Gallo’yu az gördüm diye sesim çıkmayacak sandınız değil mi?
Elbette ki haftalık Gallo’ya saydırma kotamı dolduracağım, hatta imkan bulursam
aşacağım da. Bakın, siz her Ömer ve Gallo sahnesinin arkasına hoop diye
duygusal müzikler yapıştırmasanız, Gallo’yu adeta bir harikalar diyarı
PİREMSESİ gibi bize göstermeseniz, Ömer’e böyle kaçamak kaçamak baktırmasanız
ve son olarak ENSEEYE temas ettirmeseniz, biz Gallo’yu severiz. Ama bütün
bunları gözümüze sokunca ben kadını görünce 38248 kilovat elektrik ile
yükleniyorum. İyilik meleği yaptınız, göklere çıkardınız. Bu bölümde Ömer’in mavi saçlı süper kahramanı olduğunu kendi ağzından da
dinledik. İşte bütün bunlardan hoşlanmıyorum.
Çok netim bu konuda. Çatışmayı
buradan yürütmek benim Defne- Ömer aşkına olan bakış açımı sarsıyor. Bu arada
Ayşe kızımız nasıl Gallo’ya evrildi ve bu durum ne zaman fark edilecek merak
içinde beklemelerdeyim. Söylemezsem çatlarım, tam da yeri geldi. Asla kinci bir
insan değilimdir. Ancak yapılan ve çok içime dert olan şeyleri de alzheimer
olsam unutmam gibi geliyor. Mesela, hasta Marsel’e 923489287saat ilgi gösteren, onu kucağına alıp bir güzel
ilgilenen Ömüş’ü görünce aklıma Defne’nin hasta olduğu gün geliyor. Aaa pardon
Ömer o zamanlar İz ile fink atıyordu değil mi?
Ah kavaklar, kavaklar..
Peki ya sizler de tarihlere anlam yükleyenlerden misiniz? Ben
mesela öyleyim. Kiralık Aşk bu bölümde benim yüzüme acı bir tebessüm
oturttu. Bir kere daha kesişti yolum,
tesadüfle. 15 Mart tarihini duyunca
zaten heyecanlanmış, acaba altından ne çıkacak diye meraklanmıştım. Son dört yıldır 15 Mart benim için anlamlı
oldu. Hatta bazen taşıyamayacağımı düşündüğüm kadar anlamlı. Önce verdikleri,
sonra aldıkları ile 15 Mart deyince bir tebessüm ederim. Hem yaşadıklarıma
bir saygı selamı olur, hem de içimi acıtan ufak bir hatırlama. Bir de bunun üstüne başka bir sürpriz çıkmasın
mı? Şu hayatta beni kahkaha atarken bile hüzünlendirecek iki şarkı vardır. Bunlardan birisi "Kavaklar"..
Ne zaman dinlesem sebebini bilmediğim bir hüzün çöküyor üstüme. Ömer’in
annesini andığı ve ağladığı sahnelere gelecek olursak, başıma bir şey
gelmeyecekse fondaki "Kavaklar" ve birkaç güzel çekim açısı olmasa bu kadar
etkilenir miydim, tereddüt halindeyim. Hissettirmek istenen duygu bence çok narin ve kırılgan. O nedenle
kantarın topuzunun dengede tutulması lazım diye düşünüyorum. Mesela oldukça
klişe hal alan arkadan gelen “Emine Hanım” sesleri benim kulağımı rahatsız
etti. Onun dışında Ömer İplikçi’ye ve acısına inandım mı? İnandım, mesele yok.
Bölüme dair belki de en çok sevdiğim ( ki bence artık bunu
hepimiz hak ettik) şey ise Defne’nin sonunda mantıklı bir hareket yaparak,
yerini bulduğunu Ömer’e göstermesi oldu. Otuz küsür bölümdür “arada kaynadı” diye
üzüldüğüm pazı sarması ancak bu kadar “cuk” oturtulabilirdi. Bu nedenle bu
zamana kadar “Bir pazı bile yedirmediniz peh!” tadındaki bütün söylenmelerim
için özür, bu güzel zamanlama için bir demet de teşekkür gönderiyorum <3
Hayatımızın belirli dönemleri vardır. Yalnız kalmanın, ulaşılmaz olmanın bize
iyi geleceğini düşündüğümüz, çaresiz dönemler. İşte o anlarda varlığı ile
yüreğimizin sızısını dindirecek insanların varlığına ihtiyaç duyarız. Bazen
kabullenmeyiz, istemeyiz. Çünkü o “an” için birini layık görmeyiz. Ömer’in
yıllardır içinde bulunduğu durum da bu. İşe gitmemesi, telefonlara bakmaması,
odalarda ışıksız yalnız oturmaları bundan işte. Ama artık Defne’si var. Defne uzun zamandır beklediğim güzel bir adım
attı. Son sahnenin replikleri oldukça yerinde idi, keşke duygusu daha
yoğun hissedilseydi.
Genel olarak bölümü ele aldığıma göre şimdi ne yapıyoruz? Zaten
galon galon şişen, ödem toplayan bünyelerimiz çatlamasın diye aklımızda
kalanları şuraya ekliyoruz!
Yazı devam ediyor...