İkinci sezonun başlamasıyla birlikte hikâye yalpalamaya, romantizm-mizah-dram-aksiyon dengesi şaşmaya başladı ama düzeleceğine inanmaya devam ettik. En azından hâlâ gülüp eğleniyorduk, dizi alışageldiğimiz sevimlilikte devam ediyor, arada ilk sezondakine benzer her şeyin dozunda olduğu ahenkli bölümler de çıkıyordu. Ama bu son girilen yol bence hiç olmadı. Ben ölüm görmemek için haber bülteni izlemiyorum artık, sosyal medyada okuduklarım bile canımı acıtmaya yetiyor. Biliyoruz gerçek hayat böyle, masumlar ölüyor, garibanlar hep kaybediyor, kötüler hep kazanıyor. Dizinin doğası gereği bir sürü adam da öldü gitti zaten ama, duygusal bağ kurduğumuz karakterlerin sürekli kaybetmeye, en acı şekilde zarar görmeye, teker teker ölmeye başlaması, kısaca sürekli bir acı ve dramın hakim olması, gülümsemenin imkansız hale gelmeye başlaması (sizi bilmem de son bölümlerde o kadar ağır acının içinde şaka yapıp gülebilmeleri karakterler adına utanmama neden oluyor benim, espriler ne kadar kaliteli olursa olsun), umudun ölmesi benim gibi seyircileri diziden uzaklaştırıyor maalesef.

Korkuyu beklerken...
Bu yazıyı hazırlamaya 46. bölümü henüz izlemeden başlamıştım. O yüzden daha çok genel gidişata çemkirme ihtiyacı duymuştum ama bölüm öncesinde yaşanan spoiler skandalı ve sonrasında ortaya atılan, içeriğine tam olarak hâkim olamasak da diziye zarar verdiği kesin olan daha büyük skandallar, dedikodular, koca koca insanlara hiç yakışmayan atarlı giderli sosyal medya paylaşımları hepsini mânâsız kıldı. Bölümü de son sahnesine kadar doğru düzgün izlemedim zaten sinirlendiğim için, izlemeyecektim bile aslında. Daha hafta başında esprili tweet’iyle başına geleceklerin farkında olduğunu bildiren Ethem Özışık, bütün bu olanlarda belli ki en suçsuz olmasına ve belki de kabağın başına patladığı insan olmasına rağmen, o kadar saldırıyı, hele hakaret ve küfürleri hiç hak etmediğini, Sefer’i her şeye rağmen tam da Sefer gibi, sevdasına dair şiiriyle birlikte, acayip güzel, dervişâne bir şekilde göndermesiyle tekrar gösterdi. Ölüme gidiş sahnesi gözlerden kaçamayan türlü abukluklarla bezeli olarak çekilmişti ama burada da senaryodan çok reji sıkıntısı vardı sanırım. Ama dediğim gibi, ölümün de güzeli olur mu diyeceksiniz belki ama, öyle şiir gibi öldü ki Sefer, tüm o Yeşilçam saçmalıklarıyla dolu sahne aksiyonu, göze görünmedi bile.
Panda ve portakal artık bizim de hassas meselemiz.
Peki şimdi nasıl olacak? Ani bir ölüm ve ayrılık olması yüksek ihtimal. Sema yarım kaldı, SefSe yarım kaldı, dizi yarım kaldı, biz yarım kaldık. İnönü Stadı’nı bilenler için söylüyorum, nasıl ki şu an Atiba Hutchinson’sız Beşiktaş düşünülemiyorsa Sefer’siz de Poyraz Karayel düşünülemez. Sema’nın tek aşkından, Bahri’nin Sadreddin’den daha çok sevdiği oğlundan, Zülfikâr’ın ağabeyinden, Taşkafa’nın akıl hocasından, Anıl’ın daha yeni bulduğu babasından, dizinin vicdanından, şefkatinden, sevdasından, romantizme yeni boyutlar getirmiş en bi’ derin karakterinden bahsediyoruz burada. File file portakallar, panda ayıları (hem de Beşiktaşlı), en delikanlı şekilde söylenen “eyvallah”lar, ağza ancak bu kadar yakışacak olan “kızım”lar, Necip Abi’nin Ali Kaptan’ın yerinde atılacak tekler, Sefer-Zülfikâr-Taşkafa üçlüsünün ocakbaşı muhabbetleri, beceriksizce basılacak depolar, kumarhaneler öksüz kaldı. Küçük Anıl bir kez daha yetim kaldı. Bizi bölümlerce kahreden Sema’nın Alzeihmer hastası olması durumu bile adeta kendisine bütün bu acılardan bir kurtuluş yolu oldu. Ve tabii bunların hepsi çok zamansız oldu.
Diziyi her şeye rağmen sadâkatle ve sabırla izleyen bizlere ise bir hayli ayıp oldu. Ego denen şey bir hayli tehlikeli ve çoğunlukla zararlı olabiliyor maalesef. Keşke daha profesyonel davranılabilseydi, her açıdan. Eksikliği tahminimden daha çok hissedilen Sadreddin’in koskoca iki bölüm boyunca şifa niyetine bir kez bile görünmemesinden sonra ölümden döndürülmesi zaten planlanan mıydı yoksa sonradan vaziyeti toparlamak için yapılan bir hamle mi onu da bilemiyorum ama dışarıdan aile gibi görünen ekibin samimiyetine inananlardan ve alayı güzel bakan oyunculardan oluşan kadrosu hatrına gidişatına ne kadar sinirlensem de bir türlü vazgeçemeyenlerden biri olarak bundan sonra Çarşamba gününü bekleyeceğimi, hatta diziyi seyredeceğimi bile sanmıyorum, belki sadece denk gelirim arada. “Sevdiğim bir karakteri öldürdüler, daha da izlemem.” gibi değil buradaki tepki. Her ne kadar Sefer’in ölümü dizi için büyük kayıp olsa da, belki pek görülmemiş bir cesaret örneği olacaktı planlı yapılmış olsaydı. Sadreddin’in yaşamasını istemeyenlerdendim mesela, kendisiyle bağlantılı olup yarım kalacak bir sürü hikâye olmasına rağmen. Ama o işler öyle olmuyor işte. Kısacası, bu, kâh sevinçten, kâh heyecandan, kâh üzüntüden uyuyamadığım son Çarşamba’yı Perşembe’ye bağlayan gece oldu. Çünkü ne olduysa oldu çok bilmiyoruz ama, takke düştü, kel göründü, umut öylece kaldı, büyü bozuldu, içimizde bir şeyler kırıldı. Emeklere bir nebze yazık oldu.
Bak ya, komiklikli yazacaktım güya ama pek başaramadım. Neyse, her şeye rağmen yıllar sonra ilk kez heyecanla beklediğim, resmen gün saydırıp artık pek ilişkimin kalmadığı televizyonun karşısına geçmemi sağlayan tek yerli dizi olan Poyraz Karayel’in yeri bende hep ayrı olacak. Sayesinde sanal da olsa güzel insanlar tanıdım, ranini.tv ailesine kabul edildim. Bu, diziyle ilgili son bölüm yorumu yazım da olabilir ama münasip bir zamanda, özellikle Sefer Kılıçarslan karakteri ve SefSe ilişkisi ile ilgili ayrıntılı bir şeyler karalamak var aklımda, bakalım.
Ne olursa olsun, soran eden olursa “Bi’ Poyraz Karayel geçti bu alemden…” diyeceğiz yani hayatımızın bir yerinde.
Unutmak ne büyük erdem, unutmak ne büyük nimet.
Son sözü de Sefer ve Sema’nın o güzelim aşklarına ve de talihsiz sonlarına çok yaraştığını düşündüğüm, aynı zamanda bugün doğum günü olan Sabahattin Ali’den bir alıntıyla yapmak istiyorum:
“Asıl mühim olan, iki insanın birbirini bulması bu derece güç olan şu dünyada, bu nadir saadete ermekti. Öte tarafı hep teferruattı.”
Hadi eyvallah! Sevgiyle kalın.