Almila Ada: Oyuncu Almila, balerin Almila’ya göre daha endişeli...

Almila Ada: Oyuncu Almila, balerin Almila’ya göre daha endişeli...
Birazdan okumaya başlayacağınız ya da en azından okumayı planladığınız röportajı Adı Efsane’den Önce ve Adı Efsane’den Sonra şeklinde ikiye ayırabiliriz. Zira 23 yaşındaki Almila Ada’nın öyle bir öğrenim serüveni var ki ben dinlerken bazı noktaları birkaç kere sormuş olabilirim. 2.5 yaşında annesinin tayini nedeniyle Rusya’ya gidiyor ve orada bale ile piyano eğitimi alıyor. Bale, onun için bir yaşam biçimine dönüşüyor ve üniversite yıllarında soluğu Londra’da alıyor. Biri Kraliyet Akademisi’ne bağlı iki ayrı üniversitede eğitim alan Almila, modern dansın ölümsüz tanrıçası Pina Bausch’un kumpanyasında da çalışmış.

Ve bunu o kadar doğal bir şekilde anlatıyor ki onu sarsmak ve “Şu an neler söylediğinin farkındasın, değil mi?” demek istiyorsunuz. Avengers: Age of Ultron’da Scarlett Johansson’ın canlandırdığı Natasha Romanoff’un balerin gençliğinin dublörü olarak rol aldığını söylediğinde ise pes ediyorum artık.

Duru ve doğal güzelliği onun bonusu çünkü ona ışıltı katan unsur yeteneği ve sanata olan aşkı. Onun için güzellik algısının tanımı da yetenekle, hayallerle ve ürettikleriyle eşdeğer. Öyle ki yaklaşık 3 saat süren fotoğraf ve video çekiminin tek bir anında bile “Nasıl görünüyorum acaba?” sorusunu sorma ihtiyacı duymadı. Adı Efsane’den Önce dönemini hayranlıkla dinlediğim Almila Ada’nın, Adı Efsane’den Sonra döneminin daha da bereketli geçeceği ve onda deyim yerindeyse “yıldız tozu” olduğu açık ve net bir şekilde ortada!



● Adı Efsane öncesinde yaşınla ters orantılı oldukça uzun bir öğrenim yolculuğun oldu bildiğim kadarıyla. Ben okurken bir süre sonra ipin ucunu kaçırdım; o nedenle direkt birinci ağızdan dinleyelim.
(Gülüyor.) Evet, galiba biraz uzun, daha doğrusu çok parçalı bir öğrenim hayatım oldu. 2.5 yaşında baleye başladım. Annemin Rusya’ya tayini çıkmıştı ataşe olarak. Malum söz konusu Rusya olunca sanatın bir dalıyla neredeyse kundaktayken ilgilenmeye başlıyorsunuz. Beni de verdikleri kreşte bir sınav yapılıyordu; çocuğun ilgisini hangi sanat dalı çekiyorsa aileni bu konuda bilgilendirip onun eğitimini almaya teşvik ediyorlardı. Benim için de baleyi önermişler. Annem de bale gösterilerini büyük bir hayranlıkla izlerdi ancak hiç denemedi. Benim baleye başlamamla o da bir hayalini gerçekleştirmiş oldu. İstanbul’a geri döndüğümüzde yarı zamanlı konservatuara kaydoldum. Hem baleye devam ettim hem de piyano dersi aldım. Tam zamanlı konservatuara geçeceğim zaman annemler, “Piyanodan devam et. Bale kariyer açısından çok uzun ömürlü değil. Allah korusun sakatlık olursa hem eğitimin hem de geleceğin yanar.” telkininde bulundular. Fakat bir kere kanıma girdikten sonra tabii ki baleden devam ettim. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Lisesi’nde hem ortaokul hem de liseyi okudum. Gözümü neredeyse Rusya’da açtığım için küçüklüğümden beri hep yurt dışında eğitim almak istedim. Tek başıma yaşayabileceğim yaşa gelmek için de üniversiteyi bekledim. O dönem en büyük hedefim de Londra’da okumaktı. İngiltere’de şöyle bir sistem var; önce DVD yolluyorsunuz, sonra belirli kişileri çağırıyorlar ve sınav yapılıyor. Seçilirsen tekrar sınava giriyorsun.
 
● Sen de o altın bileti yeteneğinle kazandın.
Kesinlikle! Ve işin beni gururlandıran ve de duygulandıran yanı Kraliyet Akademisi’ne bağlı Tring Park School of Performing Arts, Royal Academy of Dance, tarihinde ender sayıda Türk öğrenciyi çatısının altında bulundurmuş. Hatta son senelerde hiç Türk öğrenci olmamış. Ben okula başladığımda 15-16 yaşındaydım. O dönem sınavlar kışın oluyordu. Ben de okulu kazandıktan sonra Türkiye’ye geri dönüp lise sonu okudum. Yazın ise workshop’a gittim Londra’ya. Üç yıl da yine Londra’daki United Kingdom Alliance of Prof. Teachers of Dancing’de eğitim aldım. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde kurslara katıldım. Hem hayalimin peşinden giderken hem de ailemden ne kadar süre uzak yaşayabileceğimi gördüm. Derken okul başladı, orada üniversite eğitimi üç yıl sürüyor ve sana kariyer planı yapıyorlar. Bale de malum Avrupa’da oldukça yaygın. Bu nedenle hem iş bulmanız oldukça güç hem de rekabet gerçekten çok çetin. Ben de ikinci seçenek olarak piyanoya devam ettim ama boş durmayıp modern dans, müzikal tiyatro, resim ve moda alanlarında eğitim aldım.
 
● Teğet geçtiğin, bulaşmadığın bir sanat dalı var mı hiç?
(Gülüyor.) Güzel sanatların hepsini ucundan almaya çalıştım. Balerin olmak ebedi hayalim olsa da bir süre sonra ister istemez gelecek kaygısına düşüyor ve realiteyi unutuyorsun. Bulutların ardına saklanan kış güneşi gibi oluyor o an realite. Okulun son senesinde işe girmek istedim tabii durumun farkındalığına varınca. London Ballet Company’de çalıştım. Balerin olarak girdim ama modern dans da yaptım. Fındıkkıran Balesi’nde başrolde yer aldım. Çok çılgınca bir durumdu. Sokakta yürürken gösterinin afişlerini görünce dehşete düşüyordum. Çığlık atılası bir durum ve ben ancak afişleri görünce bunu idrak ediyordum.
 
● Şu an zaten bir hayali anlatıyor gibisin. Herhalde “Delirdin mi? Neden Türkiye’ye döndün ki?” sorusuyla sıklıkla karşılaşıyorsundur.
Tabii ki, zaten tüm bunları anlattığımda en çok sorulan soru o. Yurt dışında geçirdiğim her günden sonsuz keyif aldım. Her şey çok güzeldi ve çok mutluydum. Ancak ne olursa olsun yurt dışında yaşamak çok zor. Bir yıl London Ballet Company’de çalıştıktan sonra Avrupa turnesine çıktık. Turnedeyken başka kumpanyalarda iş bakabiliyorsun. O dönem Avrupa’da neredeyse her ülkeye gittiğim için zorluğunu daha çok hissettim. Fakat o dönem Pina Bausch’ta bir fırsat çıktı ve kaldım.
 
● Modern dansın tanrıçası Pina Bausch’tan bahsediyoruz, değil mi? Ne kadar rahat söyledin çok doğal bir durummuş gibi (Gülüyoruz.)
Evet, aynı Pina Bausch’tan bahsediyoruz. Şimdi sen böyle deyince ben de kendimi garipsedim (gülüyor.) Stajyer olarak çalıştım onun kumpanyasında. Ancak zorlanmadım desem yalan olur. Çünkü orada hem kafa hem de dans geçmişi açısından olgun dansçı istiyorlar. Zaten ben ekibin en küçüğüydüm. Düşünsene ortalıkta “Onu da yapayım, bunu da yapayım” diye gezen bir tip. Zaten onlara uçarak gittiğim için bana “Biz önce sakin olmayı öğreniyoruz” dediler. Onlarla derslere, provalara katıldım. Normalde bale dersi yapmıyorlar ama bir iki kez birlikte bale çalıştık. Benim için uçuk bir şeydi. Pina Bausch’tan sonra Avrupa’nın dört bir yanında farklı kumpanyalarda bir iki ay çalıştım hep. Hiçbir zaman para kazanayım derdine girmedim. Avrupa’da bulunmak ve de deneyim kazanmak tek amacımdı. Fakat benim maalesef küçüklüğümden beri aşil tendonunda problem var. Bir de kolum çok kolay çıkıyordu. Böyle deyince de biyonik kız gibi oluyorum (gülüyor.)
 
● Bir röportajında okumuştum yanlış hatırlamıyorsam, bir yetenek sınavında da kolun çıkmış ve sahnede o halde idare etmişsin galiba.
Evet, çok zorlu bir gündü benim için. Zaten Avrupa’da da sakatlıklarım beni bırakmadı gittiğim yerlerde. Ortaokul yıllarım benim için Çapa Fizik Tedavi ile özdeşleşmiştir. Aşil tendonundaki sorunun iyice belirginleştiği dönem artık dönmeyi düşünüyordum. O dönemde de Londra’daki okula devam ediyorum bir yandan. Bizim de okuldaki stüdyolarımız camekanlı. Avengers: Age of Ultron filminin üç dört sahnesi burada çekildi. Ekip mekân bakmaya geldiğinde cast direktörleri de onların yanındaydı. Scarlett Johansson’ın canlandırdığı Natasha Romanoff karakterinin balerin gençliği için dublör arıyorlar. Benimle birlikte birkaç arkadaşıma da teklif ettiler. Audition verdik ve ben seçildim. O zamanlar tabii işimizin bir parçası olarak bakıyorduk bu tür şeylere (gülüyor.) Ancak İstinyePark’taki IMAX’te izlediğimde realiteyi algıladım. Zaten Avengers’ı çok severim ve bir de Scarlett Johansson’ın gençliğinin figüranısın.
 
● Kapanış jeneriği akmaya başladığında adının çıkmasını bekledin mi?
Evet, bekledim hatta fotoğrafını çektim (gülüyor.) Sinemadan çıkınca da etrafımdakilere “Gördün mü? Ben vardım bu filmde” tadında bir şeyler geveliyordum. Ayaklarım yerden kesilmişti. O zamanlar bana başka bir cast direktörü de menajer bulup çalışmamı önermişti. “Ek iş olarak yaparsın, figüranlıktan başlayıp yıldız olan çok isim var” demişti. Ben çok gönüllü değildim o zaman. Hatta “Acaba mankenlik mi yapsam?” derken kendimi o dünyanın içinde buldum. Annem de modacı, birkaç markayla çalıştım. Sonra bir filmde küçük bir rolde yer aldım ve oyunculuğun hafiften hoşuma gittiğini fark ettim (gülüyor.) O dönem Paris’teydim ve İngilizce dersi veriyordum bir yandan. Audition’a gidiyor, arada da mankenlik yapıyordum. Bu sefer iş bulmanın zor olduğunu gördüğüm için Türkiye’ye dönmeyi düşündüm. Gelmemle birlikte bir aile dostumuzdan Kaderimin Yazıldığı Gün için teklif geldi. Dizinin ilk yönetmeni Ulaş İnaç’tı. Aslında opera sanatçısı. Altın Portakal ödüllü Türev adında çok da güzel bir filmi var. Fransa’da çalışmış ve Pina Bausch’ta şarkı söylemiş. Bu tarz ortak noktalarımızın olması beni oyunculuğa daha da ısındırdı. Halbuki dizi yapmak aklımın ucunda dahi yoktu. Hatta o dönem bale okulu açmayı çok istiyordum. Fakat oyunculuk aklımı fena çeldi. Diksiyon ve kamera önü oyunculuğu eğitimi aldım. Bir yandan da bale ve piyano dersi vermeye devam ettim. Sonrasında Kırgın Çiçekler’de 10 bölüm rol aldım ve onun bitmesinden bir hafta sonra da Adı Efsane geldi.
 
● Bu kadar yoğun bir bale geçmişinden sonra oyunculuğa adapte olmanda herhangi bir zorlukla karşılaştın mı?
Aslında pek karşılaşmadım. Ancak balede şöyle bir durum var; çok güzel ve de estetik bir sanat dalı. Sahnede izlediğin her şey güzel ve kusursuza yakın. Ancak baleden çıktığın an televizyon veya modern sanatın herhangi bir dalıyla ilgilenmeye başladığında ortaya “çirkin olma” durumu çıkıyor. Bunu fiziksel görünüş açısından söylemiyorum. Mesela bale sanatı açısından düşündüğünde yere düşmek çirkin bir durum. Robotik denilebilecek estetik algısı bale dışındaki sanat dallarında pek yok. İşte, bu çirkinlik kavramı beni zorlamıştı başlarda. Yoksa makyajsız çekmişler, saçım kötü durmuş vs. durumlara takılmam. Adı Efsane’de Melis’in vurulduğu bölümde makyajsız oynadım mesela.
 
● Zaten sana genelde neredeyse yok denilebilecek kadar hafif bir makyaj yapılıyor.
Evet, ben de öyle istiyorum. En nihayetinde Melis lise öğrencisi ve 17 yaşında. Duru, çocuksu ve yaşını yaşayan biri. O nedenle en ideali de bu.

 

● Melis’le tanıştıktan sonra en rahat hangi yanıyla empati kurdun?
Tüm cast yapıldıktan sonra Ümit Çırak’la çalıştık. Bize, “Sizce, sizin karakterinizin geçmişi nedir?” diye sordular. Ben üç sayfa boyunca Melis’i yazdım. Ve bu yazdıklarım beni o kadar hazırladı ki Melis’in, Almila’dan çok farklı bir karakterde olmadığını fark ettim. Çok işime yaradı bu. Mesela ben de çok duygusalım ve her şeyi bir anda düşünüp yapmaya çalışıyorum. Bunlar çok rahat empati kurduğum yanları oldu. Şimdi de artık ikimiz bir olduk.
 
● İlk set günün nasıldı?
Biriyle tanıştığımda ilk başta ona karşı çok utangacımdır. Sessizimdir ve hemen de açılamam. O günlerde de sadece Hakan Ummak’la konuşuyorum. Çünkü o benim Mimar Sinan’dan arkadaşımdı. Diğerleriyle sadece merhabaya dayanan bir iletişim kurmuştuk. Tüm ekiple tanıştığım gün kahkülsüzdüm. Bir sonraki gün atölyeye gittiğimde ise kahkül kesilmişti. Kötü olacak diye de çok korkuyordum. Atölyeye geç girdim hatta. Herkes çok beğendi. Cem (Yiğit Üzümoğlu) ise “Önceki hali daha iyiydi” dedi (gülüyor.) Bu olayla aramızdaki tüm çekingenlik vs. kırıldı gitti. Şimdi en yakın arkadaşlarımdan biri artık Cem.
 
● Genç kadroyla aranızda işin ilk dönemlerinde hiç Erdal Beşikçioğlu muhabbeti geçti mi? En nihayetinde televizyon tarihinin kült bir karakterini canlandırmış, pek çok kişinin karşılıklı oynama hayali kurduğu bir isimle aynı kadrodasınız.
Erdal Bey, o kadar mütevazı, neşeli, enerjisi yüksek ve bizlere yardımcı olan biri ki böyle herhangi bir geyiği hiç dönmedi. Ona fırsatımız olmadı diyebilirim. Fakat onunla karşılıklı oynamaya dair unutamadığım bir an vardır. Birinci bölümde okula gidiyorum, o da çocukları çalıştırmaya çalışıyor. Benim için oldukça duygulu ve de zor bir sahneydi. Gözümde çok büyütmüştüm. Sahnede ben posta koyarken Fiko, Hakan, Sadık ve Ali de basketbol sahasından çıkıyor ve okulun bahçesinde bekliyorlar. Çekimler boyunca bahçeye çıkmayıp beni kapıda beklediler ve hep bir ağızdan “Çok iyiydi” diyorlardı. Erdal Bey de bana çok yardımcı olmuştu o sahnede. Okuma provasında da “Seni tanıyorum, sen balerinsin. Bence tam Melis olmuşsun” demişti. O zamandan beri sette bizim çocuklar haricinde hem en yakın olduğum hem de elini omzumda her daim hissettiğim kişidir. Yanlış yaptığımda da söylüyor, motive de ediyor.
 
● İlk olarak hangi sahneyi çekmiştiniz?
Kardeşimi, babamızı arayıp hangi okulda çalıştığını öğrenmesi için zorluyorum.
 
● Kardeşim demişken, Zeynep’i oynayan Leya Kırşan ile iletişiminiz nasıl?
Leya, çok akıllı bir kız her şeyden önce. Okuma provasına geldiğinde tüm senaryoyu ezbere biliyordu. Onunla iletişimimiz çok iyi. Çocuklarla enerjim hep tutmuştur zaten. Gerçek hayatta ablası var ama bana, “Sen de benim ablamsın” diyor. Onun duyguya girmesine yardımcı olmaya başladım. Normalde bunu annesiyle yapıyor, hatta sadece onunla yapmak istiyordu. Son zamanlarda ben yardımcı oluyorum.
 
● Nasıl yardım ediyorsun duyguya girmesi için?
Ben hiçbir şey yapmıyorum aslında. Annesini izledim, onun yaptığını uyguluyorum. Sahneyi okuyoruz ve ben ona ne yaşandığını anlatıyorum. “Şu an sen bunu yaşıyorsun, muhtemelen bunu hissediyorsundur ama sen daha iyi bilirsin” şeklinde konuşuyorum onunla. “Ne hissettiysen onu oyna, yeterli olacaktır. Şakır şakır ağlamana gerek yok” diyorum ki o da onun ayarını çok iyi biliyor.
 
● En çok hangi sahnenin çekimlerinden keyif aldın?
Bale sahnesi. Neredeyse bir gün sürdü. Prova ve pratik yaptım, sadece o ana yoğunlaştım. Bir de Cem’in o sahnede olması da beni rahatlattı. Çünkü konservatuar okuduğu için baleyle de ilgileniyor. O da beni çok rahatlatmıştı. Tüm ekibin seni hayranlıkla izlemesi zaten başlı başına gurur verici bir şey. Balerin olarak bir dizide bale yapmak da çok özel bir duygu. O sahnenin çekimlerinden sonra senaristleri arayıp teşekkür ettim. Bir de en son bölümdeki lunapark sahnesinden çok keyif aldım çünkü benim yükseklik korkum var (gülüyor.) Çok komik, değil mi? İnan hiç hatırlamıyorum ne oynadım ve nasıl oynadım. Çekimlerden önce kullanacağımız aletlere yönetmenim ve görüntü yönetmenimle birlikte bindim. Genel çekilirken Cem’le bindik, o sırada bana ezber geçelim demeye başladı (gülüyor.) Ben nefes alamıyordum orada. Derken birkaç tur daha bindikten sonra rahatladım. Güzel de oldu o sahne.
 
● Yönetmeniniz Devrim Yalçın’ın, aynı zamanda oyuncu olması diğer yönetmenlere nazaran nasıl farklılıklar yaratıyor?
Her şeyden önce set saatleri konusunda çok duyarlı. Oyun verirken ve de sahneyi prova alırken çok yardımcı oluyor. Bence büyük bir avantaj. İyi ki onunla çalışıyoruz.
 
● Kaçınılmaz soruya geleyim, yoksa başta Adı Efsane fandom’ı bizi topa tutar. Rol arkadaşlarını kısaca senden dinleyelim.
Baran (Bölükbaşı), sette Fiko’dan bağımsız şekilde en çok güldüğüm kişi, doğal komiklerden. İnanılmaz tatlı ve çok iyi kalpli. Hakan (Ummak), hepimizin abisi bence. Hem en büyüğümüz hem de çok olgun biri ama o kadar olgun olmasına rağmen benim en şımarabildiğim kişi o. Cem, en yakın arkadaşlarımdan biri oldu. Bana çok yardımcı oluyor. Set saatimiz 10 ise, sabah 8 buçukta gidip üstünden geçer, o sahneye çalışırız. O da beni anlatırken zaten hep disiplinli olduğumu söyler. Kaan (Sevi), bizim sette herkes ya Kaan ya da Baran en komik der. O da inanılmaz eğlenceli biri. Emre (Bey), çok tatlı bir insan. En küçüğümüz, 1997’li. Hakan’dan sonra atölyede ilk merhabalaştığım kişidir. Beni hep güldürür hatta dalga geçer; “Gene mi ağlıyorsun?” diye. Malum Melis çok ağlıyordu bir ara (gülüyor.) Özgü (Kaya), çok tatlı biri, kadroya en geç dâhil olanlardan. İlk tanıştığımızda nedenini hatırlamıyorum bir şekilde baş başa kalmıştık. O da çok gergin olduğunu söylemişti bütün tatlılığıyla. Çok sıcak ve samimi. Rojda (Demirer), herhalde setteki en yakın arkadaşım, ablam hatta. Sürekli beraberiz ve teknik açıdan çok yardımcı oluyor. Set aralarında da Türk kahvelerini kapıp sohbet ederiz. Erdal Beşikçioğlu’yla tanışmadan önce, “Çok büyük sorumluluk. Onun kızını nasıl oynayacağım” endişesini yaşıyordum ancak onunla tanıştıktan sonra gereksiz yere tedirgin olduğumu anladım.
 
● Almila Ada kimliğin dışında bir de HakMel’den ötürü geniş bir takipçi kitlen var.
Evet ve hepsi çok tatlı. Cem’le aklımızın ucundan bile geçmezdi HakMel şeklinde ship yapacakları ve bu kadar sevileceği. Alışkın da değildik. “Aaaa biri şiir yazmış” şeklinde bakıyoruz paylaşımlarına. Bir de HakMel’in bu kadar sevilmesinin nedeninden bahsederken mantıklı şeyler yazıyorlar. Çok seviyoruz onları.
 
● HakMel için bir sahne yazmanı istesem…
Çok zor bir istek bu. Açıkçası Cem’le ne yazsalar oynarız. Her şeyi yazsınlar bize. Bir de Cem’le çalışmak başlı başına güzel bir sınav. “Cem’le çalışmak senin için çok büyük bir şans ama aynı zamanda büyük bir kayıp da çünkü Cem o kadar yetenekli ki sen onun yanında sırıtıyorsun” şeklinde yorumlar duydum (gülüyor.) Cem’le sahne yazsınlar ki kendimi kanıtlayayım isteği oluyor. Konservatuardan birincilikle mezun olmuş bir de. Tiyatro oyunu da çok başarılı. Bahsettiğim bale sahnesinde de düştüğümde her seferinde beni ilk kaldıran Cem’di. Mükemmel bir rol arkadaşı ve de dost.
 
● Dizideki dörtlü tayfadan gerçek hayatta hangisiyle arkadaş olursun veya moralin bozuk olduğunda kapısını çalarsın?
Sadık (gülüyor.) Düşünmeme gerek bile yok. Bayılıyorum ona. Sadık’ı oynayan Hakan zaten çok yetenekli bir tiyatrocu. Ve aslında Hakan’ın Sadık’ta çıkardığı şey ona çok ters. Sadık o kadar komik yazılmamıştı aslında ama Hakan onu o kadar güzel oynadı ki komik olmasa bile onu izlerken gülüyorum. Bir de o beresini çıkarsa çok yakışıklı biri. 13 yaşından beri tanıyorum onu.
 
● Ortaokul yıllarından bugüne kadarki hayatını anlatırken sadece sanattan konuştuk. Hiç o “Tüm günüm sokakta geçerdi, akşam ancak eve girerdim” çocuklarından olmadın mı?
Küçükken sokaklarda koşuşturup bütün gün boş boş gezilmesini ya da oynanmasını anlamamıştım. Lise yıllarımda hafta sonu herkes Taksim veya Maçka’ya giderken ben derse gidiyordum. Pazar günleri de ailemle oturuyordum. Yurt dışına gittiğimde yurtta kaldım ve o dönem arkadaşlar edindim. Bizim çocuklar bana çok güler; mesela bisiklete binmeyi bilmiyorum. Bana top geldiği zaman kaçarım. Adı Efsane’de bir sahnem vardı; kızı dövmem gerekiyor. Ben, “Eğ kafanı, ben de vuruyormuş gibi yapayım” dedim. Çok komik olmuştu. Cem’e mesela kaç kere tokat atmışımdır. Hiçbirinde beceremiyordum çünkü. Fakat son seferinde biraz abartmış olabilirim (gülüyor.)
 
● Aslında orada damarına basılsa okkalı bir tokat atarsın (gülüyoruz.) Ne yapılsa damarına basmış olurlar?
Eleştiri almayı seviyorum ama yersiz eleştiride damarıma basmış olursun.  
 
● Hayatını bale ve oyunculuk olarak ikiye ayırdığımızda her ikisi içindeki hangi karakteri ortaya çıkarıyor?
Bambaşka oluyorum bale yaparken. Mutsuz bir bale sahnesi canlandırsam bile çok mutlu birine dönüşüyorum. Kelebekler ve Almila şeklinde tanımlayabilirim (gülüyor.) Oyunculukta ise sette hep daha iyisini nasıl yaparım modunda geziyorum. Oyuncu Almila daha endişeli balerin Almila’ya göre ama sette de mutsuz günümü hiç hatırlamıyorum. İkisi de ayrı bir özgüven aşılıyor bana.
 
● Kısa vadede hayatına dair neyin hayalini kuruyorsun?
Ne yapabileceğimi ve ne kadar büyüyebileceğimi kendi başarım açısından görmek istiyorum. Onun dışında bir de okul açmak istiyorum. Daha doğrusu yurt dışındaki dans, bale stüdyosu kavramını buraya getirmenin hayalini kuruyorum.
 


KISA KISA
 
Son zamanlarda en çok etkilendiğin film:
Incendies.
 
Tüm zamanların en iyi filmi:
Black Swan. Hoş tüm zamanların en iyi filmi olmasa da en beğendiğim filmlerin başında geliyor.
 
En son izlediğin tiyatro oyunu:
Cem’in oynadığı Troas. Türkiye’de ilk defa fiziksel tiyatro izledim. Tiyatroyla ilgisi olan herkes mutlaka izlemeli bence.
 
Son zamanlarda en çok dinlediğin şarkı / müzisyen:
Belli birine takılıp kalmam ama en son indirdiğim şarkı Drake’in Passionfruit’u.
 
Şu an hangi şarkı çalsa kendini tutamayıp dans edersin?
Jay-Z ve Kanye West’in Niggas in Paris şarkısı. Yıllardır doğum günümde de açtığım ilk şarkı (gülüyor.) Sözlerini ezbere biliyorum. Zaten bir ara Kanye West’in tüm şarkılarını ezbere biliyordum. Bu arada şarkı söyleyebilen insanlara da hayranım. Şan dersi almaya başladım geçen hafta ama daha kat edeceğim çok yol var. Evdeyken sürekli şarkı söylüyorum.
 
En sevdiğin yemek:
Füme somon, avokado, patates kızartması.
 
Ağzına asla sürmediğin yemek:
Yer elması. Çok sağlıklı olduğu için yine de yemeye çalışıyorum.
 
1994 yılında, İstanbul’da doğmasaydın; hangi yıl, nerede doğmuş olurdun?
1950 sonları Paris.
 
Melis olarak bir dizide, bir sahnede gözükeceksin. Bu hangisi olurdu?
Melis olarak Gossip Girl’de Dan’le, Almila olarak da yine aynı dizide Chuck’la bir sahnede gözükmek isterdim.
 
Takip ettiğin diziler:
Şu sıralar Blacklist’e taktım. Sherlock hayranıyım.
 
Herkese önerdiğin kitap:
Alice Sebold – Cennetimden Bakarken.
 
En çok gitmek istediğin ülke:
Ben komple Asya’yı gezmeyi çok istiyorum.
 
*
Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu
Styling: Oğuzhan Erdoğan
Mekan: Club Quartier
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER