İstanbullu Gelin’in 76. bölümü kalbimi çok ama çok kırdı,
içime dev bir fil oturdu ve uzun süre oradan kalkmadı. Süreyya’nın bölüm
sonunda içine düştüğü yalnızlık, daha doğrusu nerede olduğunu artık ilk defa o
kadar iyi fark ettiği o sahneler çok üzdü beni. Eminim izleyen herkesi de
üzmüştür. Tüm konağın çift olduğu, pencereden camdan aşk, sevgi ve birbirine
dayanarak hayatta kalmanın o eşsiz ışığının fışkırdığı o anlarda tatlım Süreyya
yalnız kalmak istediğini buyuran bir Faruk yüzünden haline ağlıyordu. Faruk
yüzünden dedim ama aslında belki de başımıza gelen şeyler pek o kadar da başkaları
yüzünden değildir ve bununla yüzleşmek hepimize olduğu gibi Süreyya’ya da zor
geliyordur, onu tam bilemiyorum.
Ait olduğun yer tam da orası aslında
Süreyya’nın Özgür’le Faruk’u öpüşürken görmesi ve Faruk’un
açıklamaları ile doğal olarak sakinleyemeden kendini yollara vurması arkadaşının
sahneye çıktığı barda bitti. Onca kalp kırıklığının arasında bile Süreyya
aslında sahnede ışıldıyor çünkü orası onun ait olduğu yer. Müzik onun bildiği
tek varoluş şekli, sahne onun yuvası. Süreyya’nın sahnedeki ışığına vurulan
Faruk’un onu bu ışıktan mahrum etmesinden ve Süreyya’nın da bunu
kabullenmesinden nefret ediyorum. Dünyanın en büyük aşkı da olsa bunu
kaldırabilecek bir ilişki olduğuna inanmıyorum, nitekim Süreyya ve Faruk’un
sevgisi de artık bunu kaldırmıyor. Süreyya’nın olmak istediği kişiden ne kadar
uzağa düştüğünü artık iyiden iyiye fark ettiği günlerdeyiz. Gece gördüğü kâbustaki
kıyafetleri, kulağında annesinin o tek küpesi bile yetiyor bunu bize anlatmaya.
Süreyya’nın halinin tek sebebi asla Faruk’un yaptıklar değil aslında, kendine
bu kadar ihanet ettiğini düşünmesi yoruyor onu. Haksız da diyemem.

İdil Hanım'ın çözemeyeceği ne var hayatta?
Süreyya’nın ne kadar kaybolduğunu fark ettiği sıralarda
Dilara ise kendini bulmaya belki ilk defa bu kadar yaklaştı. Dünyanın en iyi
terapist olduğuna artık aşırı emin olduğumuz İdil Hanım’ın güvenli
koltuklarında hayatta yaptıkları ile yüzleşti Dilara ve içinden akıttıklarından
sonra zor da olsa iyileşmeye başlayacak artık bundan eminim. Dilara’nın kurduğu
cümleler arasından bir tanesi vardı ki sadece Dilara için değil, dizideki
herkes için söyleyebiliriz bunu. ‘Ne istemediğimi o kadar uzun süre düşündüm ki
ne istediğimi bilmiyorum’ dedi ya Dilara, aklım çıktı tarifin netliği,
güzelliği ve katlanılması zorluğu karşısında. Bu zaman zaman hepimize oluyor ve
ne kadar çabuk fark edip kendimizi durdurursak elbette o kadar iyi. İdil Hanım bundan
sonra Dilara ve Adem ile de ebeveyn kimlikleri üzerinden görüşecek ve şüphesiz
ki Umut için olabilecek en iyi şeylerden birisi de bu.
Özgür iyi de çevresi kötü
Özgür kaza geçirdiği için üzüldüm elbette ama en azından
uyandığında Faruk’u suçlamayacak kadar aklı başındaydı. Onu aralıksız gaza
getiren o arkadaşı yüzünden kız çığırından çıktı aslında ve bir de o yetmezmiş
gibi ‘Özgür intihar etti’ demeler bilmem ne. Okan’ın zaten delirmeye yer
araması, konağa gidip yersiz bir kavga çıkartması. Faruk’u sevdiğimden değil de
bu konuda suçu olduğunu düşünmüyorum gerçekten ve Özgür’e umut veren bir
davranışta bulunmuş gibi de gelmiyor. Yaptığı sarmayı yedi diye Özgür bu kadar
ikna olmalı mıydı Faruk’un kendisine âşık olduğuna gerçekten? Neyse bundan
sonra toparlar umarım. Boranların hayatındaki etkisi çabuk geçecek gibi değil
de bari kendini kurtarsın.
Dizide en sevmediğim kısımlar İpek’le Fikret’in aşırı bir
mutluluk içinde gezmesi, Osman ve
Anastasya’nın iyice derinleştiğine inanmamız beklenen aşkı ve bir de İpek’in
Güneş’ten organizasyon işi kapmasıydı. Aşırı büyük ve kurumsal bir marka
devralmamış mıydı Güneş Ülfet Hala’dan? Şimdi hayatındaki tek organizasyonu
arkadaşlarının kına gecesi ve kendisine yanık bir Okan’la yaptığı bir iki iş
gezisi olan İpek’in La Costume’ün yeni koleksiyonunu tanıtacak olması bir tek
bana mı aşırı saçma geldi? Neyse Güneş’in aşktan gözleri kararmış diyeceğim ve
bu konunun üzerinde fazla durmayacağım. Bakalım önümüzdeki hafta İpek’in iş
hayatı nereye varmış olacak? İyi seyirler dilerim.