Gitmek de, “gitme” demek de bencillik içerir
Gitmek bir terketme biçimidir. Sıyrılmak, arınmak, kalbine bulaşan keder her ne ise onu bünyeden atmaya çalışmaktır. Uğruna kalabilecek kimsesi olmayan insanların son çaresidir. Aşırı dozda vazgeçmek içerir.

Ateş varken o battaniyeye pek de ihtiyacın yok aslında Bahar

Bahar ile Ateş’in herkesten ve her şeyden vazgeçerek uzaklara gitmesi gerektiğini uzun zamandır savunan biriyim. Mantık olarak özledikleri huzuru  bulabilmeleri için bu diyarları terk etmeleri en doğrusu. Fakat insanın köklerinden sıyrılması elbette ki o kadar  kolay değil. Çünkü gitmek iyi bir zamanlama gerektirir. Bu açıdan bakıldığında annesini kaybetmiş, babası ve kardeşine olan güveni yerle bir olmuş Bahar, gitmek için doğru bir zaman seçti. Ama biliyoruz ki, hikaye gereği Ateş ve Bahar bir yere gidemez! Bu yüzden, bu ülkeyi terketme kararı beni öyle sanıldığı kadar heyecanlandırmadı. Bir sebepten ötürü o uçaktan ineceklerini hepimiz biliyoruz. Hikaye içinde çok da anlamlı bulmadığım bu hareketi pek sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Bu gelişmeler bize sadece Efsun’un Bahar’ı ne kadar sevdiğini, daha doğrusu hemen düzelteyim, ne kadar bencilce sevdiğini gösterdi. Büyük yalana son vermediği sürece kim Efsun’un Bahar’ı sevdiğine inanır ki? Ben inanmam. Hayatı Bahar ile uğraşmak, savaşmak üzerine kurulmuş Efsun’un  elinden oyuncağı alınmış çocuk gibi ağlamasına benden merhamet işlemez. Ateş ve Bahar gitmeyecek. Ama sakın Bahar’a gitmekten vazgeçti diye kızmayalım. Bahar kalmalı, Ateş de öyle. Kalmalı ki yalan borcu olanlardan hayatının gerçeğini tahsil edebilsin. Gerçi ben bu büyük oyunu ortaya çıkaracak kişinin Bahar değil Ateş olacağını düşünüyorum.

Ne zaman “kal” diyeceğini öğrenemedin İlyas

Bu arada şunu da hemen söylemeliyim ki, Bahar’ın Yusuf Bey’in öldürüldüğünü bilip susmasını ve bu şekilde gitmesini onaylamıyorum. Hanesine kırık not olarak çoktan düştüm. Vicdan muhasebesindeki hesabı kapatmadan böyle gitmesine hak vermem mümkün değil.

Tebessüm eden hangi insandan korkulur? O zaman fotoğrafa bakınız

Sultan. Müthiş bir karakter doğdu. Kötü olmak nasıl olurun kitabını yazıyor adeta. Hayatın saçlarına elini dolamış, üzerine çöken kadere dişlerini geçirmiş, kendi yöntemleriyle tek tek önüne çıkanlardan hesap soruyor. Kardeşinden devraldığı intikam planının tıkır tıkır işlemesi için tüm soğukkanlılığı ile çalışıyor. Sultan’ı gördüğünüzde asabınız bozuluyorsa, hafiften ürküyorsanız ve ne yapacağını kestiremiyorsanız bu karakter olmuş demektir. Sultan’ın tüm cümlelerinin altını çizmek lazım. Kadının her sözü bir sonraki hamlesinin ipuçları ile dolu. Boş konuşmuyor.

“Atahan sofrasına en kısa sürede oturan insan rekoru” Sultan’a aittir

Bu arada bu bölümde en ilgimi çeken sahnelerden biri de Sultan’ın Bahar’a “gitme” deme şekliydi. O nasıl içten! kalpten! bir “gitme” demekti öyle. Neredeyse inanacaktım. Bence Sultan ya Bahar’ı bir risk olarak görmüyor ya da gideceğinden emin olduğu için hakkıyla “iyi teyze” rolünü oynamayı tercih ediyor.

