Geçen hafta artık diziden sıtkımın sıyrılmaya başladığını söylemiştim. İlk iki sezon fırtına gibi esen Frank’a başkanlık adeta bir gömlek büyük gelmişti. Doug’un da saf dışı kalmasıyla ne yapacağını bilemez halde etrafta dolaşan Frank elini neye atsa bozuldu bu sezon. America Works dedi, olmadı. Ürdün Vadisi dedi, olmadı. Claire’yi Birleşmiş Milletler’e büyükelçi atadı, tutmadı. Başkanlık yarışı için partisinden destek dahi alamadı. Yahu, America Works için bir kitap yazdıracaktı; seçim geldi kapıya dayandı, daha kitabın sadece girişi var; yazar müsveddesi Tom aylak aylak geziniyor Frank’ın peşinde. Zaten Dunbar da açık oturumda bu noktalar üzerinden verdi veriştirdi Frank’a. Neyse ki bu bölüm her anı, her sahnesiyle çok etkiliydi.
On birinci bölüm bu sıkıntılarla birlikte, Birleşmiş Milletler’deki görevinden istifa eden Claire’nin Frank’ın seçim kampanyasına verdiği destek ile başladı. Evlilik tazeleme için saçlarını orijinal rengine döndüren Claire’nin, beyinsiz Amerikan seçmeninin hoşuna gitsin diye saçlarını tekrar sarıya döndürdüğünü gördük. Seçim kampanyalarında adayların yaptıkları esprilerin kalitesi nedense yerlerde sürünüyor. Güneyli Frank’a bu rezil esprileri yakıştırabiliyordum (özellikle de George W. Bush ceketiyle) ama prenseslerin en güzeli Claire’ye yakışmıyor işte. Bölüm başındaki kadınlar matinesinde 55 yıldır evli olan bir kadını—muhtemelen kocasına bu kadar süredir katlanma sabrını gösterdiği için—azize ilan etmesi çok kötü ve çok seksist bir espriydi. Tabii bunlar hitap ettikleri halkın seviyesine göre konuşmalar ama, Claire’den yine daha iyisini beklerdim. Bu arada bu kadının adı Agnes idi; muhtemelen bu bölümün yönetmeni Agnieszka Holland’a bir gönderme olsa gerek.
Şu kadıncağızın geldiği hâle bak, çekmediği dertler, çile kalmadı yahu.
Geçen bölüm de Frank’ın seçim mitinginde kaçak cevaplarına şahit olmuştuk. O cevaplara bir tanesini de bu bölümde Claire ekledi. “Sen iyi hoşsun ama kocana güvenemiyorum,” diyen kadına, “ay Frank çok iyidir, yani 28 yıldır evliyim diye demiyorum, oyumu yine ona verirdim ben,” sığlığında bir cevap vermesi hiç ama hiç yakışmadı. Neden ablacım, nedenini anlatsana? Neden verirdin? Halkı için ne yaptığını, ne yapmayı düşündüğünü anlatsana? Hiç bunlardan bahseden yok, ama halk yine de alkışlıyor. İşte Amerika’nın demokrasi ilüzyonu böyle bir şey. Soru sorma özgürlüğünüz var evet, ve fakat cevap diye size ancak laf salatası saçmalıklar ve sahte gülüşler verirler.
Öte yandan, tıynetsiz Tom’u bu sefer de Claire’nin peşinde görmek beni ne kadar rahatsız etti anlatamam. Ne istediğini, ne yaptığını bilmeyen insanlardan oldum olası nefret ettim. Tom da öyle. America Works kitabı, nereden nereye geldi. Mitingden sonra Claire’nin Tom’u arabasına almaması akabinde içimden büyük bir oh çektim.
Ne olursa olsun, dizinin dolu dolu olmasını seviyorum. İkinci sahnede Frank’ı, daha sonra izleyeceğimiz açık oturuma hazırlanırken gördük. Başkan yardımcısı Donald’ın Dunbar’ı canlandırması bana nedense Kemal Sunal’ın Atla Gel Şaban filmini hatırlattı ve bir gülme tuttu. Orada da Niyazi at yarışı tahminlerini tutturabilsin diye koca koca mafyatik adamlar kaynana kılığına filan giriyorlardı. Amerikan seçimleri gerçekten seçim ilüzyonu versin diye adaylar arasında bu tarz açık oturumlar her seçimden önce mutlaka yapılıyor. Açık oturumlar bizde de 90’larda çok popülerdi, hatta adaylar bugünkü gibi birbirlerine terbiyesizlik yapmak yerine çok ölçülü bir saygı çerçevesinde konuşurlardı. Tek parti dönemi ile bu alışkanlığa da son verildi.
Bir Adile Naşit değil ama Claire de çocuklarla iyi anlaşıyor.
Bu sahnenin benim için en kötü yanı Remy’nin derste uyuyan öğrenci gibi uyandırıldıktan sonraki durumu oldu. Bölüm sonunda gelecek istifanın habercisiydi resmen. Öte yandan, Frank’ın bize dönüp Donald’ı eleştirmesi de ekstra keyif verdi. Bu tarz seyirci iletişimlerinin daha sık olması gerekiyor aslında, zira bunlar Frank’a derinlik katan, onun gerçekte ne düşündüğünü öğrendiğimiz yegane anlar. Frank kadar saman altından su yürüten (gerçi son sezonda pek beceremedi ama) birini tanımanın başka bir yolu yok. Kevin Spacey de bu sahneleri çok iyi canlandırıyor zaten. Bölümün ilerleyen dakikalarında da en çok keyif aldığım yerler Frank’ın bu tarz mini yorumları oldu.
Ah, Doug, ah. Seven acı çekiyor hep, hep suistimal ediliyor. Meğer bizim Gavin kaçın kurasıymış da haberimiz yokmuş. “Arkadaşımı da kurtar, o zaman kızı sana veririm,” ayağına Doug’a şantaj yapmaya kalktı. Bu arada bütün telefonlarının ve Skype’nin filan aynı anda çalması, sonra bir telefonu açınca hepsinin aynı anda durması çok komikti. Tabii ki gerçek hayatta böyle şeyler olmuyor. En bariz olanı da Skype bağlantısının internet bağlantısındaki gecikme sebebiyle öyle diğerleriyle eş zamanlı olarak kesilemeyecek olması. Bunun olabilmesi için Gavin’in Doug’un telefonu açacağı zamanı önceden bilip, 1-2 saniye önceden Skype’yi kapaması gerekirdi ki, hayır, hacker’ların geleceği görmek gibi bir yetenekleri yok. Yalnız Doug ne bilgisayar parçaladı arkadaş bu sezon, bu kaçıncı. Dunbar’dan dolgun maaş alıyor tabii, kafa rahat.
Modern Makyavelizmin kitabını yazan Frank, aile işlerinin insanlara ne kadar ayakbağı olduğunu söylüyor ve bize büyük bir çıkarcılık dersi veriyor.
Dunbar’la Jackie’nin açık oturumdan önce buluşmaları yüreğimi ağzıma getirdi. “Kabinede pozisyon satmıyorum,” çıkışı ile dürüstlük gösterisi yaptığını düşündüğüm Dunbar’a tam kanım ısınmaya başlamıştı ki bölüm sonunda yine tiksindim kendisinden. Jackie’nin aile mevzusuna bozulmuş olması çok doğal tabii ki; fakat politik rüzgarların bu kadar acımasızca değişmesi hoşuma gitmiyor. Çıkarcı bir şekilde Dunbar’a yaklaşıp, pozisyon açısından avcunu yalamasına bu yüzden oldukça sevinmiştim. Lakin işte, pazarlamanın gücü. Durduğunuz noktayı çok iyi savunursanız, kendinizi çok kudretli gösterirseniz, öyle olmasanız bile etrafınızdakiler sizi öyle sanırlar ve kazanan siz olursunuz. İşte Dunbar’ın bu “sana zırnık koklatmam” tavrından Jackie’nin etkilenmesi de adeta bunun göstergesiydi. Sonunda Jackie yok pahasına Dunbar’a katıldı.
Açık oturum ise inanılmaz keyifliydi. Ülkemizde böyle bir açık oturum görmeyi ne çok dilerdim, anlatamam. Özellikle Jackie’nin kadın-erkek eşitliği ve yaşamak için savaşmak temalı konuşması gerçekten etkileyiciydi. Ardından, hiç beklenmedik bir anda Frank’ın Jackie’yi ikiyüzlülükle suçlaması kanımı dondurdu. Jackie hiç beklemediği bu saldırı karşısında ne yapacağını bilemedi, ağzı yüzü kaydı… o kadar üzüldüm ki! Ve fakat sonrasında Frank’a gidip bu hoşnutsuzluğunu belirttiğinde… ah Kevin Spacey, i-na-nıl-maz bir performanstı! Frank’ın bir kadına bu kadar bağırmasını hoş karşılamasam da (bunu herkese yaptığını ve yapabileceğini biliyoruz), hakkı vardı. Jackie henüz çok toy olmasına rağmen başkan yardımcılığını garantilemişken bu kadar çıkış yapmamalıydı. İşte bu tarz ince meselelerde yapılan pazarlıklar bir tarafı mutlaka diğerinin kölesi haline getiriyor. Bu yüzden Jackie’nin bu pazarlıklardan sıkılmış olarak Dunbar’a gitmesini ancak normal karşılayabiliriz.
Bu sahnede arkaplan yeşil perde idi bence, ağaçlar gerçek değil.
Claire’nin kan verme merkezindeki sahneleri de büyüleyiciydi. Kendine karşı olan hayal kırıklığı, eksilen kanının yarattığı baş dönmesiyle birleşince yüreğim parçalandı. Bu durum Tom ile yakınlaşmasına vesile olmasaydı daha çok sevinecektim ama, Claire’nin dedikleri hâlâ kafamda yankılanıyor. Birlikteliklerine ne kadar ihtiyacı varmış… bu yüzden Frank’ı bırakamadığını itiraf etti resmen. Yani Frank’a olan aşkından değil, belki de Frank ile olmazsa bir hiç durumuna düşeceği korkusundan devam etmiş bu evliliğe. Ah be Claire, Frank demedi mi “ben seni hak etmiyorum,” diye? Senin bu dünyada kimseye ihtiyacın yok!
Seth'in şaşkın bakışları arasında rozetini çıkarıp Seth'in tombul ellerine koyuverdi Remy
Bölümün sonunda Remy istifasını vermeden evvel Frank ve Freddy ile konuşurken mevzunun kesilmesi, sezonun önceki bölümlerini anlattı bana. Frank’ın ne zaman kritik bir anı olsa, bir şeyleri değiştirecek konuşmalar yapacak ya da duyacak olsa mutlaka acil bir iş çıkıyor ve başka bir şeyle ilgilenmesi gerekiyor. Bu acil işlere hayır diyebilse, bu sezon bambaşka bir yerde olabilirdi. Öte yandan Freddy’nin bile Frank’tan sıkılmış olması, ve hatta eskiden, kaburgacıdayken sıkıldığında mutfağa gidip duymayacak olması acaba bir tek bana mı saygısızca geldi? Adamın başkan olmasını geçtim, zeki, iyi biri. Omuzlarındaki yük gereksiz fazla. Zaman zaman birileriyle konuşmaya ihtiyacı olması çok doğal. Buradaki tek problem yüzüne gülüp arkasından ondan kurtulmak için can atan sahte dostlarında. Freddy’ye hiç yakışmadı bu laflar.
Veee, son sahne. Claire’nin anlattığı hikâye ne kadar da kendi hikâyesine benziyordu, fark ettiniz mi? Kutudan çıkacak mı Claire, yoksa içinde mi kalacak? Yoksa hiçbir şey yapmayacak mı? Bu bölümün edebi anlatımı ve sanat yönetimi o kadar kuvvetliydi ki, hayran kaldım. Hele en son karede Frank ile göz göze gelmesi… ne hissetti acaba Claire? Frank’ın gelmesinden dolayı memnun mu oldu? Yoksa ona ne kadar muhtaç olduğunu hatırlayıp daha mı çok üzüldü? Tom acaba hayatında ilk defa bir işe yaradı mı? Claire ile Frank o kadar ayrılmaz bir ikili ki, ayrılma ihtimallerini görmek dahi istemiyorum.
Adeta bir Hülya Koçyiğit asaleti. İnanılmaz <3
On birinci bölüm çok vurucu bitti. Jackie’nin Dunbar ile yollarını birleştirmesi, Remy’nin Frank’tan ayrılması derken, Frank’ın gelecek bölüm daha da zor durumda kalacağını öngörmek zor değil. Bu başkanlık belası olmasaydı da, hayatlarına mutlu mesut devam etselerdi keşke. Frank’ın bu durumla nasıl başa çıkacağını gelecek bölüm göreceğiz. Sezonun bitmesine iki bölüm kalmışken, işler heyecanlanmaya başlıyor. İlk iki sezon çok net kazanımlarla bitmişti Frank adına. Fakat bu sezon seçimleri göremeden bitireceğiz gibi duruyor. Gelecek hafta on ikinci bölümün ardından tekrar görüşmek üzere, sağlıcakla kalın.