Çılgınca severken, annesine diller döküp, sözler verip aldırdığı
dondurmasını yere düşüren çocuk gibi kalakalmıştık. Ekranda ‘kısa bir mola
sonrasında Haziran’da buradayız’ yazıları, dudaklarımızdaki tebessümün yavaş
yavaş kaybolması derken günler geçti, geldi çattı Haziran.
Bebeğinin doğumu için sabırsızlanan, türlü hazırlıklarla
günleri geçiren, heyecanlı bir anne adayı gibi bekledik. Ve nihayet bu
bekleyişin ödülünü aldık, yeniden Beş Kardeş jeneriği döndü evlerimizde. Sıcak yaz
günlerini daha da ısıtmaya, yaz mevsiminin içimize işleyen enerjisini kat kat
arttırmaya geldiler, iyi ki geldiler! Yollarını çok gözledik, şimdi kırmızı
halılarımız kalbimizden onların yoluna doğru seriliyken bir çocuk neşesiyle
oturuyoruz ekran başına! Çünkü her yerde, her şeye rağmen, her koşulda
seviyoruz onları.
5. bölüm sonrasında elimizdeki en büyük soru işareti
Melike’nin babasının kim olduğuydu. Bu mevzunun haftalar boyu uzatılmayıp bu
bölümde çözülmesi iyi oldu. Tabii altından başka bir şey çıkar mı bilemeyiz ama
Sait’in "baba adı" hanesinde kendi adını gördüğünde yüzüne yayılan o his bana
göre çok özel. Sait, imkan verilse çok güzel bir baba olacak ve artık o imkanın
verileceği anlar için daha da sabırsızlanıyorum.
Mutlu aile tablosu diyebilmeyi isterdim.
Sait-Fahriye-Melike üçgeninden ilerleyelim o zaman.
Melike’nin kendini beğenmiş tavırlarının altında sevilme hissi yatıyor. Melike,
baba sevgisine hasret, hatta bir nebze anne sevgisine de. Yatılı okulda
büyüyüp, babasıyla 12 yaşında tanışan bir çocuk o. Düşünsenize 12 yaşında bir
kız çocuğunun anne-babasını kavga etmeden, bağırıp çağırmadan gördüğü ilk yer
zehirlenip de kaldırıldığı hastane odası. Hal böyle olunca bir yanım Melike’nin
mutluluğunu istiyorken öbür yanım Fahriye’nin Sait’e hiç değer vermediğini
hatırlatıyor.
Hayat da böyle değil midir? Aynı anda herkesin mutlu olması çok
çok nadir görülen bir şeydir. O yüzden Melike’nin huzurlu bir hayat yaşaması
için bulunduğum yerden görünen adres Başeğmez kardeşlerin evi ama Fahriye'siz. Fahriye Sait’in
canını yakmak isterken Melike’yi de paramparça ediyor, farkında değil. Bir de
şunu merak ediyorum, Canan’la Sait bir yola girmese, Sait hala yalnız bir adam
olsa Fahriye bu tavırları sergiler miydi? Hiç sanmıyorum doğrusu, Fahriye’ninki
tamamen ‘en çok ben sevilmeliyim’ şımarıklığı.

Sanırsın tek başına iktidar olmuş, öyle bir hava...
Sait Fahriye’yi yarı yolda bıraksa, çocuğunu kabullenmese,
geri döndüğünde sırtını çevirse ‘az bile yapıyorsun Fahriye, vur kafasına’
derdim ama bize anlatılan hikayede Fahriye’ye hak verebileceğim bir şey
arıyorum, bulamıyorum. Hayır adam senin için askerden kaçmış Fahriye, daha ne
yapsın? Her konuda ‘sen çocuk büyütmekten ne anlarsın’ tavırları gerçekten
sıktı. Sait ki kendi kanından canından 4 kardeş büyütmüş bir adam;
kıyafetlerinin ütüsünü, yemeklerinin çeşidini eksik etmeyen bir adam daha ne
yapabilir?
Fahriye her zamanki bencilliğiyle ortalarda salınırken Canan
yengemizin hastane koridorundaki tavrını da takdir etmeliyim. Bakın Canan Hanım
değil, Canan Yenge. Sait’in yanında Fahriye’yi değil Canan’ı görmek istememin en
büyük sebeplerinden biri de Canan’ın karakteri. Canan, Melike’yi sever, korur,
kollar ama aynı durumdaki Fahriye olsa yani Melike, Sait ve Canan’ın kızı olsa
Fahriye yüzüne bile bakmazdı. Bir gün, bir düğün heyecanı yaşayacaksak, Canan ve
Sait’i nikah masasında görmek istiyorum.
Soranlara 'Halkın Öfkesi'nin temelleri böyle atıldı dersiniz.
Canan’ın sadece Melike’yi değil Başeğmez kardeşleri de kendi
kardeşi gibi benimsemesi de nikah masası isteğimi destekliyor aslında. Sorarım
size, bu devirde kim kime o kadar parayı verir? Kim biri için saniye düşünmeden
ortaklığa karar verir. Açıkçası bu bölümde içimi en çok acıtan Orhan’ın hali oldu. Seviyor,
ciddiye alınmıyor; çalışıyor, ciddiye alınmıyor. Orhan’ın hayalleri yıkılmasın,
hevesi kursağında kalmasın, bir yerden tutunsun istiyorum. O yüzden o mekan
tutmalı, Orhan parasını da, özgüvenini de kazanmalı! Daha sonra gelsin yeni
besteler…
Senin siyah takım elbiseli adamlar içinde ne işin var be Aziz?
Ve birileri de Aziz’in gözünü açmalı! Silahı yere düşürüp
korkudan yatağın arkasına saklanan bir adam için bu mevzular çok büyük. Sait
galeriyi de gördü, para çantalarını da; azıcık gözünü açıp kardeşini daha da
batmadan kurtarsın. Yani Sait saçma şeylere tepki vereceğine bu konuda Aziz’i
azarlasın, aklını başına getirsin. Ayrıca canım imamım, Turgut’cuğum da herkese
sarılsın tabii, ne var? Sarılmak dünyanın en güzel şeylerinden biri! Sevmek de…
Fakat Turgut’un sevmek konusunda Nazım’dan biraz teorik ders alması gerek.
Özgüven demişken dikkatimi çeken ve işin doğrusu biraz da
rahatsız eden bir şey var. Sait kardeşlerinin hevesini kırmaya neden bu kadar
hevesli? Evet, Orhan çok büyük hayaller kurabiliyor ama mantıklı bir yoldan
anlatmak yerine neden hemen parlıyor? Aynısını Nazım’ın gazete çıkarması
mevzusunda da yaptı, gazete çıkarmak hiç kolay bir şey değil burada hemfikiriz ama bu öyle
mi ifade edilir? Kardeşlerde ciddi bir özgüven sorunu var ve bu sorun inanılmaz
komik anlar yaratıyor, oldukça keyifleniyorum ama aynı zamanda hüzünleniyorum
da. Onun dışında Sait’in ağabeyliğine tek kelime söyleyemem fakat az destek ol
da bu adamlar sensiz de var olabilsinler be Sait…
'Asıl mahkeme bizim vicdanlarımızdaki mahkeme. Asıl mahkeme bizim kendimizle olan mahkememiz. Biz kendimize doğru söylemedikten sonra birbirimize yalan söylesek ne olur.' Nazım Başeğmez
Ve Nazım! Tek bir sözüne destan yazılacak adam… Nazım
saatlerce konuşsa dinlerim, sayfalar dolusu yazsa okurum. Olur olmadık yerlerde
yaptığı çıkışlar aslında hepimizin olması gereken insandan izler taşıyor. O
hassas görünümünün altında her şeyi yapabilecek bir adam var, gereken tek şey o
adamı dışarıya çıkarabilmek. Belki 'Halkın Öfkesi' gazetesi buna aracı olur,
belli mi olur? Nazım’a dolu dolu aşk sahneleri yazılsın istiyorum; bir gözüküp
bir kaybolmadan, kahkahasıyla, tartışmasıyla, coşkusuyla, şiirlerle Nazım’ın
aşkını izleyelim istiyorum. Çünkü ne demişti Nazım, ‘sevmeyi bir direniş biçimi
haline getirmek zorundayız!’
Sait Başeğmez olmak kardeşini kucağında yatağına taşımayı gerektirir.
Bunlar dışında para basma mevzusunun klişeye bağlanıp da
karakolda bitmemesini çok sevdim. Orhan Pamuk esprisi çok güzeldi. Rubato’dan
‘Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Bir Ölüm’ çok yakışmıştı sahnelere, Turgut'un hali içimi acıtıyor. Nazım’ın dile
getirdiği kitapların yakıldığı dönemi ise yaşım itibariyle görmedim; okuduklarım, dinlediklerimle biliyorum. Diyebileceğim o ki kitaplar
yakılmasın, kitaplar okunsun, pamuklara sarılıp saklansın… Kalbimi orta
yerinden vuran birçok ayrıntıyla bir bölümü daha noktaladık fakat ha deyince çözülmeyeceğini bile bile yazmak istediğim bir şey daha var. Belki daha çok
dile getirirsek ‘yerli dizi yersiz uzun’ mevzusunun da çözüldüğünü görürüz. Bir
saatlik bölümde akıp gidecek hikaye uzun yayın sürelerine uyum sağlamak zorunda
kalınca dizide aksayan bir ayak oluyor. Keşke o ayak aksamasa da daha bir keyifle
izlesek Beş Kardeş’imizi.
İşte böyle, ben yıllardır görmediğim dostuma kavuşmuş kadar
sevinçliyim. Bir yandan da reyting listesi için heyecanlıyım. İnşallah
reytinglerimiz de güzel gelir, sevincimize sevinç eklenir.
Haftaya görüşmek üzere!