Bu bakıştan sonra ne mi oldu? Aşağıdaki fotoğrafa bakınız.

Sultan’ın bakışından sonra Arda’yı tanıyabildiniz mi?

Sultan karakterinde beni rahatsız eden bir şey var ki o da bir kaç kez duyduğum şu pavyon geçmişi. Eğer bir kadını karalamak ve lekelemek için böyle bir geçmiş bahanesi yarattıysanız bunu sevmediğimi peşinen söyleyeyim. “Payyon kadını” algısı yaratmaya çalışırken kadınlık onurunun ezilmemesi gerektiğine inanıyorum. Mücella’nın Sultan’ın parasına “kirli” demesi de bu detayın bir parçası. Bir cinayeti örtbas etmiş, bir hayatı çalmış bu insanların, sadece pavyon konusuna takılmaları enteresan. İnsana değer biçerken kadınlık onurunu yerle bir etmeye gerek yok. Evet Sultan kötü kalpli bir kadın ama onu salt “kötü kadın” olarak yaftalamak rahatsız edici.

Başında erkek yok diye depozitosunu alamayan Sakine’ye de sakın ola ki bir erkek eli ile çözüm bulmayın. Kaba kuvvetiyle gövde gösterisi yapan o kiracıya haddini bildiren öyle güzel bir sahne yazın ki yüzümüz gülsün. “Başında erkek olmayan kadınlar” gibi yoz bir gerçeğe vurgu yaparken de hiç bir kadının sırtını yere getirmeyin. Kalem oynatanlara bu konuda güvenmek istiyorum.

Mehmet Emir üşümedin mi?

Hasret ile Mehmet Emir’in yaşadıkları aşkın geçmişte kaldığına inanıyorum. Gençlik aşkıydı ve bitti. Bir çocukları olması onları bir çift yapmaz. Onlar sadece o çocuğun annesi ve babası. Yarım kalmış hikayelerini günümüzde yaşatmaya çalışmaları öyle nafile bir çaba ki. Çünkü aradan geçen yıllar gösteriyor ki, Hasret ve Mehmet Emir bir hayatı paylaşacak kadar birbirine uygun bir çift değil. Zaten bu hikaye de bu yüzden yarım kalmadı mı? Onlar hiç bir zaman “tam” olamayacaklar. Hasret’i çok sevdiğimi, Mehmet Emir’i ise pek sevmediğimi söylemeliyim. İclal Aydın ve Sinan Albayrak’tan değil, Hasret ve Mehmet Emir’den söz ettiğimi özellikle belirtmek isterim. Hasret ile Mehmet Emir’in beraber geceyi geçirdikleri evin Bihter ile Behlül’ün (Aşk-ı Memnu) gizli gizli buluştukları ev olması ise subliminal bir mesaj içeriyor sanırım. Olayın bir günah, bir hata gibi özellikle gösterilmeye çalışıldığını düşündüm nedense. Başka ev mi yoktu? Kimin fikriydi acaba? Hikayedeki diğer günahlara bakıp Hasret’e çok yüklenmeyelim olur mu?

Bu düşüşe dayanan ikiz bebeklere daha da bir şey olmaz

Hasret ile Mehmet Emir’in hikayesi işte tam da bu bakışta gizli

Fulya’nın hamile kalacağı çok belliydi. Çünkü iyi izleyenler bilir ki, Mehmet Emir ile aralarının düzeldiği bir dönemde beraber olmuşlardı. Fakat olayı benim nezdimde ilginç kılan Fulya’nın ikiz bebek bekliyor olması. İkiz bebek genelde sunni döllenme ile kalınan hamileliklerde sık karşılaşılan bir durum. Fulya sperm bankasına gitmiş olabilir mi? Mehmet Emir bir DNA testini daha kaldırabilir mi bilmiyorum.

Emeğinize sağlık.


BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER