Sevmek suçsa suçluyum*
Aşk kuşatır, sarar. Kanatır, sonra o kanattığı yeri öperek iyileştir. Aşk; bir insanı aynı anda hem çok güçlü hem de çok güçsüz kılabilecek yegâne şeylerden biridir. Aldığı darbelerden, açtığı yaralardan ders almaz; yine gelir, yine kalbe yerleşir. Söz dinlemez. Kim haklı kim haksız bilmez, ilgilenmez de. Yalnızca sahip çıkılmak istenir aşk. İyisiyle kötüsüyle yerleştiği kalbin sahibi ona sahip çıksın ister.

“Aşk, rezilce korkuludur.” der Atilla İlhan. Hem cesur insanın işidir hem de en cesur insanı bile yeri geldiğinde kaybetme korkusuyla ağlatabilir. Aşk bize hem ne yapmamız gerektiğini söyler, hem de ne yapacağımızı şaşırtır. Kısaca, dalgaya gelir iş değildir. Hata yapmaktan korkarak başlanmaz. Ama korkuyor musun diye de sormaz. Aniden geliverir. İnsana verdiği tüm sözleri bir bir yutturur.


"Madem konuşamıyoruz, telepati yoluyla ilan-ı aşk etmeyi deneyelim bakalım..."

Nejat’la Suna’nın durumu da bir kenarda oturup eli yanağında izlenecek türden değil. Yaraları olan ama yaralarına hapsolmamış iki kişi var karşımızda. Sevdiklerine tutunmuş ve onlar için kalplerindeki sevme yetisine sahip çıkmışlar. Ama bu yetinin onları yeniden yaralayabilecek türden bir sevgiye yarayacağını hesap edememiş olacaklar ki şimdi nasıl kalkacaklarını bilemiyorlar. Hâlâ ayrı ayrı kalkıp toparlanabileceklerini sanıyorlar ama bilmiyorlar ki mutluluk ihtimali mevcutken gitmek öyle kolay bir şey değil. Geride kalanın tek seçeneği toparlanmaktır ve er geç kalkar düştüğü yerden. Peki ya giden?.. Gitmemek ihtimali mevcutken giden nasıl affeder, nasıl ikna eder kendini gitmenin en iyisi olduğuna?

İkisi de bambaşka insanları sevmiş ve sevdikleri gibi sevilmemişler geçmişte. Geride kalan taraf olmuşlar hep. Dolayısıyla vazgeçen taraf olmanın vazgeçilen taraf olmaktan daha zor olduğundan haberleri yok. O yüzden içlerindekini inkâr ederek kurtulabileceklerini sanıyorlar hâlâ. Gerçi Suna’nın da hakkını yemeyeyim, o Nejat’tan daha cesur bu konuda. Nejat hep bir başkası için ayakta kalan taraf olmuş, kızı için geri dönmüş hayata; oysa Suna’nın ailesi olmuş hep yanında. Annesinin eksikliğini hissettirmemek için çabalayan bir babası, kalbinin yarasını sarmak adına çabalayan dostları ve kardeşleri olmuş. Bu yüzden o biraz daha cesur bu sevme konularında. Nejat’ı sevmekten de kalbini çok kırabilecek bu gerçeği kabullenmekten de korkmuyor. Ama Nejat’ı gözünde öyle güzel, öyle yüce bir yere koymuş ki onun da kendisini kendisinin onu sevdiği gibi sevebileceğine inanamıyor bir türlü. Buna kendini inandırabilse inanın çok daha rahat savaşır.


Nejat'ın gözünden Suna ♥

“Ah, kendini bir benim gözümden görebilsen…” derdi Kiralık Aşk’ta Ömer Defne’sine. Onun gibi “mükemmel” birinin kendisi gibi “sade” bir insanı böylesine büyük bir aşkla sevebileceğine kendisini inandırması epey zor olmuştu Defne’nin. Onun için vazgeçilmez olduğunu anlaması uzun sürmüştü. Nejat ve Suna için de aynı durum geçerli. Birbirleri için ne ifade ettiklerini bilseler, ah bir cesaret edip de adamakıllı konuşabilseler her şey çok daha kolay olacak. Aşkın en büyük düşmanı sessizliktir. Sadece aşk olarak da değil tüm sevgi türlerinde böyle. İletişimin en büyük sorunu konuşmamak, susmak, karşı taraf anlasın diye beklemek. Kendi adıma her ne kadar bunun aksi yönünde davranmaya, elimden geldiği kadar konuşmaya çalışsam da bazen çok incemizde bir yerler oluyor ve biz orayı kimseye açamıyoruz. Bazen biri canımızın öyle derinine değiyor ki, bu sevgi anlamında da olabilir üzüntü anlamında da konuşsak parçalanacakmışız gibi oluyor. Hani “Sussam gönül razı değil, konuşsam faydası yok.” hissi.  

Lafı uzatıp duruyor da yine ne diyor bu peri? Dizi yorumu okumaya mı geldik edebiyat yapmaya mı? Anlamaya geldik sevgili okur. Neden hiç vaktimiz yok durup ince şeyleri anlamaya?** Hikâyeler insanı insana anlatmak için yazılmıyor mu? Öyleyse neden izleyenler anlamak için değil keyifli vakit geçirmek için bakıyor ekrana?.. Yazarken hep bir sorular sorma eğilimim var. Beni önceden de takip edenler bilir, bir şeyler anlatırken hep direkt cevabı vermek yerine sorular sormayı tercih ederim önce. Kendi cevaplarım olmadığından değil, okuru büründüğü pasif rolden çıkartıp kendi cevaplarını aramaya teşvik etmek için. Dizi/film olsun, tiyatro olsun, kitap olsun hep bu gözle baktım ben. O yüzden sonları değil, süreci önemserim. Hani bana soranlarınız oluyor: “Sizce şimdi ne olacak ya da şöyle olursa ne olur?” Çok teşekkür ederim, fikrimi önemsiyorsunuz ama benim amacım hiçbir zaman bu tarz sorulara cevap aramak olmadı. Bunlar her zaman yazanın inisiyatifindedir ve ben genelde yazarın bizi iyi anlamda şaşırtmasını isterim hep. Çünkü “Ne anlatılacak?”dan ziyade “Nasıl anlatılacak?” kısmına bakıyorum. Benim Tatlı Yalanım’ı benim için özel kılan şeylerden biri de bu. Karakterlerin ince ince işlenmesi... Bir kurgudan ziyade gerçeği izlediğimiz hissini verebilmeleri. Bunda oyuncuların performansının da büyük etkisi var tabii ki ama iyi yazılmamış bir metni iyi oynamak öyle her yiğidin harcı değildir, zor iştir. Burada karakterlerin insani korkularını, endişelerini, hatalarını izlemeyi seviyorum. En çok da başrol çiftimizin gerektiği zaman birbirlerinden özür dileyebiliyor olmalarını, gururu kırık bir kalbe tercih etmeyişlerini seviyorum.

Bu bağlamda Nejat’la Suna’nın birbirlerine açılma sürecinin uzayışından da şikayetçi değilim. Tek dileğim bu sürecin doğru işlenmesi ve özellikle bölüm sonlarında “gereksiz merak” unsuru yerine “izlenme isteği uyandıracak” kurguların seçilmesi. En azından altı boş ayrılıklar olmasa, bir yerlere değdirsek uçlarını. İki taraf ondan bundan korktukları için ya da başkalarının araya girmesiyle ayrılmaktansa yaralarından korktukları için ayrı kalsalar. Hissettikleri için yani. Ve Burcu’nun Serkan’a yaptığı konuşma gibi bir şey izleyelim. “Ben seni çok seviyorum.”lu bir itiraftan ziyade “Birine bağlanmaktan bu kadar korkuyorken sana bu kadar nasıl bağlanabildim bilmiyorum.” şeklinde. Daha dürüst bir versiyon yani. Daha içten. Nejat’ın Suna’ya Tolga gelmeden önce demeye çalıştığı şekilde: “Hayatımda ilk defa doğru olduğuna inandığım şeyi değil beni mutlu edeni seçiyorum.”


Seda Türkmen'in güzelliğini yeterince abartmadınız bence Twitter ahalisi, biraz da burayı mı övsek? ♥♥♥

Evet, bölümde en çok içime dokunan sahne Burcu’nun Serkan’a “Size o kadar çok değer veriyorum ki...” ile başlayan konuşmasıydı. Serkan, Burcu’nun yaralarını biliyor, Burcu da Serkan’ın onun yaralarını bildiğini... Durum böyleyken hâlâ beklenilen atak gelmeyince Burcu kalbinin “imdat!” çağrısına uyuyor ve gidiyor. İzlediğimiz her şeyin gerçekliği yüzümüze vuruyor. Burcu’nun içindeki acıyı ve korkuyu, sesindeki yorgunluğu hissediyoruz. Serkan’ın ne yapacağını bilemez hâlini, ama bir yandan da Burcu’dan önceki Serkan’ın aksine bir şeyler yapacağını hissediyoruz. Sözlerindeki samimiyeti biliyoruz.

Hayatının Burcu’dan önce ve Burcu’dan sonra diye ikiye ayrıldığından bahsederken anlatmaya çalıştığı şeyin yalnızca iyi bir asistan kazanmış olmaktan fazlası olduğunu biliyoruz. İçinde büyüyen şeyin onu artık daha cesur bir adam yaptığını biliyoruz. Biz bu kadar çok şey bilirken ve Serkan bu kadar çok şeyi söyleyemezken Burcu gözünde saklamaya çalıştığı yaşlarla ağır ağır çıkıyor sahneden. Ve biz bunu başrollerin hareketli olaylarının bir ardı olarak izliyoruz. Duvarların dışında, bir yol kenarında sessizce gerçekleşiyor her şey. Kesinlikle muazzam bir sahne. Çekenin de oynayanın da yazanın da ellerine sağlık. Yan hikâyelerin başrollere kıyasla daha sade yazılan, detaylarda boğulmak yerine ânı yaşayan kurgularını hep daha çok sevmişimdir. Tıpkı yanağımızdan süzülen ince bir damlanın hıçkıra hıçkıra ağlamaktan daha çok canımızı yakması gibi.


"Saniye'ye sevmenin böyle bir şey olmadığını anlatmayı denemişimdir..."

Öyle biraz oradan biraz buradan gidiyorsak yine dalayım ben bir diğer tarafa: Saniye ile Hayri ikilisi. Başlarda çok sevmiştim onları ama Saniye’nin Suna’ya karşı tavırları gitgide daha çok sinirlerimi bozmaya başladı. Hatta iyi ki böyle bir abim/ablam yok diyorum izlerken. Benden hatırı sayılır derecede küçük bir erkek kardeşim var ve ona nasıl davranmayacaksın deseler Saniye’yi gösteririm herhalde. Bölümleri izlerken Twitter’dan da ara ara bu konuda isyanlarım oluyor. Sevmenin sevilen kişinin hayatına müdahale etme hakkı verdiği anlayışı acilen ortadan kalkmalı. Bu konuda yeri geldiğinde kendi ailemle, dostlarımla bile kavgaya tutuşmuşluğum olmuştur. Hepimizin bir tane hayatı var. Bakın buranın altını çizmek istiyorum, sadece BİR tane. Öyleyse nasıl olur da bir insan kendi hayatını iyileştirmek dururken bir başkasının hayatını “düzeltme(!)” uğraşına girebilir? Erkeklerin kadınların yaşayış tarzlarına yaptıkları müdahaleleri konuşuyoruz her gün sosyal medyada, yeri geliyor bu konuda çok sert tartışmalara giriyoruz. İstediğimiz tarzda giyinme özgürlüğümüz elimizden alınmaya kalkışıldığında kıyameti kopartıyoruz. Karşı taraf şunlarla görüşmeni istemiyorum ya da şunu yapmanı istemiyorum, dediğinde “Ne hakla bana bunları söylüyorsun? Bu benim hayatım, bana karışamazsın.” diye sesimizi yükseltiyoruz. Sakın yanlış anlamayın, bunlara bir itirazım yok. İyi ki çıkartıyoruz sesimizi, iyi ki susmuyoruz, susmamalıyız da. Ama bu konuda bir türlü anlam veremediğim bir şey var. Duygularımızı yaşayış şeklimiz, inandığımız değerler, kalbimizin sesini dinleme isteğimiz etek/şort boyumuzdan ya da başımızdaki örtüden daha mı önemsiz ki söz konusu onlar olduğunda yapılan müdahaleleri bu kadar kolay kabulleniyoruz? Belki sorumu biraz daha özele indirgemeliyim. Bu müdahaleyi bir yabancı yapsa tabii ki birçoğumuz tepki veririz, karşı dururuz. Ama bu müdahale sevdiğimiz, değer verdiğimiz bir insandan gelince ne değişiyor? Bu konunun açıklığa kavuşmasını istiyorum aslında.

Hayatımızda yer verdiğimiz insanların düşüncelerini önemsiyor olmamız anlaşılabilir hatta hak da verilebilir bir durum. Tabii ki onlar konuşurken “Ne anlatmak istiyor bana?” diye durup dinleyeceğiz, başlangıçta bize ters gelse bile sevgimizden/saygımızdan sonuna kadar dinleyeceğiz. Önemli olan bundan sonrası... Sonrasında kendi kendimize kaldığımızda onların bize söyledikleriyle kendi içimizdekileri karşılaştırıyor muyuz? Muhakkak. Peki, genelde bize hangisi daha yakın geliyor? Hangisi daha doğru geliyor, demiyorum bakın. Öyle anlarda genelde “doğru” kelimesinin tarafsızlığı, asıl anlamı kaybolur. O yüzden aslında bize en yakın gelen doğrudur. Sonrasında pişman olma ihtimalimizin en düşük olduğu taraftır. Pişman olsanız bile en başa dönseniz ve yine aynı seçim şansı size sunulsa büyük çoğunluk sonradan pişman olacağını bildiğini seçer. İşte size o kadar “yakın”dır.


Ağlarken bile çok güzelim ama şu uğraştığım dertlere bak...

Suna kendi içinde bunların savaşını verdi. Zaman zaman değişmekle birlikte içindeki sesi dinleyerek birtakım kararlar da aldı. Ve bunun sonucunda da doğal olarak çevresindeki insanlardan verdiği kararlara saygı duymalarını bekledi. Kimse ona hak vermek zorunda değildi ama herkes saygı duymak zorundaydı. Bu zorundalık Şevket Bey, Burcu, Serkan ve Hayri hariç kimsenin umurunda olmadı. Bakın üşenmedim, tek tek yazdım isimleri. Çünkü, bu değerli bir şey. Hak ettiği değeri görmediğine inandığım bir erdem. Saniye zaten en başından beri Suna’nın dediklerini önemsemiyor, kız duvara konuşuyor sanki. Suna’nın Nejat’a âşık olduğunu bile bile Tolga’yla aralarını yapmaya çalışması, bir de üzerine Enise’nin Saniye’nin göstermediği inceliği göstererek sorduğu soruya “Suna’nın kalbinde hiç kimse yok.” diye cevap vermesi iyice çıldırttı beni. Kendisi Hayri’ye âşık olurken sorun yok ama Suna Nejat’a âşık olunca sorun çok. Kardeşinin duygularını bu kadar hafife alması, Tolga’nın ona “yara bandı” olabileceğini düşünmesi ve üstüne üstlük hiç utanmadan bir de arkasından iş çevirmesinin sevgiyle açıklanabilecek hiçbir tarafı yok. Suna bu durumları öğrenince nasıl bir tepki verir bilmiyorum ama saygısızlığın da ötesinde çok kırıcı bir şey bu. Duyguların önemsenmemesi, “Ben senin iyiliğini düşünüyorum.” klişesinin arkasına saklanılarak bu tarz davranışlara girilmesi affedilir şey değil. Suna’nın yerinde olsam sağlam bir tepki verirdim sanıyorum.

Tolga apayrı bir alem zaten. Suna’nın ona ve Nejat’a olan tavırlarındaki fark apaçık ortadayken aptala yatarak milletin gazına gelmesi, izinsiz olarak ortak olduğu bir sırrı kullanarak Suna’nın hayatına dahil olması, kıskançlığına yenilerek Suna’yı ne kadar zor bir durumda bıraktığının farkında olmaması, üniformalı kocaman egosu oldukça antipatik. Aksel Bonfil’i bu gerçekliği bize yansıtma becerisinden ötürü tebrik ediyorum ama umarım başarılı oyunculuğunuzu başka bir projede izlemeye devam ederiz, zira Tolga’ya daha ne kadar katlanabilirim bilmiyorum.


Nasıl da döktüm ama eteğimdeki taşları  (Enise karakteri gelecekteki hâlim olabilir dsds)

Nejat’ın muhallebici konusunda yaptığı emrivakiyi diğerleriyle aynı bağlamda değerlendirmek pek içime sinmiyor ama hak yememek lazım şimdi. Suna’yı mutlu etmek adına gösterdiği özen çok ince bir düşüncenin eseri. Yüzümüzü gülümsetiyor ama dizi başrolü kafasından çıkarak biraz da gerçeklere dönelim. Nejat’ın yaptığı şey Suna’yı çok mutlu edecek, bunu biliyoruz. Ama sizce de Nejat’ın biraz sabrederek bunu Suna’yı ikna ettikten sonra onunla beraber yapması daha hoş olmaz mıydı? Suna o dükkânda yavaş yavaş, sindire sindire yapacağı her değişiklikle içindeki anne yarasını onarsaydı; hatta süreç içinde bu tadilat sürecine Pervin Hanım da katılsaydı, ikisi arasında duygulu güzel sahneler izleseydik. Bu yolla aralarında yeni bir bağ da kurulabilirdi hem. İşin bir de bu yönünü düşündüğünüzde fark ediyorsunuz iyilik adı altında farkında olmadan yapılan kötülüğü. Nejat, Suna’yı mutlu etmek, kendince onun bir yarasına iyi gelmek istedi ama farkında olmadan onun bu yarayı kendi başına iyileştirebilme ihtimalini çaldı ondan. O yüzden bence sevmek ve sevgiyi doğru bir biçimde göstermek kavramları üzerinde toplumca biraz çalışmamız lazım.

İçimde kalmasın, hem de izleyiciler olaylara bir de bu açılardan baksın diye yazarken kendimi kaybetmişim. İki bin kelimeyi bulacağız neredeyse. Buraya kadar okuyan sabırlı ve pek sevgili okurlarıma kocaman sarıldım. Kaç zamandır “Yazacağım” deyip de bir türlü yazamamalarımın kusuruna bakmayın artık güzel insanlar. Benim olayım bu. Bir şeyi yapacağım dersem çok mühim konular hariç büyük ihtimalle geç yaparım, yapmam dersem de iki gün sonra yaparken görürsünüz. Aslında her hafta bölüm sonrası kafamda belirenler oluyor ama bilgisayar açmaya üşeniyorum; telefondan odaklanarak yazabilmek için kablosuz klavye aldım, onda da düz zemin bulmam bluetooth’la bağlamam gerek diye üşeniyorum. Hatta şu an da muhtemelen siz bu yazıyı okurken benim bu yazıyı yazmaya başlamamın üzerinden iki gün geçmiş olacak. Bu konu üzerine biraz düşündüğümde olayın üşengeçlikten ya da tembellikten farklı bir şey olduğuna karar verdim. Bence olay kelimelerin yazılmak için yazarın fikrini almamalarından kaynaklanıyor. Ne zaman yazılmaları gerekiyorsa o zaman geçiriyorlar beni bu klavyenin başına. Ve ben de öyle anlarda “Seni mi kıracağım canım, dizinin yeni bölümüne bir gün kala yayımlanacaksa n’olmuş yani” demeyi seçiyorum. Bundan sonra da böyle devam edecek. Tüm yazılarım adına konuşuyorum. Ben o yazıyı yazmak istiyorsam bölüm geçmiş olsa bile “özel” kategorisine uydurur, yine yazarım. Biraz önce bahsettiğim durumla ilgili aslında bu olay. Bölüm yorumları dizinin yayımladığı güne yakın hatta mümkünse ertesi gün yazılır, bu genelgeçer bir “doğru”dur. Ben genelgeçer doğrulara göre değil, bana en “yakın” gelene göre yaşamayı seçiyorum.

Kendimle konuşur gibi yazıyorum, bu yüzden arada böyle laf kalabalığı yaparsam kusuruma bakmayın. Hatta lütfen buyurun yorumlar kısmını boş geçmeyin birlikte laf kalabalığı yapalım, sessizlik kalbe zarar susmak insana. Bölümü izlerken de Twitter’dan bana ulaşabilirsiniz.

Yine dizi/film yorumlamaktan öte alt metinleri, karakterleri anlamaya çalışacağımız; kendi doğrularımızı dayatmadan bireysel doğrularımızı bulabilmek adına beyin fırtınası yapacağımız, sorular soracağımız yeni yazılarda buluşmak üzere dostlarım.

Sevgiyle kalın...

*Sevmek Suçsa Suçluyum/Şarkı/Söz: Melike Şahin
**Ah, kimsenin vakti yok/Durup ince şeyleri anlamaya... / Şiir/ Gülten Akın

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER