Ama işte bilmiyor ki aslında o kalbinin diğer yarısı da dünyanın bir diğer ucunda en az onun kadar yalnız. Hatta yalnız olduğu kadar o da kendi dejavusunu yaşıyor. Çünkü o sevdiğinin de geçmişinde “Hayat bugünden ibaret değildir hiçbir zaman ben bunu çok küçük yaşta anladım yaşadığım acının en büyük acı, mutluluğun ise en büyük mutluluk olmadığını... yaşarken farkında değiliz belki ama içimize işleyen tüm anlar kişisel tarihimizin bir parçası oluyor. İşte bizi biz yapan, şimdi belki buruk bir tebessümle hatırladığımız o hatıralar... Geçmiş acıtarak, büyüterek geleceğe hazırlar bizi.”  dedirten acıları olmuştu. Önce annesi “İyi insan ol. Adaletli ol. Beyefendiliğinden ödün verme. İyiler kazanır dedi. Hep iyiler kazanır. İyi olmaktan vazgeçme.” öğüdünü vererek hayata veda ederken ardından babası, annesinin yokluğuna dayanamayarak bir kazada ölmüştü. Defne ile aynı anda o da yapayalnız kalmıştı. Hani insanlar kötü bir şey olduğunda hep suçlayacak biri arar ya acısını hafifletmek adına sevdiği de suçlu olarak ailesini seçmiş ve herkesten soyutlamıştı kendisini...
 
Salıvermişti kendisini sokaklara. Hiç beklemediği anda yalnız kalmak ve bunun en yakınım dediği dedesi yüzünden olması onu hayattan uzaklaştırmıştı. Ustasının da “Başka yelkenli yok mu?  Koskoca denizde bir başına diyorsun... O çelimsiz haline bakmadan o denizin ihtişamına tek başına karşı koyuyor. Sanki kendisi seçmiş gibi geldi bana yalnızlığı... Başka kapıları zorlamadan atıvermiş kendisini denize. Kurban olmayı seçmiş.” sözleriyle dile getirdiği gibi kurban olmayı seçmişti. Ancak kurban değildi ve önünde yaşaması gereken çok uzun bir hayat vardı. Ve yine ustasının  “Herkesin geçmişinde acılar var. Önemli olan o acıları nereye koyacağını bilebilmekte. Ya o acılarla yaşarsın ömrünün sonuna kadar kurban olmayı seçersin. Zavallı bir insan olarak devam edersin. Ya da eski bir palto gibi sırtından atar gidersin geçmişini, geleceğe umutla sarılırsın. Geçmiş unutulmaz. Unutmaman da lazım. O acılar, üzüntüler, hayal kırıklıklarıdır seni sen yapan. Ama altında ezilmeyeceksin, ayağa kalkacaksın, hayata tutunacaksın.” sözleriyle ayağa kalkmıştı ezilmek yerine. Önüne gelen fırsatı kullanmış ve yeni bir hayata başlamadan önce bir yıllığına soğuk bir ayakkabı atölyesinde nadasa almıştı kendini. Oradan çıktığında ise annesinin kendisine bıraktığı mirasa yeni prensipler ve etikler ekleyerek sıfırdan başlamıştı hikayesine etrafına yıkılması imkansız duvarlar örerek. İçerisi belki sıcacıktı ama o soğuk görünmeyi tercih etmişti. Bu görünüm hayatta kalabilmek adına kullandığı bir kalkandı. Eğer kimseyi sevmezse, aynı acıyı bir kere daha yaşamak zorunda kalmayacaktı. Her daim yalnız kalmak ve hiç durmadan çalışmak ise bunun için en kolay yöntemiydi. 



İşte böyle başlamıştı Ömer hayatının en büyük acısından sonra hayata. Ve bu yaşadıkları onda güven problemi yaratmıştı. Hayatta en dayanamadığı yalandı. Güvenmek istiyordu insanlara, zamanında ailesi tüm güvenini yıktığından... Ama işte ne yazık ki kendimizi prensiplerimiz de olsa, duvarlarımız da başımıza geleceklerden her daim koruyamıyorduk. O da bir anda aşka kapılmıştı. Öyle bir aşktı ki bu tüm duvarlarını yerle bir edecek, içerideki soğuk havayı anında ısıtacak hatta en zor gecelerin birinde geç saatte elinde bir tencere dolusu pazı dolmasıyla gelip “Artık yalnız değilsin, ben varım. Bundan sonra yanında hep ben olacağım. Gülerken ağlarken ellerini hep ben tutacağım, hiç bırakmayacağım.” diyerek karanlıkları aydınlatacak bir aşk... Farkında olmadan değişmeye başlamıştı Ömer ancak o geçmişten kalan güven problemi her yok olduğunu sandığımızda dengesiz bir hareketle gün yüzüne çıkmıştı. Defne ile yaşadığı her problemin üstünü kapatarak ilerlese de, içten bir yerden bir problem olduğunu hissediyordu. Bu nedenle hiçbir zaman yıkılmış olsa bile duvarları o etrafı sarıp sarmalayan harabeyi tamamen kaldırmamıştı sanki ihtiyaç olursa hemen yeniden inşa etmek için. Hiç beklemediği anda ise hayatta en önem verdiği şey yani güveni yerle bir edildi. Acı bir gerçekle... Meğerse her şey bir oyunla başlamış. Üstelik sadece sevdiği değil, tüm yakınları bu oyunun bir parçasıymış.
 
“Hayatta en korktuğun şey hep başına gelir” derler ya Defne nasıl hep terk edilmekten korktuğu için terk edildiyse; Ömer de sevdiklerinin ona yalan söyleyerek üzmesinden korkuyordu ve bu korktuğu olmuştu. Geçen sefer böyle bir acının ustasının atölyesinde etrafına duvarlar örerek aşan Ömer, 25 Haziran 2016 tarihinde ise sevdiği kadını ve tüm hayatını bırakarak İtalya’ya yerleşmeyi seçti. Yine bir nadas dönemi... Her şey çok benzer olsa da, farklı olan tek bir şey vardı: Aşk! Eğer aşk bir kere yaşanmışsa, o duygu bir kere en yoğun bir şekilde hissedilmişse bir daha eskisi gibi olmak zormuş. Çok acı çeksek bile bir teknolojinin o yaşananları silip yok etmesine izin vermeyiz. O kadar kutsaldır yani... Bu nedenle bir zamanlar verdiği bir yıllık molada soğuk buzlar prensini yaratan Ömer kendi dejavusunu yaşarken (belki de birçok kişinin onaylamayacağı şekilde ama kendine has) tam tersi tüm duvarlarını yıkması gerektiğini öğrendi. Üstelik aslında bu hikayede hiçbir suçu yokken aynen annesi babası gittikten sonra kendini suçlayan Defne gibi kendini suçlayarak.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER