Geç gelen bölüm yorumları için affınıza sığınıyorum
öncelikle. Mesaj atıp “niçin yazmıyorsunuz, sıkıldınız mı yoksa diziden?” diye
soranlar oldu. Cevaben, yazıyla ve hem sözlü olarak “Haayıır” şeklinde haykırdım.
Çünkü 8. bölüm, bugüne dek seyrettiğim en iyi bölümdü. Bu konuda seyirciyle
hemfikir olduğumuzu düşünüyorum.
Şimdi reyting mevzuunda birkaç cümle kurup sonra
susacağım. En azından öngörüm tutana ve iki bölüm sonra dizi reyting
sıralamasında yükselene kadar. Tabii ki o zaman konuşacak ve “ben demiştim”
diyeceğim. Çünkü hâlâ bu tezimin arkasındayım.
Çok yanlış bir zamanda yayın hayatına başlayan dizi,
hatırlarsanız ilk sezonu AB grubunda altıncı sırada kapatmıştı. Yani demek
oluyor ki, bu hikâyenin seyircide karşılık bulması ve kendini anlatması biraz
zaman alıyor. Önyargılar ancak yıkılıyor, hikâyenin pek çok dala ayrılan konusu
ancak toparlanıyor ve daha bir sürü şey..
Mâlum, yaz bitti. Balkona kurulan sofraları artık
içeri alma, çayı bahçede değil evin salonunda içme vakti geldi. Sosyal hayatı
çoğunlukla mandalina soyup dizi izlemek olan seyircinin kumandası ve
battaniyesi de hazırsa yola çıkabiliriz.
Öncelikle ekran başına henüz kurulan ve geçen sezon
tanışma fırsatı bulamamış seyirciye diziyi tanıtma konusunda pasif kalındığını
düşünüyorum. Hatta belki de mevcut izlenme oranlarının en büyük sebeplerinden
biri budur. Oyuncuların hikâyeye daha çok ısındıklarını ve gün geçtikçe
ekrandan bize çok daha samimi bir dünyanın yansıdığını gözlemliyorum. Hikâyesi
kısırlaşan karakterlerden kısarak hem seyircinin kafa karışıklığının giderileceği
hem de hikâyenin daha da kendini toparlayacağı kanısındayım. Dizinin süresi de
azıcık kısaltılır ve bir de müzik konusu daha yoğun ele alınırsa bence daha da
kusur yazmaya lüzum yok. Siz de yazmayın bir zahmet.
İyi hikâyeler, güzel masallar, şiirler severim.
Cümlelerin, mısraların, kelimelerin gücüne inancım sonsuzdur. Bu yüzden bir
dizi yahut filmi seyrettikten sonra ona dair yorumlarımı kaleme alırken
baktığım pencere çoğunlukla hikâyenin işleniş biçimi ve senaryosu olur. Oyuncunun
ağzından dökülenler kalbime dokunuyor mu? O sözler gönül telimi titretip
geçiyor mu.. Ona bakarım. Geri kalan kusurlara inanın gözümü de kulağımı da
kapatıp hikâyeyi kayıtsız şartsız bağrıma basarak yürür giderim. Sonunun ne
olacağını bilmesem de onunla yol arkadaşlığı yaparım. Ne zaman replikleri not
etmekten vazgeçerim, ne zaman artık hatalar gözüme batar -çünkü konuşulanları
dinlemiyorumdur- işte o zaman yol arkadaşlığımı tatlı tatlı noktalarım.
Sevda
Kuşun Kanadında her karakterin kitap gibi konuştuğu
nefis diyaloglara sahip. Mahalledeki teyzesi bizim mahalledeki teyze gibi,
hocası hakiki mürşid gibi, Ömer’i fen-edebiyat’taki reis gibi konuşuyor. Öyle
sahneler oluyor ki; aşka gelip tweet mi atsam, bir kenara mı not etsem yoksa
dur dur sadece seyredip tadını mı çıkarsam, karar veremiyorum.
Sevdiğim şeyleri anlatırken aşırılı ifadeler
kullandığım düşünülebilir. Bu da doğru olabilir. Ama beğenmediğim, saçma ya da
yanlış bulduğum bir noktayı ifade etmekten çekindiğim de hiç olmamıştır. Oldu
diyen de yalan söylüyordur. Burada da eksikleri zaman zaman sosyal medyada
yahut bu mecrada dile getirdiğim çok olmuştur. Ama bir şeyi çok sevince çok
seviyorum. Elimde değil. Oradan iyi enerji alıyor, kalbimin titrediğini
hissediyorsam aynı ruh haliyle yazmamdan daha doğal ne olabilir. Öyle yani.
Neyse.
Efendim gelelim sekizinci bölüme. Ben her
sahnesinden müthiş heyecan duyduğum bir bölüm seyrettim, yalan yok. Kötü
adamlığına inanmakta güçlük çektiğim Yavuz Bingöl bile bu bölüm oldukça yüksek
performansıyla gönlümü fethetti. Yavuz Bingöl demişken Zafer Erbay’a bi gelip
soluklanalım. Gazeteci Leyla’nın Zafer’e kur yaparak işbirliği teklif ettiği
sahnede dedim ki:
-Aha! Zafer’in kadınları is coming.
Güçlü adamların iyi ya da kötü olduğuna
bakılmaksızın çevrelerinin bunca kalabalık olması ve paylaşılamamaları
enteresan. Kadın kısmının hem iyilik, sevgi ve güzellik üstüne saatlerce ahkâm
kesecek potansiyele sahip olup hem de olanca kötülüğüne rağmen sırf gücü için
bir erkekle beraber olması vahim. Hikâyenin bu ayağının beni oldukça etkilediği
doğrudur. Esma ve Nesteren arasındaki çekişme kısır bir eş/metres çekişmesi
olup kalacakken Leyla’yı da o yarışa dahil etme fikri çok şık hareket. Ne yalan
söyleyeyim Zafer-Leyla ikilisi, Leyla-Tarık ikilisinden daha iyi göründü gözüme.
Zafer’e kıyın efendiler. Elinizi korkak alıştırmayın. Zafer Erbay’ın canımızı
acıtacak kötülükler yaparken bir yandan da Leylâ’ya âşık olmak suretiyle kendini
bitirmesi çok güzel olmaz mı? Bence şahane fikir.
Neticede Leylâ bir özge
candır ve karagözlü ceylandır. Zafer’in yıllarca eziyet ettiği Esma’ya da, üzerinde
tepindiği Nesteren’e de benzemez. Nesteren’den esirgediği her şeyi, Esma’ya çok
gördüğü merhameti Leyla’nın yollarına dökecek ve kör kütük âşık olup bastığı
yeri şaşıracak bir Zafer düşünün. Bir yandan insanlara eziyet etmeye, ülkenin
başına çoraplar örmeye devam ediyor; bir yandan da âşık olduğu kadın tarafından
bin türlü zulme maruz kalıp özgüvenini yitiriyor. Elini attığı işi kurutuyor. Hiç
de adıyla müsemma olmayacak biçimde yenilgilerle doluyor hayatı. Koskoca Zafer
Erbay, büyüklüğüne dair kendini kandırıp dururken, içeride karagözlü bir Leylâ’nın
kuklası haline geliyor. Yaka paça dağınık oturmuş Leylâ’lı şarkı/türkü dinleyen
bir Zafer görüyorum. Mağlup bir Zafer.
Buradan mahalleye gelelim. Saatçi Hüsnü’nün her
hafta altını çizdiğim o tatlı ve naif halleri bu hafta kısmen rafa kalktı.
Fakat ne gam. Müberra gibi “ille de oğlum” demeyip evlatları arasında adalet
gözeten bir baba portesinin başımızın üstünde yeri var. Babanın gür sesiyle
yönetilen bir cumhuriyete benzer bazı evler. Zaruret halinde babanın sesinin
yükselmediği bir evde çoğu zaman çokbilmiş anne otoritesi hâkimdir ve o evde
işler bazen yanlış gidebilir. Anne baba ayrılmışsa da bu değişmeyebilir. Anne,
sonsuz merhametiyle bazen yanlışları göremez hale gelebilir ve burada gür
sesiyle o yanlışa dur diyecek bir baba faktörüne ihtiyaç duyulabilir. Bu
anlamda her hafta mülayim halleriyle kalbimize yer etmiş Hüsnü bu bölüm yumruğu
masaya vuran baba resmiyle de bizi kendine bağladı. Sonuç olarak; Hüsnü Baba’nın
askerleriyiz.
Mustafa Bilgi karakterine hayat veren Derda Yasir
Yenal’ın ne şahane bir insan olduğunu söylemiş miydim? Söyleyeyim o halde. TRT’nin
lansmanında konuşma fırsatımız oldu. Mustafa Bilgi’nin onu nasıl
heyecanlandırdığını, şehit olmuş bir karaktere hayat vermenin sevincini
gözlerinden okudum. Mustafa’yı konuştuk. Altıncı bölümde hastaneden çıkıp
geldiği sahnede bizi nasıl ağlattığını söyledim. O da o sahnede gerçekten nasıl
ağladığını anlattı. Yalnız o değil, orada bulunan herkes bir duygu yoğunluğu
yaşamış o gün. Yazıyı okuyanlar bilir, “ilk kez ağladım bu dizide” demiştim.
İşte o sahne. Demek ki bir işi duyguyla ve yürekten yapınca hissettiğiniz o şey
seyirciye de geçiyor ve birlikte ağlıyor yahut gülüyorsunuz. Bunun keyfi ve
gururu reytingle ölçülemez sanırım.
Bu hafta iyice konusuna vâkıf olduğumuz Kubilay’ın
hikâyesi bana çok dokundu. Karakterin kostümlerini ve Kubilay’ın yaşadığı o
dünyayı biraz eksik ve başarısız buluyorum ama hikâyenin bize anlatılan “bir
odanın içinde yıllarca yalnız kalma ve herkesten uzak tutulma” kısmı oldukça
dokunaklı. Bu arada Esma’nın ninnisine bayıldığımı da söylemeden geçemeyeceğim.
Efendim gelelim bu haftanın sosyal medyayı da,
seyirciyi de sallayan efsane Ömer Reis sahnelerine. Şu an yazarken bile kalbimi
yerinden çıkma noktasına getiren, “bir karakter ancak bu kadar iyi yazılabilir”
dedirten, evde tekbir getirten ve gülmekten koltuktan düşüren sahneler film
şeridi gibi gelip geçiyor gözümden. Youtube’da gezinirken rastladığım “âşık
Ömer Başkan” videosunu buraya bırakacağım ve yazıyı bitirdikten sonra bir kez
daha seyredeceğim.
Misal Filiz ve Ömer’in efsane sahnelerinden bir
temsil sunayım size:
-Hayırdır Ömer Başkan, kimi bekliyorsun?
-…. Vatanı. (Filiz’i bekliyor)
Ne kadar da aşkını ifşa etmemek için çırpınan bir
başkan portresi. “Geldi gönlümde ihtilal yaptı” dedi Filiz’i anlatırken. Birkaç
kişiye tavsiye etmiştim seyretmeleri için. Onlardan biri mesaj attı o an:
“Esra bu efsaneymiş ya”
Valla efsane.
Yalan diyen beri gelsin tartışalım.
Bu arada Ömer Reis’in ağzından önümüzdeki bölümlerde
şehit Süleyman Özmen’in dizide yad edileceğinin müjdesini aldık.
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun “Onlar kabuk, öz
menem” diye anlattığı, öğrenci arkadaşlarına ekmek götürürken 22 yaşında şehit
edilen Süleyman Özmen.
Dizide hayatı anlatılan MTTB’li şehit Mustafa Bilgi
ile ülkücü şehit Süleyman Özmen, Eyüp Sultan Mezarlığı’nda yan yana yatıyor.
Hak bildiği dâvâ yolunda can veren biri MTTB’li, diğeri ülkücü bu iki yiğit bugün
belki de ziyaretçilerinin kabirlerine bıraktığı Fâtiha’lardan birbirlerine
ikram ediyorlar.
Gittikleri yolun isimleri başka başka olsa da zaman
zaman ve hatta çoğu zaman yolu memleket mevzularında kesişen İslâmcı ve Ülkücülerin
yolu bu kez de Yunanistan’ın Kıbrıs işgalinde kesişti. Ömer Reis ocakta
teşkilatına Arif Nihat Asya’nın Kıbrıs
Rubaileri’nden mısralar okurken* Arif Ünlü’nün önerisi MTTB’deki toplantıya
damgasını vurdu. Arif öyle bir karakter. Derin.. Durup durup, hatta susup susup
sonra en cana dokunan sözü söylüyor. Kalbe en hoş gelen davranış genelde hep
ondan geliyor. MTTB’nin parlayan yıldızı gibi. Ülkü Ocaklarının parlayan yıldızı
Ömer Başkan’la bir araya geldiğinde de muhteşem bir ikiliye dönüşüyorlar.
İkisine aşkı anlattırın, daha çok anlattırın. Arif’in Ömer’e takılması, ona
okuduğu şiir ne tatlıydı görmüyor musunuz? Arif’in kalbi MTTB’de daimi atsa da
cismi oradan intikam duygusu sebebiyle ayrılmak durumunda kalabilir bence.
Çünkü Arif’i intikam alan bir kahramana dönüştürmek için bazen asilik yapmasına
müsaade etmek gerekiyor. Ama halası, eniştesi, MTTB’deki yol arkadaşları hepsi her
durumda Arif’i sükûnete çağırıyor. Arif’in bütünüyle bir kahramana dönüşmesi
yahut kabuğunu kırıp gönüllerde derin bir iz bırakması için daha radikal
kararlar alması gerek. Elbette düzgün karakterinden ödün vermeyecek ama
etrafında sürekli “Arif dur, yapma, sakin ol” diyen insanlar olursa Arif durur,
sakin olur ve bir şey yapmaz. O vakit hikâyenin Arif kısmı azıcık ağır aksak
akar. Öyle.
Bu bölüm beni gülmekten komaya sokan bir karakter
vardı. Adını ben mi kaçırdım yoksa zikredilmedi mi bilmiyorum. Ömer Filiz’le
konuşurken yanlarına gelip “Başkanım Parkalılar hazırlık yapıyor, tedbir alalım
mı” demek suretiyle Ömer’in elceğiziyle inşâ ettiği hümanist Ömer Başkan
portresini iki dakikada yıkan arkadaş. Aynı doğal tavırları Ömer Filiz’i sınıfa
bırakıp geldikten sonra da devam ettiren efsane bir karakter seyrettim. Geçen
bölüm bir okur mesaj bırakmıştı yazının altına. Dizinin komik bir erkek
karaktere ihtiyacı var diye. İşte o bu karakterdir bence. Benden tavsiye,
efsane bir karakter yaratmışsınız onu geliştirin. Konuşması, tarzı insanı ölürken
bile güldürebilir. Hatta yanına bir başka karakter daha ekleyip Laurel ve Hardy
gibi efsane bir ikili yaratabilirsiniz. Ben o sahnede o potansiyele sahip bir
oyuncu gördüm.
Ve dizinin beni güldürürken düşündüren bir başka
sahnesine gelelim: Fethi Hoca. Seyrederken hem ağzımdan nahoş kelimeler
çıkmasına sebep olan hem güldüğüm hem gerildiğim hasılı karışık duygular
yaşamamın müsebbibi sahneler. "Altın nesil" diye diye bir nesli nasıl çürüttüğüne
kısmen tanıklık ediyoruz. Zehirli tohumlarını nasıl saçmış, gencecik insanların
kanına nasıl girmiş bir kez daha görüyor ve lanetler okuyoruz.
Bu bölüm muhtemelen haftaya şehit olduğuna tanıklık
edeceğimiz Halis Astsubay karakteriyle, 15 Temmuz’un ilk kurşununu sıkan kahraman
astsubay Ömer Halisdemir’i selâmlayan TRT’ye ve dizi ekibine de bizden selâm
olsun. Âkif’in “yine bir şey yapabildim diyemem hatırana” dizesindeki* gibi uğruna
ne yapsak az, ne yazsak eksik gelecek aziz şehidimizin ruhu şâd olsun.
Her hafta daha iyi bir bölüm seyredince ileriki
haftalar için heyecanımın arttığı ve artık “hadi Cuma olsun” dediğim doğrudur.
Bunda emeği geçen, hikâyeyi omuzlayan ve selâmladığı her karakterle ciğerimizi
delip geçen ekibe yürekten teşekkür ederim.
Haftaya görüşmek dileğiyle..