Poyraz Karayel: Cahildim dünyanın rengine kandım
Son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda.
Merhabalar dünya güzelleri, beni özlediniz mi anacım? ^.^ 

Ben burada çemkirmeyi özlemişim ki, yorum yetmezliğinden gitmeden ve bu hafta yazmak hiç planımda yokken bir 46. bölüm yorumu ateşleyeyim dedim. Zira mücbir sebeplerden ötürü yazısını hazırlayamadığım 45. bölüm zaten sıkıldığım ve tatlı SefSe/yetimhanedeki çocuklar sahneleri, Meltem’in “At mı çıkacaktı içimden?” çıkışı ile günahsız Salih’in bok yoluna gitmesinin acayip derecede içime oturması dışında bende hiçbir iz bırakmayan bir bölüm olmuş olsa da, nümerosu bile delilik/manyaklığa münasip olan 46. bölüm özellikle bir SefSeci olarak handiyse yorumlamaya muhtaç hissettiğim bir bölüm oldu efendim. Neşeli girişe aldanmayın, herkes gibi ziyadesiyle canım sıkkın.

Öncelikle diziye gerçek Adil Topal girdikten sonra, özellikle son birkaç bölümdür ortaya çıkan bir kısım can sıkıcı tabloyu bi’ resmetmek istiyorum. Kötü eksiği var dedik, Adil gelsin artık dedik, Bahri ve çetesi vakitlerini goygoyla geçirmesin, Poyraz’ın ne bok yediği belirsiz dedik. De, Bahri’nin bu kadar aciz hallere düşeceğini nereden bilebilirdik? Biz protagonist-antagonist çatışmasından doğacak ivmeyi bekliyorduk esasen. Aksiyon sahneleri de bu çatışmaya paralel olarak ilk sezondaki gibi şekillenir ve düzene girer diye hesaplıyorduk. Lakin Bahri, onca bölümdür, özellikle ilk sezonda anlatılan karaktere hiç yakışmayacak derecede pasif kaldı. Çözüm olarak kahvehaneden adam toplamaya gitmesi ve eski mafya ekibi olarak gösterilen oyuncuların tipolojisinin de etkisiyle Adil’le hesaplaşmak için bulduğu çareler ancak gülünç kaldı. Kısacası, Bahri karakteri hem Adil’le mücadelesinde hem karakterin gelişimi açısından bir hayli sınıfta kaldı.

Öte yandan her adımını çok profesyonel şekilde atan sâfî kötü Adil’in sürekli kazanması seyirciyi iyiden iyiye daralttı. Üstelik Adil’in neden bu kadar kötü olduğunu anlamamız için bölümlerdir dişe dokunur bir bilgi edinemememiz de, karakterin sağ kolu İhsan’la birlikte “Nıhahaha!” şeklinde histerik kahkahalar atan, görünüş itibariyle de mümin bir dedemizi andıran bir karikatür olarak kalmasına sebep olarak iyice sinir bozdu.

Bahri-Adil savaşına Ayşegül’ün bebeklerini Adil yüzünden kaybetmesi nedeniyle dahil olan Poyraz ise, hem kürtajcı doktoru pişmanlık duymadan öldürerek, hem de zaten sezon başından beri her dediğini sorgusuz sualsiz yaptıkları halde nedense kötü davranıp durduğu Aslı-Salih ikilisinden Salih’in ölümüne sebebiyet vererek karanlık taraf dedikleri mecraya hızlı bir giriş yaptı. İlk sezondaki yapayalnız, haksızlığa uğramış, oğlunun peşinde kendini heba eden, bu arada da aşkını yaşayabilmek için türlü taklalar atan ve tutunamadığı için sevdiğimiz anti-kahraman Poyraz, bildiğin bencil, ukala ve sevimsiz bir insan olup çıktı. Bu sebeple arada yapmaya çalıştığı espriler-şakalar (Ayşegül’ü deyimiyle zevzeklikler) da kendisiyle olan bağımızı korumaya yetmemeye başladı. Hamile kalmasını bile tuhaf karşıladığım Ayşegül, ilk sezonda çizdiği ayakları yere basan, akıllı, neredeyse bizi hayal kırıklığına uğratmayan tek karakter resminden bir hayli uzaklaştı. Oradan oraya sürüklenir, kendi başına fevri kararlar verip işleri iyice içinden çıkılmaz hale getiren saçma sapan işler yapan bir kadın haline geldi.

Bunları niye sıralıyorum? Benim gibi tek izlediği dizi Poyraz Karayel olanlar için diziyi sevmemize, diziye bağlanmamıza, hatalarına göz yummamıza sebep olan şeyler bunlar değildi. Dizinin en başından beri vadettiği şey sert bir mafya-polisiye hikâye izletmek olsa idi ve biz onu o şekilde sevmiş olsaydık, şu an gelinen noktadan şikayet etmezdik. Evet mutlu son olmayacağı belli bir hikâye. Özellikle ana karakter için gidişat baştan beri bu yönde. İntihar eğilimli olduğunu da evvelden gördüğümüz ve başına gelenlerden dolayı sonunda kafasına sıkmasına şaşırmayacağımız bir karakter. Ama sonunda yani. Mesela Six Feet Under diye şahane bir eser vardır, dizi demeye bile dilim varmaz, baştan sona iki kez seyrettim tüm bölümlerini. O dizide yapısı gereği her bölüm en az bir kişi ölür. Zira ana karakterler cenaze levazımatçısıdır. Bizimle bu kadar alakasız karakterleri sevmemiz kağıt üstünde çok saçmadır ama ne olduğunu anlamadan aileden biri gibi olurlar. Zamanı geldiğinde onların da ölümünü görür ve yakınımızı kabetmişçesine üzülürüz. Ama zamanı geldiğinde. Diziyi de giderek daha çok üzüleceğimizi bile bile izleriz.


O vardı, ben vardım. Bir de sessizlik vardı.

Peki Poyraz Karayel’i niye sevdik? Uzun uzun yazmıştım şurada;



Dizide sevgi vardı, naiflik vardı, edebiyat vardı, şiir vardı, dostluk vardı, aralarında kan bağı olmayan insanların kardeşliği vardı, hayata dair umudumuzu pekiştiren simgeler vardı, gerçek hayatta rastlamayacağımızı bile bile inanmak istediğimiz ilişkiler vardı, destansı aşklar vardı, dozunda mizah vardı, ince muhaliflik, en alâkasız görünen adamların dilinde adalet, yüreğinde aşk, içinde vicdan vardı. Zekâmızla alay etmeyen senaryo, incelikli replikler, şahane kurgulanmış eğlenceli karakterler, inandırıcı sempatik oyuncular vardı. Kısacası bok gibi ülke gündeminde, bir miktar nefes alabilmemizi sağlayan, hüzünlendirse de biraz sonra mutlu etmeyi bilen, karakterlerin başlarına ne gelirse gelsin bir şekilde yollarına devam edeceklerine inandıran bir hikâye vardı. Çaresizliğe battığımız güzel ülkemde, inanmak istediğimiz bir masaldı belki. Üstelik mutlu sonla bitmesini bile umut etmiyorduk.

Yazı devam ediyor..
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER