Gurur… Malumunuz olduğu üzere artık Münir Baba’nın “Bizim
hiçbir şeyimiz yoksa gururumuz var.” dediği noktadan çok uzakta bir ânlamı
karşılıyor bugün. Bir zamanlar kişinin güç kaynağıyken şu ân günlük hayatımızda
insanlarla olan ilişkilerimizi en çok zorlayan etmenlerden biri kendisi.
Olmayan sorunları var eden. Yaşanabilecek nice güzel ânın ihtimalini yok eden
şey. Hani bazen düzelmesi imkânsız dediğimiz durumlar olur, bu imkânsızlığı
kimseye anlatamaz ama içinizde bi’ yerlerde sizi durduran hissin varlığını
güçlü bir biçimde hissedersiniz. Elinizi kolunuzu bağlayan, iki adımlık
mesafeyi kilometrelerce uzatan bu şey “gurur”dur işte. Bazı insanlar çok
güçlüdür, sırtlarına binen gurur yükünü bir hamlede çeker atar kurtulurlar ve
doya doya yaşarlar. Bazılarıysa aksine öyle güçsüzdür ki daha kendileri ayakta
duramaz hâldedir, gurur bunların üzerinden kendiliğinden sıyrılır düşer. Biz
genelde bu iki seçeneğin arasında gidip geliyoruz sanırım. Arafta bir hayat
sürüyoruz. Ne O’na gidebiliyoruz ne de O’ndan gidebiliyoruz. Arada bir yerde
sıkışmış kalmışız. Gitme demeye gururumuzun, git demeye kalbimizin müsaade
etmediği bir yerde. Sahi, burada nefes alabilen var mı?
Her şeyin bir sınırı var. Bi’ durma noktası var her şeyin. Sizin
favoriniz ne bilmiyorum ama hayatta aşmaktan en mutlu olduğum sınır gurur
sınırı oluyor benim. O atmayı bir türlü beceremediğim adımı atınca kendimi çok
büyük bir savaştan galip çıkmış gibi hissediyorum. Sevgimin yahut özgürce
yaşama isteğimin zafer kazandığı o ân gözümde pek çok şey anlam kazanıyor.

Eda ve Serkan için de sabırla (yalan) bekliyorum bu ânı.
İkisinden birinin, ki şu durumda haksızbaşı olarak bu atağı Serkan’dan
bekliyoruz, artık yırtarım kendimi gururlara sığmam taşarım moduna girmesi
gerekiyor bu raddeden sonra. Sert bir kavga ve peşine ürkek bir cümle,
duyulmayan ürkek cümle kalabalığı yararak sadece o ortamdan değil hayatından da
gidiyor olduğunu bildiği Eda’yı durdurabilmek adına var gücüyle yükselir: ÖZÜR
DİLERİM. Buraya kadar her şey mantıklı ve olabilirdir ancak sevgili periniz
bununla yetinebilir mi? Nö. Hızla arttırır. Serkan şaşkın kalabalığın bakışları
altında Eda’ya doğru ilerler. Eda da Serkan Bolat’ın bu kendinden beklenmeyecek
atağı karşısında şaşırmış hâldedir. Serkan bu tereddüt ânını boş geçer mi tabii
ki geçmeeez, hemen bir atak daha yapar: “Haklısın. Sana en başında güvenmem,
böyle bir şeyi aklıma bile getirmemem gerekirdi. Beni affedebilecek misin?”
Âşık ama köküne kadar gururlu kızımız tutar kendini, öyle hemen koyuvermek
yoktur, yakışır mı, yakışmaz! Ama yine de sesi yumuşamaktan kendini alamaz:
“Asıl sen bu geç kalmış özrünü kabul etmem için bana tek bir neden söyleyebilir
misin Serkan Bolat?” Sesi hafif fısıldamaya dönerek her şeyin bir oyun olduğunu
hatırlatır kıvamı alır, şaşkınlık doludur. Bayram değil seyran değil, Selin de
tav olmuşken bu adam niye herkesin önünde böyle tuhaf davranıyordur. Fısıltı
konuşur: “Niye affedeyim ki seni?” Nefesler tutulur. Selin bir yandan (O orada
olmazsa asla tadı çıkmaz bakın, kabul etmem) ekip bir yandan herkes heyecanla
Serkan’ın cevabını bekliyordur. Beyimiz âdet bozulmasın diye önce tabii ki bir
gıcık gıcık sessiz kalır, Eda’nın dudağının kenarında hâyâl kırıklığını
gizlemek üzere kondurulmuş alaycı bir gülüş peyda olur. “Ben de öyle
düşünmüştüm.” bakışı atarak arkasını dönüp gitmeye niyetlenir. Ve işte o kutlu
ân artık gelmiştir; Serkan’ın “varlığıyla hayatını güzelleştiren gerçek kişiyi”
kaybetme korkusu, içindeki durdurucu güce galip gelir. Eda’yı elinden tutarak
tekrar kendine çeker, gözlerini gözlerine kilitler ve nihayet o kelimeleri
esaretinden kurtarır: ÇÜNKÜ SENİ SEVİYORUM.
Bu noktada beyaz ata ihtiyacı olmayan kurtarıcı prensimiz Engin
ikiliye bu romans sahnede gereken mahremiyeti sağlayabilmek adına toplanmış
kalabalığı sessizce dağıtır, Selin Hanım zaten şok olmuş bir modda olduğu için
Pırıl’ın “Hadi canım biz yukarı çıkalım.” diye onu biraz çekiştirmesi yeterli
gelir. O yukarıda ağlarsa ağlasındır, periniz bir de ekstra onunla empati kurup
üzülmek saçmalığını devam ettirmek istemiyordur. Çiftimize geri döneriz. Eda
ilk başta bir kendine gelemese de sonra dağılan kalabalığı fark ederek kendini
toparlar. “Serkan, gittiler tamam artık oynamana gerek yok.” Serkan’ın kaşları
şaşkınlıkla yukarı kalkarken Eda ona fırsat vermeden devam eder. “Evet,
herkesin gözünde nişanlısını hırsızlıkla suçlayan gaddar kişi imajını da
düzelttiğine göre sanırım benim de görevim bitti artık. Sana “mantıklı”
hayatında başarılar!” Serkan beklemediği bu tepki karşısında şaşalarken Eda
hızlı adımlarla ilerleyerek şirketten çıkar. Ve dokuzuncu bölüm sonu…

ŞAKA. Ben böyle bir yerde bitirir miyim arkadaşlar? Tabii ki
bitiririm, maksat gıcıklık olsun ama hadi şimdi iyi tarafıma geldiniz devam
ediyoruz. ^^ Eda uzaktan yakından çok daha güzel çekimler yapabileceğimiz bir
arka plana sahip olacak kadar yürüdükten sonra Serkan ona yetişir ve onu
durdurur: “Eda, ben oyun falan oynamıyorum. Hem bizim sözleşmemiz bitti unuttun
mu?” Eda anlamaz bakışlarla bakarken Serkan onu hemen oracıkta bitiveren bir
banka oturtur. Ellerini avucunun içine alır, zaten o öyle bakarken Eda da
ellerini geri çekemez. “Eda Yıldız, bu beni
affetmen için yeterli bir neden mi bilmiyorum ama yine de bil ki ben
seninleyken daha iyi bir adam oluyorum. İçimde derinlere gömülmüş bir taraf
sadece sen varken ortaya çıkabiliyor. Seninleyken daha çok gülüyorum, yalnız
seninleyken duvarlarımı indirmek beni korkutmuyor, sanki seninleyken daha çok
yaşıyorum gibi geliyor. Evet ben bir yalan söyledim ama bu başkalarına değil,
yalnız sanaydı. Varlığıyla hayatımı güzelleştiren kişi Selin değil, sadece
sensin.” 💗
Sizin de içiniz ince ince eridi değil mi? Böyle değilse bile
buna yakın bir sahneyi ne zaman izleyebiliriz bilmiyorum, o yüzden bir hayır
işi yaparak bu haftaki yorumu içimizi huzura erdirecek bir hâyâl sahnesi
üzerine kurmak istedim. Gurur aşkın önünde en büyük engel, kelimelerse aşkın
dile gelmesi için ne güzel bir vesile değil mi? Hayatta sevgiden daha değerli
bir şey tanımadım, sağlığımla sınandıkça ona daha sıkı sarıldım. Yoruldum
sevdim, dinlendim sevdim. Düştüm sevdim, kalktım yine sevdim. Ne zaman
sendelesem içimdeki sevgiye dayandım, canımı yakan şeylere hep sevgiyle
dayandım. O yüzden biliyorum ki hayat size daha iyi biri olma fırsatı
verdiğinde buna sımsıkı sarılmanız gerekiyor. Ona sahip çıkmanız, hatta yeri
geldiğinde onun için savaşmanız gerekiyor. Serkan hayata ve kendine karşı
duvarlarını Eda’yla aşacak, Pırıl, Engin’le. Kaan’ın da Melek gibi sevgi dolu
biriyle bunu yaşama şansı vardı ama bunu kaybetti. Kaybettiği şansı fark edip kapısında
sürünecek hâle gelmesini öyle çok istiyorum ki… Sonrasında seçimi Seyfi’ye
bırakıyorum. Eğer başını ev işlerinden kaldırıp başka bir hayat isterse
buyurunuz Melek, ha yok istemezse Melekçim izninle sahi bir Yeşilçam’a
bağlayalım ve Kaan’ı adam edip Serkan’ı huzura erdirelim ha?

Seyfi demişken Seyfi karakterine gerçekten bayılıyorum.
Alican Aytekin gerçekten çok iyi canlandırıyor. Dizide Eda, Serkan ve Engin’den
sonra izlemeyi en çok sevdiğim karakter o. “Siz bakınca ne görüyorum biliyor
musunuz? Yalnız bir adam…” sahnesinde ona bayılmayan var mıdır acep? Hem
saygılı hem samimi hem de o ince düşünceli hâli… (Evrene stokta varsa ben de
bir tane Seyfi istiyorum dileğimi yineleyelim.) Neslihan Yeldan’ın
canlandırdığı Aydan karakteriyle ikisi hem duygusal hem de komedi sahnelerinde
arada nefes aldırıyorlar. Bu bölüm Alptekin Bey’in nihayet Aydan Hanım’a karşı
olan duyarsızlığını bırakarak eve gelmesi ve sonrasında Serkan’ın tarafını
gezmesi, gitarın çalındığını ve fotoğrafları fark etmesi ile gidip Serkan’ın
aklını başına getirmesi sahneleri çok güzeldi. Devamını dileriz. Yalnız o
fotoğrafların ne zaman çekildiğini kaçıran bi’ ben miyim?
Son olarak şu güven meselesine gelirsek eğer hatırlatalım ki
güven kanıta ihtiyaç duymadan inanabilmek demektir. Tüm deliller aksini
gösterirken onun sözünün şüphe duymamak için yeterli gelebilmesidir. Yani
Serkan’ın güvenmek için bir kanıta ihtiyaç duyması olayı baştan saçma oluyor
çünkü durum bir kanıtla açıklığa kavuştuğunda ortada güven değil kesin bir
sonuç oluyor. Evet, ben de Serkan’ın sonda o dosyayı açmaya ihtiyaç duymayarak
Eda’ya ona güvendiğini söylemesini istedim ama beklediğim şey tam olarak böyle
değildi. Eda Serkan’a gitmeden yahut gitse bile daha cümleye başlayamadan
Serkan onunla konuşabilmeliydi. Kurduğu cümleler ancak o zaman anlam kazanırdı.
Birileri şirkette esmer yakışıklı yok diyormuş... ^^
Bu bölüm bir erkek kadına öyle bağıramaz temalı mesajları ve
Serkan’ın kontrolsüz öfkesinin artık herkes tarafından rahatsız edici
bulunduğunun dile getirilmesiyle güzel bir bölümdü. Aydan Hanım’ın Eda’nın
Serkan’la birlikte olmasını istememesine rağmen Serkan’ın tavrı konusunda Eda’ya
destek olması, Fifi’nin eterli zekice çözümü, Selin’in Serkan’a Ferit’le sadece
mantık evliliği yapacağını belirten konuşmasında bile Ferit’i yerici bir ifade
kullanmayarak küçültmemesi, Serkan’ın cevabı, Eda’nın sesli olarak sonunu
getiremese de kalbine karşı çıkamadığını ağzından kaçırması, buluşma yerlerinde
eski ânları hatırlamaları, Serkan’ın Sirius üzerinden Eda’ya kendini anlatması…
Bunların hepsi çok hoş detaylardı. Gitme diyeydin iyiydi be Sirius… Gerçi sen
sahibine gitme diyeceği kişinin yerini göstererek elinden geleni yaptın ama
bizimki hazırcılığa alışmış işte ne yapalım? Zamanla öğrenecek.
Bu arada geçen haftaki yorumlarınızın hepsini okudum ama bir
türlü cevap yazamadım, şimdi gecikmeli de olsa cevaplayacağım. Bu haftakileri
de peri sözü bakın geciktirmeden dönüş yapacağım inşallah. ^^ Yorumlar haricinde
Twitter ve Instagram DM kutularımın da her daim açık olduğunu tekrardan
hatırlatayım.
Ve bu haftaki yoruma da yine bölüme uyduğunu düşündüğüm, çok
sevdiğim bir alıntıyla veda edelim.
- Seni seviyorum.
+ Beni sevdiğine dair kanıt göster.
- Kanıt inancı öldürür. Eğer kanıt gösterirsem seni sevdiğimi bilirsin.
Ben "seni sevdiğimi bilmeni" değil, "seni sevdiğime
inanmanı" istiyorum.
+ Neden?
- Çünkü bilmek beyinle, inanmak kalple yapılan iştir.
Sweet November
Sevgiyle, sağlıkla, ümitle ve mümkünse evlerinizde kalın
efenim.
Periniz.