Eşkıya geçen hafta bizi tansiyonlu bir
finalle bırakmış, bütün hafta Selim Ağa gerçeği açıklayacak mı diye içimiz
içimizi yemişti… Şaka yahu, şaka… Eşkıya’nın hemen hemen tüm karakterlerini en
az kendimizi tanıdığımız kadar iyi tanıyoruz. Ben bile kendimi daha çok
şaşırtıyorum zaman zaman inan olsun… Geçen bölümün final sahnesi kendi içinde
yüksek bir sahne olmasına rağmen, Selim’in gerçeği açıklayarak Ateş’i beynine
sıkılmaktan kurtaracağını adımız gibi biliyorduk.
Geçtiğimiz haftaki yazımda Selim’i bu yol
ayrımına sokan sürece inanmadığımı belirtmiştim. Manipüle edilmelere doymayan
bir adam olarak, Selim’in yapacağı en aklı selim hareket, Mahmut’u karşısında gördüğü
anda koşarak Hızır’a gitmek olurdu. Tabii ki yapmadı… Bu bölüm Selim’in
basiretsizliğinin açıklaması Şahin Ağa’dan geldi. “Bazıları saf adamdır ama
merttir. Saflığından hata yapar. Selim gibi…” dedi Şahin Ağa. Eşkıya’da yapılan
bazı boş beleş hataların ya da iyi ama basiretsiz karakterlerin başımıza açtığı
sorunlarla uğraşıp duruyoruz bir süredir… O kadar epik ve o denli inanarak
açıkladı ki Şahin Ağa Selim’in karakterini, bize de inanmaktan başka seçenek
kalmadı.
Pisi pisi kopatım,
vallah yaparım…
Selim’in hainin kendisi olduğunu
açıkladıktan sonra yaşanan Hızır-Selim diyaloğu ise inandırıcılıktan hayli uzak
olmasına rağmen son derece vurucuydu. Tamam bir hata yapmış Selim ve bunu
sebepleriyle birlikte açıklıyor. Kendi kısıtlı muhakemesinde Yunus bebeği
kurtarmak için kabul etmiş belli ki bu durumu… Hızır’ın Selim’in bu işi ne
niyetle yaptığını bile dinlemeden buram buram hamaset kokan sözlerle “kardeşim”
dediği adamı artık tanımadığını ima etmesi, Selim’i oracıkta çekip vurmasından
bin kat beterdi bence… Ha bu arada hamaset demişken, düşük dozlarına her zaman
varım; aksi halde Eşkıya’yla ne işim olurdu değil mi?
Selim’i vuracak olanın Tipi olması beni hem
mutlu etti, hem de hüzünlendirdi. Mutlu oldum, çünkü gerçekten Tipi gibi
boyutlu çizilen ve hakkıyla oynanan bir karakterin ilerleyen bir hikaye çizgisi
olmasını istiyorum. Zaten, Tipi-Selim konuşması bölümün en vurucu sahnelerinden
biriydi bana göre… İlk işkencesinde yediği tazyikli su yüzünden yaz günü bile
üşüyen bir adam… Öleceğini bile bile hainlik yapmayan üç dost, mapushane
günleri… Bunların hepsi içimde yatan küçük kahramanı öyle coşturuyor, öyle
coşturuyor ki sormayın gitsin.
Hiç unutmam, tek kanallı günlerde
televizyon yayını İstiklal Marşı ile kapanırdı. Nurlar içinde yatsın anneanneciğim
hemen ayağa kalkardı marş başlayınca, tabii ben de… İstiklal Marşı bitene kadar
gözlerimiz yaşlı, öylece dikilirdik siyah beyaz televizyonun karşısında. Keza
bayram günleri bandonun çaldığı o yürek titreten marşları evde ağlayarak
dinlerdik. İnsanın kendinden büyük bir amaç için kendisini feda etmesine,
kahramanlığa, yiğitliğe duyduğum o saygı, ta o günlerden yadigar bana. Eşkıya,
hikaye çizgisi olarak içimdeki küçük kahramanı doyuramasa da, diyaloglarıyla
bir şekilde besliyor onu. İşte bu yüzdendir kimi zaman hikayesini zayıf bulsam
da vazgeçemeyişim…
Yazı devam ediyor..