölüm senaryosu geldiğinde o sahneyi okuduğumda da bir
yutkunmuştum.
● Sana dediler ki, “Boran, bu 24 bölüm içerisinde bir
sahneyi tekrar çekeceğiz ki tam anlamıyla senin istediğin, hayal ettiğin gibi
olsun.” Hangi sahnenin çekilmesini isterdin?
Aaaaa… Çok
güzel, çok sevdim bu soruyu (gülüyor.) Çünkü gerçekten bazen eve gittiğimde “Bu
sahneyi keşke böyle oynamasaydım” diye düşünüyorum. Veronica’nın bana neden bu
ruh halinde olduğunu ve ilk defa ağabeyimi anlattığı bir sahne vardı. Onun tekrar
çekilmesini isteyebilirim.
● İçine çok sinmediğinde bunu paylaşıyor musun
yönetmenlerle? Zamana karşı yarıştığınız için yönetmenin içine sindiği an o
sahneyi tekrar çekmek istemeyi talep etmek zor olmalı. Bir de baktığında
yönetmen, içinde bulunduğun dünyayı daha geniş bir açıdan, daha iyi bir gözle
görüyor.
Evet,
kesinlikle. Ancak bu noktada Vatanım
Sensin’de rol almaktan çok mutluyum çünkü içime tam anlamıyla sinmediğinde
bunu paylaşabiliyorum. Fakat içime
sinmeyip tekrar çekilmediğinde de günüm çok kötü geçiyor (gülüyor.) Tabii ki yönetmenlerime
güvenim sonsuz. Bir de sonuçta yönetmen görüyor ne yaptığımı, ben bilemiyorum.
Çok uğraşıyorum o sahneyi bir daha çekip istediğim performansı gösterebilmek
için. Senin de dediğin gibi bir hafta içinde insanlara derdimizi
anlatabileceğimiz, sanatsal yönü olan bir iş yetiştirme derdindeyiz. Bir sinema
filmi ya da tiyatro oyunu gibi prova alacak ya da daha iyisini yapacak vaktimiz
olmuyor. Senaryoyu bile çok detaylı şekilde inceleyeme lüksüne de sahip değiliz.
● Senaryoyu aldığında nasıl bir okuma rutinine
sahipsin? Not alır mısın? Hoş, zamana karşı yarıştığınız için bu sanırım pek
mümkün olmuyordur.
İşin
başındayken ne yaptığımı söyleyeyim. Diğer karakterlerin benim için ne
söylediğine dikkat ediyorum. Başkasının gözünden kendi karakterimi görebilmek
önemli benim için. Çünkü bu, benim onlarla oynadığım sahnelerin de matematiğini
etkileyecek bir durum. Tabii ayrıca senaryodaki akışa göre çekmiyoruz
sahneleri, bu yüzden o tutarlılığa çok dikkat ediyorum. “Oynadığım sahneden
önce ne haldeydim, nereye gideceğim” sorusunun cevabını öğrenerek ilerliyorum.
● Yaş, cinsiyet vb. unsurları bir kenara
bıraktığımızda Leon yerine hangi karakteri canlandırmak isterdin?
Vasili.
Bence en büyük sınavı o veriyor aslında. Oğlunu kaybettikten sonra asker olmaya
karar veriyor ve general oluyor. Sonrasında İzmir’i işgal eden kumandana
dönüşüyor. Eşine istediği sevgiyi gösteremediği için içten içe kendini
suçluyor. Keza aynı durum oğluyla arasındaki ilişki için de geçerli. Ancak
büyük tabloya baktığımızda da o, yüksek rütbeli bir asker ve de önemli bir
vazifesi var. Vasili milliyetçi bir adam, onun çatışması oldukça büyük ve
güçlü.
● Baki Davrak da nasıl güzel oynuyor! Kendisini Yaşamın Kıyısında filminde hayranlıkla
izledikten sonra onu bir Türk dizisinde görmek beni çok mutlu etmişti.
Ben de Baki
Davrak’ın Vasili’yi oynayacağını duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Onu
filmlerden biliyordum. Ve çok severdim. Şimdiyse büyük bir keyifle çalışıyoruz
beraber. Gerçekten çok zorlu bir karakter Vasili, replikleri bile bu durumun en
canlı kanıtı. Baki Davrak da bence muazzam canlandırıyor. Bence inanılmaz
başarılı.
● Başka bir millete ait de olsa dizide bir üniforma
giyiyorsun. Kurgu ve en nihayetinde bir iş de olsa ataerkil sistemle özdeşleşen
o üniformayı giymek ne hissettiriyor sana?
İlk başlarda
bunun savaşını çok verdim kendimle. Ortada büyük bir vahşet varken Leon her
yeni güne üniformasını giyerek başlıyor. Tarihe baktığımızda o dönem
yaşananlar, görsel olarak insanların alıştığı unsurlar. Bu durum, yüzyıllar
boyunca işgal eden taraf için geçerli olmuştur hep. İşte, çok alışılmış bir şey
olduğu için ben Boran olarak savaş halindeydim bu gerçekle. Bana o dönemki
normalliğini anlatmaya çalışıyorlardı; “Bunu hep yaşıyorsun sen, o yüzden
tabanca ve üniforma da bir meslek senin için.” derlerdi. Aslında Leon’un egosu
üniformasından değil, zekası ve aklından geliyor. Bu yönü de ortadaki gerçeği
normalleştirmemi kolaylaştırdı.
● Leon’un hangi karakteristik özelliğinin bir nebze
de olsa sende olmasını isterdin?
Tahammül
seviyesi galiba. Gerçi ben de çok tahammülüyüm ama Leon’un, İzmir’de
yaşayabileceği çok keyifli bir hayat varken o pek çok dramla karşı karşıya
geliyor. İçinde de fırtınalar kopuyor. Yaşadıklarına baktığımızda gerçekten çok
iyi sabrediyor ve her şeye rağmen sakinliğini koruyabiliyor.
● Bu da Leon’un erdemi olsa gerek. İleride yine bir
dönem işinde rol alacak olsan hangi dönemde, hangi tarihi figürü oynamak
isterdin?
Aslında
Osmanlı Dönemi’nde geçen bir işte oynamayı çok istiyordum ki Muhteşem Yüzyıl: Kösem’le bunu
gerçekleştirdim. Sanayi Devrimi sırasında İngiltere ya da Fransız Devrimi’nin
yaşandığı dönem Avrupa’nın herhangi bir şehrinde bir Avrupalıyı oynamak
isterdim.
● Yaşamış bir tarihi figürü canlandıracaksın; bu kim
olurdu? Genelde Hitler’i oynamak hayal edilir hep.
Hitler’i
oynayacak olsam bile Hitler’le bir şekilde empati kurmam ve izleyiciyle de
empati kurdurmam gerekirdi. Bu da bence çok zor. Konservatuvardayken Arthur
Miller’ın After the Fall isimli
otobiyografik oyununu çalışmıştım. Arthur Miller’ın hayatındaki kişileri ve
Marilyn Monroe ile ilişkisini anlatıyordu. Anlatılacak çok hikâye var onun
hayatında. Arthur Miller’ı oynamak isteyebilirim.
● Bugüne kadar Leon’la ilgili duyduğun hangi yorum seni
çok mutlu etti veya sana ilginç geldi?
İşgal eden
tarafta olan bir Yunan karakteri sevdirebilme ve bir şekilde anlatabilmenin
hissiyatını taşımam zordu. Açıkçası çok fazla aidiyet duygusuna sahip değilim.
En nihayetinde klişe olacak ama dünya insanıyız hepimiz. İlk bölümlerde Leon’u
sadece görev adamı ve sert bir Yunan karakteri olarak görüyorduk. Aidiyet
hissine sahip olmayan biri olarak ilk bölümlerde Leon’un sert duruşuna Yunan
olduğu için tepki geleceğini düşünmemiştim. Şu anda da bütün bu bize sonradan
eklenen sıfatlarımız; gelenekler, milliyet, din, dil vb. unsurlar olmadan bir
karakteri anlatabilme şansına sahibim. Bu da benim tatmin noktam Vatanım Sensin için.
● Aslında derdinin sanat olması ve kendini bu yolla
ifade etmen de aidiyet duygunun olmadığını ortaya koyuyor. Sonuçta sanat, bu
dünyada evrenselliğini asla kaybetmeyen alanlardan.
Kesinlikle! Bence
hem günümüz toplumunda hem de dünyada genel olarak insanlık unuttuğumuz bir
kavram. Hele de bu şehir yaşantısında kimsenin kimseye tahammülü kalmadı. Bir
şeye odaklanıp robot gibi yaşıyor herkes. O yüzden de kendimizi, bu dünyayı en
güzel ifade etme aracımız sanat. İnsanlara yeniden anlatabileceğimiz, onunla
tekrar doğurabileceğimiz yol sanat; bu mesleği de o nedenle seçtim.
● Arz-talep dengesinin kendini en belli ettiği mecrada
yani televizyonda sanat yeşerebilir mi? Sosyal medyadaki yorumlara göre hikâye
örgüsünü şekillendiren senaristler de var, salt kendi hayal gücünü rüzgar yapıp
ilerleyenler de.
Bence
televizyonda sanat yeşerebilir. Bu noktada senaristin ve yapımcının bir hedefi
olması gerekiyor. “Ben bunu anlatmak istiyorum” demesi lâzım. İşte o zaman
senarist de sanatçı olur, anlatmak istediği hikâyeyi aktarabilir özgür bir
ruhla aktarabildiği koşullarda. Bunu böyle söylemek kolay geliyor belki,
sonuçta perde arkasında işlerin ilerleyiş şekline hâkim değilim. İnsanlar
yapmak istedikleri şeyi ne kadar yapabiliyor bilmiyorum açıkçası ama bazıları
var ki yapmak istediklerini diretiyor, karşısındakileri ikna ediyor ve onu
yapıyor. ‘Production designer’ kavramının da hayatımıza girmesi gerekiyor
bence.
● Şu an sürekli sorguladığın veya kendini ifade etmek
istediğin bir konuyu herhangi bir sanat dalıyla anlatacaksın. Hangi konuyu
nasıl anlatırdın?
Galiba bunu
ilk defa söylüyorum; ben kısa film yönetmeyi çok istiyorum. Hatta şu an
yazıyorum da. Bir gün bu hayalimi gerçekleştirmeyi hedefliyorum. Konusunu
söylemeyeyim çünkü bence neyi anlattığından çok, nasıl anlattığın daha önemli.
● Ben de heyecanla tiyatro diyeceğin anı bekliyordum.
Mesela seni sahnede de görsek ne kadar güzel olur! Okul dışında tiyatro olmadı
hiç, değil mi?
Evet, en son
konservatuar mezuniyet oyununda oynadım. İki yıl oldu zaten mezun olalı. Mezun
olduğumdan beri de dizi yaptım hep zaten. Önümüzdeki sezon oynamayı istiyorum. Fakat
şu an sahneye çıksam yapamayacakmışım gibi hissediyorum. Tiyatro sahnesi benim
özlemini duyduğum bir yer olduğu için kaygım da çok fazla orayla ilgili. Umarım
yakın zamanda tiyatro yaparım.
● Hangi an, olay ya da yaratı sana oyunculuğun
büyüsünü tattırdı ve seni bu dünyaya çekti?
Babam,
Devlet Tiyatrosu’ndan emekli. Oyuncu değil ama yöneticiydi Ankara’da. O yüzden
tiyatro genel müdürlük binasında büyüdüğümü söyleyebilirim. Bu dönem çok oyun
izledim. Fakat yine de lisede oyuncu olmayı hiç istemiyordum, açıkçası böyle
bir şey yoktu aklımda ama sanat yapmak istediğimden emindim. Türkiye’deki
üniversiteye giriş sınavı sistemi malum. Sınav odaklı bir eğitim sisteminden
geçtiğimiz için istediğin şeyi geri plana atıyorsun. Lise de seni üniversiteye
hazırladığı için o dönem en iyi, “garanti” bölüm fen olarak görülüyordu. Ben de
kaçınılmaz olarak fen okudum lisede. Ancak ne doktor ne de mühendis olmak
istemiyordum. Mimarlık da bir sanat dalı ve en azından mimar olurum diye
düşündüm. Fakat sonra daha sosyal bir iş yapmak istediğimi fark edip Türkçe-Matematik’e
geçerek ekonomi okudum. Tabii o da olmadı ve derken tiyatroyu düşünmeye
başladım. Konservatuar sınavlarına hazırlandım ve İstanbul Üniversitesi Devlet
Konservatuarı Sahne Sanatları Tiyatro Ana Sanat Dalı Oyunculuk Bölümü’nü
kazandım. Benim ne istediğimi fark edişim biraz yanlışları yaşayarak oldu. Yavaş
yavaş, deneyimleyerek de her geçen üzerine bir tuğla ekleyerek devam ediyorum
bu yaratım sürecine. Tabii bazı filmler oldu beni büyüleyerek bu dünyaya
yönelten. Mesela Özcan Alper’in yönettiği Sonbahar’ı
buna örnek olarak gösterebilirim. Lisedeyken izlemiştim. İnanılmaz etkilemişti
beni film, keza Onur Saylak da öyle. Bu filmi izledikten ve Onur Saylak’ın
performansını gördükten sonra “Evet, bu meslek benim için olabilir!” demiştim
(gülüyor.)
● Sanat, hem bu hayatta dert edindiğin hem de derdini
anlattığın bir yol ama bakıldığında Emin Alper, Tolga Karaçelik ve daha pek çok
yönetmen de Kültür Bakanlığı’ndan destek alamıyor. Bu durumu nasıl
yorumluyorsun? Umudunu kırıyor mu bu gerçek?
Gerçekten o
kadar iyi yönetmenler var ki Özcan Alper, Tolga Karaçelik, Emin Alper… Saymakla
bitmez. Çok üzücü tabii. Nasıl yorumlayabilirsin ki böyle bir şeyi? Fakat
umudumu kaybediyor muyum? Dünyada her dönem baskı süreçlerinden geçtiğin zaman
sanat bir şekilde ortaya çıkmaya ve daha da güçlenmeye başlıyor. Ben buna
inanıyorum. Bu bilinci sağlamamız lâzım bence. Asıl önemli olan ve sanatçıların
birinci görevi de bu. Çünkü eğer bunu savunmazsak yapacak hiçbir şey kalmayacak
bu gidişle.
● Yozgat
Blues, Sarmaşık, Rüzgârın Hatıraları, yakın
zamanda vizyona giren Blue belgeseli
gibi Türk Sineması’nda “auteur” olarak nitelendirebileceğimiz örnekler sınırlı
sayıda salonda gösterime giriyor. Sen de bu tarzda bir filmde oynadın ya da
yönettin ve filmini sadece 20 kişi izledi. Bu, seni tatmin eder mi? Senin için
o tatmin kriteri nedir?
Ben yaptığım
şeyden emin olduktan sonra bu beni tatmin eder. Bu, reytingler için de geçerli.
Nasıl ölçüldüğünü zaten hâlâ anlayabilmiş değilim. Bilmiyorum sen içinde tüm
parçaları yerleştirip oturttuktan ve de emin olduktan sonra tatmin olma
noktasına gelmiş olursun.
● Ankara’dan İstanbul’a geldiğinde İstanbul’un hangi
yönü tabiri caizse seni şöyle bir silkeledi?
Ankara’dayken
hep İstanbul’da yaşamak istiyordum. Ankara’yı sevmiyordum orada yaşarken.
İstanbul’a geldiğimde beni ilk böyle silkeleyen unsur Ankara’daki dostlukların,
arkadaşlıkların samimiyetini burada bulamamam olmuştu. Bunu, benim oraya alışık
olmamdan kaynaklandığını düşünmüyorum. Hâlâ gözlemleyebiliyorum bu durumu.
Sürekli bir koşuşturma hâkim. Mesela burada daha çok arkadaşlarına nereye
gittiğinin önemi var, Ankara’da ise bir yere kiminle gittiğin önemlidir. Bir de
geldiğim yer aslında sanat ortamı ve egoların yarıştığı bir kulvar olduğu için
bu noktada biraz şaşırmıştım açıkçası insan ilişkilerine. Yurt dışında bir
yerde yürürken Türk biriyle karşılaşmak bir gariptir ya, sana bir sıcaklık
katar. İstanbul’da da Ankaralıyla karşılaşmak öyle bir şey. Mesela bizim sette
Fatih de (Artman) Ankaralı ve onu böyle bir ekstra daha çok seviyorum
(gülüyor.) O da mesela Ankaralı olduğunu çok belli eden biri bence. Baktığında
bu şehirde iki şansın var; ya kalabalığın içine karışıp kendini unutacaksın ya
da kalabalık içinde yalnız kalıp kendinle yüzleşeceksin. Bence bunun ortası yok
ama Ankara’da doğduğun gibi ölebilirsin.
● O zaman Ankara’da büyümüş olmak senin için paha
biçilmez olmalı.
Kesinlikle!
Ankara’da, o kapalılık içinde hayal gücün daha büyük oluyor. Bir de hep sanatın
icra edildiği bir evde büyüdüm. Annem güzel sanatlar mezunu. Evde resim
yapardı. Keza babam da öyle. Babam ayrıca ud ve piyano çalardı.
● Biraz önce egodan bahsettin. Herhalde oyunculukla
özdeşleştirilen ama anlamı da her yöne çekilmiş vaziyetten olan etiketlerin
başında geliyor. Senin için egonun tanımı nedir?
Evet,
genelde olumsuz algılanıyor. Bence egolu olmak kötü bir şey değil ki zaten ego,
insanı tamamlar kanımca. Ancak egoist olmak başka bir şey, o noktada artık
kendine zarar vermiş oluyorsun. Kontrol altına aldığın, sağlıklı yönettiğin
sürece sorun yok.
● Hangi yönün seni kendinle savaşa sürüklüyor?
Nerede
olursam olayım hep etrafımdakilerin daha mutlu olmasını önemsiyorum. Bu sefer
de kendini unutuyorsun ama. Bu özelliğimi engelleyemiyorum çok fazla.
● Çevrendekilerin gözünde seni “şahsına münhasır”
kılan özellik nedir? Senin için söyleyecekleri ilk anahtar kelime ne olur?
Çılgın
(gülüyor.) Etraftaki hiçbir şeyden çekincem olmadan eğlenebilmeyi çok
seviyorum. Ancak özellikle Vatanım Sensin’den
sonra artık bunu çok fazla yapamıyorum (gülüyor.)
● Kısa vadede hayalini kurduğun olay nedir?
Şu an
yazmaya devam ettiğim kısa filmi çekmek. Detayları bana kalsın. Çünkü benim
için önemli olan kendini ifade etme yolun. Ben de kendi gözümden kaleme aldığım
bir hikâyeyi görsel olarak başkalarıyla paylaşmayı çok istiyorum.
● Kendi yaş grubundan ve de senden yaşça büyük
oyunculardan hangilerini bugüne kadar yaptıkları her işte hayranlıkla
izlemişsindir?
Funda
Eryiğit’i söyleyebilirim. Okan Yalabık ve aynı zamanda hocamdır, Aslı Yılmaz.
● Klişeyle başladık, klişeyle bitirelim. Hangi
oyuncularla karşılıklı oynamayı çok istersin? Biliyorum, “Sayamam ki çok isim
var” diyeceksin. O nedenle aklına ilk gelenleri sorayım.
Konservatuardaki
sınıf arkadaşlarım derim o zaman. Üç arkadaşım var çok yakın, onlarla çalışmayı
çok isterim. Benim şu anda bulunduğum konumda en çok emeği olan insanlardır.
Dört yıl boyunca birlikte çalıştık ve birbirimizin gelişimine katkıda bulunduk.
O yüzden de en çok gerçekten onlarla oynamak isterim.
**
KISA KISA
Son zamanlarda seni en çok etkileyen film:
Manchester by the Sea.
Tüm zamanların en iyi filmi:
Öyle bir
şeyi hayatta söyleyemem (gülüyor.)
Her defasında keyifle izlediğin ve herkese
önerdiğin film:
Kenneth
Lonergan’ın Manchester by the Sea filmini
bu yıl defalarca izledim. Oyuncu ve yönetmen performansı çok yüksek bir film
bence. Tom Ford’un Nocturnal Animals’ı
da uzun bir video-art adeta. Bu sene ayrıca Xavier Dolan’ın Mommy adlı filmini de çok izledim. Orada
Anne Dorval adında bir oyuncu var ki performansına hayran kaldım. O kadar
beğendim ki onun sahnelerini defalarca izledim mesela. Xavier Dolan da çok
başarılı bir yönetmen.
Son zamanlarda seni en çok etkileyen tiyatro oyunu:
Tesir.
Takip ettiğin diziler:
En son The Night Of’u izledim ve çok beğendim.
Şimdi Tom Hardy’nin Taboo’suna
başladım. Henüz ilk bölümünü izledim, değişik bir dizi. The Young Pope’u da bitirdim.
Yayında olan veya olmayan bir dizinin tek bir
sahnesinde gözükeceksin. Hangisi olurdu?
Game of Thrones.
Şu an okuduğun kitap:
Byung-Chul
Han – Şiddetin Topolojisi. Yeni
başladım ve çok güzel gidiyor. Sosyolojik kitapları okumayı seviyorum. Oyuncu
olarak da zaten sosyolojiye hâkim olmak lazım biraz.
Başucu kitabın:
İhsan Oktay
Anar – Puslu Kıtalar Atlası.
Boran olarak bir kitabın içine girip bir karakterle
konuşacaksın. Hangisini seçerdin?
Barış
Bıçakçı’nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz’deki
iki adamdan biri olabilir.
Son zamanlarda en çok dinlediğin müzisyen ya da
şarkı:
Kings of
Leon grubunun tüm şarkılarını dinliyorum.
En sevdiğin yemek:
Asla ayırmam
çünkü yemek yemeyi çok severim.
Ağzına asla sürmediğin yemek:
Pırasa.
Hayal şehrin:
Londra.
En çok gitmek istediğin şehir:
Londra.
1992 yılında Ankara’da doğmamış olsaydın hangi
yılda, nerede doğmak isterdin?
1960’lar
İngiltere’si.
Çok sevdiğin bir filmin zaman ve mekân unsurlarını
değiştireceksin ve bu filmdeki bir karakteri de sen canlandıracaksın. Ortaya
nasıl bir sonuç çıkar?
Aslında
yapıldı denemesi ama Hamlet’i modern dünyaya uyarlayıp Hamlet’i oynamak
isterdim.
Hayatını özetleyen bir replik / kitaptan alıntı /
deyim ya da şarkı sözü:
‘You Only
Live Once’.
Bu kadar soruya cevap verdin; senin yaşayan veya
hayatını kaybetmiş ünlü bir isimle röportaj yapma şansın olsa bu kim olurdu ve
mutlaka hangi soruyu sorardın?
Bob Marley!
Onun kendine dışarıdan nasıl baktığını merak ediyorum.