Sevda Kuşun Kanadında: İlk kurşun
Yaz başı kapattığımız hatıra defterini yeniden açma vakti..

Burası sanırım tam olarak bu benim için: Bir hatıra defteri.

Seyrettiğim ve tanıklık etmekten mutluluk duyduğum hikâyelerin bende bıraktığı izleri bir ömür anımsayayım diye içimi döktüğüm, deri kaplı hatıra defteri..

Gönül isterdi ki yeni sezonun bu ilk yazısında tatlı tatil anılarımla selamlayayım sizleri.

Keşke ağır yaralar almamış olsaydık bu yaz. Keşke hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam edebilse idik; en çok yakındığımız, tatil beldelerinin pahalılığı olsa idi keşke.

Bir şey olmamış gibi yapamıyoruz ama yine de en iyi bildiğimiz şarkıyı söylüyoruz mecburen: Hayat devam ediyor sayın seyirciler.

Yara beremizle, acılarımız ve kederlerimizle birbirimize tutunarak yaşamaya devam etmek zorundayız. Dostu mahzun düşmanı mağrur eylemeden, omuz omuza yaşamaya devam etmek zorundayız.

Geçtiğimiz yazı bir mevsim olmaktan çıkarıp ömürlük bir takvime dönüştüren o korkunç geceyi dilden dile, nesilden nesile aktarmak eli kalem, kamera, bağlama, mikrofon tutan her Türk evlâdının boynunun borcudur bana göre. Bu konuda yalnız olmadığımı da iyi biliyorum.

Bu fikirden hareketle pek çok yapımın konuyu işlemek için harekete geçtiğine şâhidiz. Mâlûm ihanet çetesinin bu topraklarda nasıl filizlendiğini, bugünlere nasıl uzandığını bu sezon hikâyesine katan projelerden biri de Sevda Kuşun Kanadında. Ekibin yeni sezonun ilk bölümünde Fethi Hoca karakterini seyirciyle buluşturarak sektörde ilk kurşunu attığını düşünüyorum. Fethi’nin hikâyeye dahil oluş biçimini, bu örgütün on beş yıllık bir mevzu olmadığına atıfta bulunulmasını oldukça önemsiyorum. Bu sebeple hikâyenin bu ayağının sırf konuyu işlemiş olmak için işlenmeyeceğini umuyorum. Bakalım dizide Fethi Hoca’nın yapılanmasına ilk kurşunu sıkmak kime nasip olacak.

Geçtiğimiz sezonu AB grubunda 6. olarak kapatan Sevda Kuşun Kanadında bu ilk bölüm istenen sonuca ulaşamadı. ‘İlkin günahı olmaz’ düsturunu burada devreye sokmamızda bence sakınca yok. Neticede tanışma aşamasında, seyirciye kendini henüz ifade edebilme şansı bulmuşken sezona ara veren dizinin bu sezon ilk üç bölümü kendini hatırlatmak ve kabul ettirmek çabası içinde geçecek. Çünkü bu öyle bir hikaye. İçinde kurşunların, kılıçların havada uçuşmadığı yahut bol entrikalı aşk hikayeleri vaat edilmeyen yapımlarda seyirciyi yakalamak, onu ikna etmek ve sabit tutmak oldukça zor. Burada kabul buyururlarsa ekibe birkaç önerim olacak. Sırası geldikçe yazacağım. Az sonra.

Bu yazı biraz uzun olacak gibi görünüyor. Bunun için şimdiden affımı rica ediyorum. Ve bunu hemen fırsata çeviriyorum: siz de diziyi çok uzun yapıyorsunuz, biz bi şey diyor muyuz? Aslında diyoruz. İleteceğim birkaç öneriden biri bu mesela. Yerli dizi yersiz uzun şeysinden tüm dizilerde olduğu gibi burada da şikâyetçiyiz efem. Bir de sağ olsun TRT’nin bir türlü vazgeçemediği reklam politikasından sebep bir bardak çay almaya gidemez hâle geliyoruz. Hayır bir de kahramanlara içiriyorsunuz bolca çay, kahve. Tabi seyirci kim ki? Hasılı bölümleri bir parça kısaltmanın sizin için de bizim için de hayırlı olacağı kanaatindeyim.

Her bölüm herkesi görmek zorunda olmasak mesela? Bazı karakterleri özlemek zorunda kalalım. Aynı saat dilimi içinde hikâyenin her ayağı sergilendiği için zihnim karışıyor. Aman hepsinden birer parça verelim, az olsun öz olsun şeklinde değil, konuyu kafama takıp hikayenin bir parçası oluncaya ve karakteri ciğerime sarıncaya kadar aynı karakterleri ve olayları seyretmeyi tercih ederim. Bu burada dursun.

Gelelim asıl mevzuya. Efendim mâlûmunuz Türkiye’de seyirciyi elde tutmanın yolu aşktan geçiyor. Bilhassa inişli çıkışlı, birazcık kavuşturup sonra tekrar ayırmalı, acı çektirmeli, şiir okutmalı, sazı ele alıp türkü yaktırmalı aşklardan. Ben bazen açıp Yusuf ile Havva’yı seyrediyorum. Murat Ünalmış nasıl bir aşıkmış diye bakıyorum öyle uzun uzun. Tahmin ediyorum dizinin üstlendiği misyon sebebiyle Arif’le Tümay’ı dillere destan aşık etmeye çekiniyorsunuz bir parça. Çekinmeyin fakat. Seyirci benim, biziz ve biz artık sevda kuşun kanadında’da adı geçen sevdayı görmek istiyoruz. Kavga mı edecekler, acı mı çekecekler, türkü dinleyip ağlayacaklar mı, Zafer Erbay ikinci bir “ağabey” olup Tümay’ı eve kapatacak ve Arif Ünlü bütün cengâverliğiyle eve dalıp kızı mı kurtaracak, gizlice nikah mı yapacaklar, araya başka kadınlar mı girecek artık ne olacaksa olsun da bize şöyle lokum gibi bir sevda öyküsü izletin gözünüzü seveyim. Hani seyrederken annem dizine vursun, anneannem adama beddua etsin, hanım kızlar iç çekmekten çay doldurmaya gidemesin falan. Senaryo ekibinin bunu ustalıkla yazabilecek kudrette olduğunu biliyorum. Murat Ünalmış’ın din işleriyle aşk işlerini birbirinden ayırmaya çabalarken nasıl bocaladığına, Arif’liği ile Mecnun’luğu arasında gidiş gelişlerine tanık olmak eminim hepimizin çok hoşuna gidecek.

Diziye bu sezon yeni karakterler, hikâyeler eklenmiş. Âlâ.. Başını henüz örtmüş Filiz ve onu Ömer Reis’le kapıştırma fikri oldukça sert, cesur ve akıllıca. Bunu sevdim. Ömer Reis fakülteye gidip Filiz’i dersten atan hocanın yakasına yapışınca bütün Filizler’in içinin soğuduğunu, bütün Ömer Reisler’in de kurt olup uluduğunu düşünüyorum. Filiz’in gözlerine takılıp kalmakla, bir memleket meselesini kendi usûlünce çözmek eylemlerini birleştirip aynı anda hem bir ülke sorununu çözüp hem hoşlandığı kızın onurunu kurtarmak tam Ömer Reis’in kalemi bir hareketti. Ufuk Bayraktar’ın şahane bir Ömer Reis olduğunu söylemiş miydim? Olsun, yine söyleyeceğim. Karakteri bugün hikâyeden çıkarıp bir Ülkü Ocağı’na yerleştirsen kimse “bu kimmiş” demez, selamün aleyküm deyip eline çayı tutuştururlar. Öyle samimi. Ömer Reis kanadı dizinin trafiğini hızlandırıyor. Mâlûm, fakülteler heyecanlı gençlerle dolu. O trafiğin enerjiyi yükselttiğini düşünüyorum. Dolayısıyla Arif ve Ömer’in okul – teşkilat sahnelerinin bir tık artırılması gerektiği fikrindeyim.

Gelelim eski karaktere yeni yüz olan Sevtap Özaltun’a. Özaltun’un sıcacık bir enerjisi var. Kendisini TRT’nin yeni sezon lansmanında da görmüştüm. Orada da heyecanlı görünüyordu, ekrandan seyirciye yansıyan da odur. Oyuncuların bir rol, bir hikâye için heyecanlanmasını değerli buluyorum. O samimiyet bize yansıdığında o yüzü bir daha bir daha görmek, hikayesini daha yakından bilmek istiyorsun. Sevtap Özaltun bende Tümay’ın iç dünyasına, geçmişine dair merak uyandırdı. Ayrıca Tümay karakterini enteresan biçimde yumuşattı ve tek düzelikten çıkardı. Arif’in yanında sevimli bir kız çocuğu gibi dururken, Nesteren’i alt ettiği sahnede tavrı ve üslubuyla kadın seyirciye bir oh dedirtti. Sevtap Özaltun’un diziye her anlamda iyi geleceği kanaatindeyim. Bu vesileyle kendisine hoş geldiniz demiş olalım.

Beni bu bölüm benden alan, bölümün yıldızlı onunu verdiğim ve hikâyeye katılmasına “iyi ki” dediğim karakter Hatun Eze’ydi. Adı geçince hâlâ yüzümde bir tebessüm oluşmasının müsebbibi bu karakterin önünde eğiliyorum efendim. Koca Ömer Reis’i muma çeviren, lafını kimseden esirgemeyen, devlet gibi kadın Hatun Eze hayatımıza hoş gelmiş. Erzurumlu değilim ama Erzurumlularla geçirdiğim hatırı sayılır bir zaman dilimi var hayatımda. Ve inanın Hatun Eze onlardan bir gram farklı değil. Bir kere o nasıl telaffuz, şive. Muhteşem. Hiç kulak tırmalamıyor. Mâlûmunuz Türk dizilerinde şive diye bir kanayan yara var. Ve biz Hatun Eze’de o burukluğu hiç yaşamadık. Bilâkis kendisinin hakikaten Erzurum’dan çıkıp geldiğini düşünmüş olabiliriz. Bekarın parasını it yer, yakasını bit yer’den tutun ağzını açtığı her sahnede ibretlik bir deyimle gülme krizine girmeme sebep oldu. Bundan böyle kullandığı bütün deyimleri bir kenara not edeceğim. Bir de Müberra ile Hatun Eze’yi kapıştırmak iyi bir fikir olmaz mı? Bence Müberra’nın o uzun dilini kısaltacak ancak bir kaynana olabilir ama o da olmadığına göre Hatun Eze’yi o amaçla kullanmanızda bence sakınca yok. Hatta faydası var sakıncası yok. Bunu bi düşünün bence.

Müberra demişken başörtü bonesi hayatımıza Fadime Şahin’le girmemiş miydi? Yetmişli yılların başında bone kullanılmıyordu diye biliyorum ben. Sordum soruşturdum, araştırdım da biraz ama herkes benim gibi düşünüyor. Sanat ekibinin bildiği bir başka doğru varsa da en azından yaygın değilmiş. Neyse hayati bir durum değil neticede. Bonedir takılır, çıkarılır. Daha önemlisi seyirciyi artık yetmişli yılların başındaki o dünyaya ikna etmektir. Seyirciyle ekibin buluşmaya, kaynaşmaya, birbirini anlamaya ihtiyacı var. Hep söylüyorum, yine söyleyeceğim bir hikâyenin akılda ve kalpte yer tutması için müzikli, şiirli sahnelere ihtiyacı var. Bu bölüm alaka kurmak için kendimi epey zorladığım bir nostaljik şarkı seçilmişti. Ama elbette diğer bölümlere göre nispeten iyiydi. İnanıyorum daha iyi olacak. Yalnız şarkılar değil, dizi de daha iyi olacak. Herkes kendini ve derdini tam olarak anlatabildiği zaman hikâye seyircide lâyıkıyla karşılık bulacak. Seyircinin kalbine giden yolun nereden geçtiğini, nabzın nasıl tutulduğunu biliyorsunuz muhakkak. Kimseye işini öğretmek gibi bir niyetimiz yok. Ama her şey iyi olsun, emekler boşa gitmesin şeklinde bir temennimiz var.

Derdi olan işleri seviyorum. Memleketin derdini kendine dert edinen işleri daha çok seviyorum. Burada da on beş Temmuz’a atıfla malum ihanet çetesinin nasıl oluştuğu, ülkenin başına nasıl bela edildiği neticede kurgulanarak fakat gerçekten çalmadan dile getirilecek. 12 Eylül’e uzanan sürecin nasıl işlediğini göreceğiz. Bakın bu çok kıymetli bir şey. Bazı hikâyeleri tarih kitabı okur gibi seyretmek lazım. Tamam bu bir dizi ama neticede geçmişte “tarih” diye okuduğumuz pek çok kitabın da hikâye yazdığını artık rahatlıkla konuşuyoruz. O hâlde bilgi, birikim ve zekâsına güvendiğimiz kalemlerden çıkan dönem hikâyelerini de tarih okur gibi seyredebiliriz.

Sanırım dizi yorumlamaya başladığımdan beri kaleme aldığım en uzun yazı oldu bu. Biraz da iç dökmece diyelim. Yazıyı okurken bu yaza damgasını vuran siz deyin şarkı/türkü ben diyeyim marşı buraya bırakayım, okurken yoldaşlık etsin.

Emek veren herkesin eline sağlık, gönlüne bereket..

Haftaya görüşmek dileğiyle..


BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER