Ömür umuttan önce tükenmeli!
Yalnızca bir ay oldu büyüdüğüm evden ayrılalı.. Yeni bir hayat kurmak için, geçmişin iplerini salıvermek için, eksik kalan yanlarıma diktikleri yamaları yırtıp atabilmek için. ''Bu gördüğünüz şeyi ben başardım, kimsenin elleri değmedi'' ve ''İşte bu huzur benim eserim, bakarken kimsenin gözleri incinmedi'' diyebilmek için. Umutla.. Korkuyla.. İstanbul'a taşındım. Karagül'ün bu çok önemli bölümünü de yeni taşındığım evimde yalnızca üç parça eşya olan salonumda bilgisayar ekranından izledim. Dokundu bana. Kaçtıklarıma dokundu. Söyleyemediklerime dokundu.

Ebru ferah içinde yaşam sürmüş bir kadındı. Elleri villasının bahçesindeki toprak dışında toprağa değmemişti. Yalanlar ve oyunlar sarmaşık gibi dolandı etrafına. Biz de onunla birlikte tam üç sezondur bir sırrın peşinde sürükleniyoruz. Nihayet Sevim o sırrı döküverdi dudaklarından. O andan sonra da Ebru'nun kendi içinde hesaplaşması başladı. Umutla, korkuyla, çıldıracak gibi olarak aradığı oğlu yanındaydı oysa ki.. İstanbul'un her sokağını tek tek dolaşsa da yorulmayacaktı Ebru. Sevim'in ölümü işleri zorlaştırdı. Çünkü bu sır; ölüm döşeğindeki bir hastanın halisünasyonlarından mı ibaretti, yoksa aşkla sarılıp hayatını geçirdiği Murat'ın yalanlarının ardı arkası mı kesilmiyordu bilemedi Ebru. Sevim'in kızını yalnız bırakacaklarını da düşünmüyorum ama bu dizinin gidişatında nasıl bir rol oynar, henüz kestirmek zor.


Kendal susarsa silahı konuşur

Özlem yaralarının intikamını almakta fazlasıyla kararlı. Öyle ki bu iş onu artık paranoyak bir ruh haline soktu. Eğilip onun kızının kanının aktığı avluyu öpen Sibel'i harcamakta bile sakınca görmedi. İçten içe acı çektiği aşikar, bunu kabullenmek ise bir süre için ihtimaller dahilinde değil. Sibel'i bitirdi, Kasım'ı bitirdi, içinde can çekişen insanlık kırıntılarını tüketti. O da bunun farkında ki Sibel'in ''Sen ana değilsin, kadın değilsin, sen hiçbir şey değilsin!'' sözleri sivri bir ok gibi hedefi tam ortasından vurdu. Bunca yaşanandan sonra Şamverdi soyadına sığınma acizliği, yaralarının açıklığını gösterir. Sahip olamadıklarını düşündükçe tutunacak bir dal aradı. Aşk güzel bir umuttu belki ama karın doyurmazdı. O da katil ve yalancı kocasının soyadında deva buldu, şimdilik..


Orda bir yuva var uzakta, gitmesek de görmesek de..

Narin ve Oğuz sahnesi uzun zamandır hayali kurulan beklentiyi karşıladı diye düşünüyorum. Yüksek bir tepeye çıkıp uzaklarda ışıkları parıldayan evlerden biri kendilerininmiş gibi hayaller kurdular, elleri sıkıca kenetlenerek.. Boğazıma bir yumruk oturmadı değil. Ne güzel sahneydi.. Görselliği, parlak renkleri filan yoktu ama duygusu baskındı. Bana Karagül'ün 74. bölüm yazımdaki girişi anımsattı. ''Hani yüksek bir tepeye çıkıp uzaklara baktığınızda bütün o evler birer ışık yığınına dönüşür ya, aslında evler küçülmez. Sadece uzaklaştıkça en parlak yanlarını görürüz. İçindeki kavgalardan, açlıktan, hasretten uzak sadece parlak bir ışık..''

Narin'in yarım kalmışlığı, onu asla esas kişi olarak kabul etmeyen hayatlara ilişmişliği yüreğimizi acıtıyor. İstiyoruz ki kendi tenceresinde çorbası kaynasın, kendi evinin anahtarlarına sahip olsun. Kadriye Ana bu umuda giden yola bir kapı açtı ama kopacak kıyameti hissettikçe sevinmek için erken biraz.


Aileye baba gerek..

Bölümde en çok hoşuma giden gelişmelerden biri İdris Baba'nın tahliye oluşuydu. Oğuz'a da, Serdar'a da, Karagül'e de sağlam bir baba figürü fazlasıyla gerekliydi.  Kadriye Ana da deyimleriyle kulaklara hükmeden biri ama İdris Baba'nın yeri bende ayrı. Daha yeni olduğu için daha günahsız olduğundan mıdır bilmem.. Onun bilgeliğinin pınarıyla daha uzun süre susuzluğumuzu dindiririz umarım. Eylül'e de bekleriz İdris Baba..


Bir bakış baktın, kalbimi yaktın!

Aldıkları yıkık dökük mekanı onarmaya çalışan gençler iş arayışındaydı. (Çiçeği burnunda bir işsiz olarak acınızı derinden paylaşıyorum) Spontane olarak ortaya atılan stand hostesliği fikri Serdar ve Emre'yi çıldırtmaya yetti. Onların hayalleri ise bizi fazlasıyla neşelendirdi. Dram yükü böylesine ağır yapımlarda araya serpiştirilen renkli sahnelerle nefes almaya ihtiyacımız var çünkü. Bu anların çoğalması dileğiyle..


Deniz, nerdesin oğlum..

Ebru ve Baran'ın, Deniz Şamverdi'nin mezarı başındaki gergin bekleyişiyle tamamladık bölümü. Fragmandan da dayandığımız gerçeklerden de anlaşıldığı gibi mezar boş. Bir de mezarın Ebru'nun doğum yaptığı günden on gün önce alındığı ve alıcının da Kendal olduğu bilgisine eriştik ki, eyvah eyvah! Ebru'nun en saldırgan hallerini göreceğiz mutlaka. Ebru bebeği o mezarda olsa da olmasa da kanının alev alev yandığını hissedecek. Her ihtimalde de etinden et, canından can kopacak. O mezar açılırken bir acı hissettim ama neydi hissettiğim? Anne değilim ki, bir varlığa can vermedim. Bir anlık refleksle babaanneme döndüm, elli yıl önce çocuğunu doğumdan sonra kaybetmiş babaanneme.. Sordum, gözlerini toprağın avuç avuç mezardan kaldırıldığı sahneden ayırmadan yanıtladı.

- Böylesi de zordur değil mi babaanne?
- Zor, çok zor...

Anladım, zor. Koca elli sene bir tespihin taneleri gibi yaşamına dizilse de, çocukların ve torunların etrafına doluşsa da zor. Bazen daha iki saat önce aldığın ilacı unutsan da, ellerinden kayıp giden o küçücük bebeği unutmak zor.

Güzel günler.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER