“Hayat bugünden ibaret değildir hiçbir zaman” ve “hayat, biz
planlar yaparken başımızdan geçenlerdir” her an. Bir sonraki dakika bile var
olup olmayacağımızın garantisi yokken günler, haftalar, aylar ve hatta yıllar
sonrasında yaşamak istediğimiz şeyleri, sanki dünü bir çırpıda tüketen biz
değilmişiz gibi nasıl da güzel yapıp bozuyoruz aslında. Son birkaç gündür hep
bunu düşünür oldum. Hepimizin hayalleri, geleceğe dair “umut”ları ve
beklentileri var. Eğer insan bu umutlarının olabilirliğini düşleyebiliyorsa,
elinden geleni yaptığı müddetçe emeline ulaşamaması gibi bir ihtimal söz konusu
dahi olmazmış. Daha uhrevi bir görüşle: Allah nasip etmeyeceği şeyin hayalini
kurdurmazmış. Bundandır ki insan pek ala hayal edebildiği müddetçe var
olacaktır. Hep bir adım ötesinin bilinmezliği ve hayatın cevabını bilmediği
çoktan seçmeli soruları karşısında bu insan, kalbine maraton koşturup riskler
alacak veyahut bütün pencerelerini hayatın güneşine kapatacaktır. Hayat bu! Ya
size yenilip köşesine çekilecek ya da bir köşeye sinip siz planlar kurarken
tekrar ve tekrar başınızdan geçecektir.

Hepinizden iyreniyorum!
Bir yaralı yavru aslan: Ömer İplikçi. Annesinin iyi olacağına
dair sıkı sıkı sarıldığı umudu ellerinin arasında ufalanıp gitmiş öylece. Necmi
Amca’nın daha önce Defne’ye anlattıklarına istinaden anladığım kadarıyla babası
da sahip çıkmamış Ömer’e. Hayatta “biri” iken, birden “hiç kimse” oluvermiş.
“Kimsenin evladı” olmadan yapayalnız kalmış. Bir yandan da şanslıymış bu
gözümün alışmakta biraz zorlandığı genç Ömer. Zira “yaşarken farkında değil”miş
içine işleyen bütün bu anların kişisel tarihinin bir parçası olup onu Ömer
İplikçi yapanın, şimdi belki buruk bir tebessümle andığı o hatıralar olduğunun.
Fakat onu seven, sahip çıkan bir dedesi, amcası ve yengesi hatta yine ailesi
vesilesiyle ruhu duymadan himayesine girdiği Sadri Ustası varmış. Tabii yine de
başkaları tarafından ne kadar kol kanat gerilirse gerilsin, insanın annesinin
kanatlarının arasında olduğunu bilmesi bambaşka bir şeydir her zaman.
Boğulurken nefes almak, cayır cayır yanarken birden sönmek, belki de zarif bir
anka misali küllerinden yeniden doğmak gibi…
Hiçbir zaman annenin yerini dolduramayacak olsa da, bu
misyonu üstlenen başka birinin varlığını hissedebiliyor olmak da insanın
yaralarına az biraz merhem olsa gerek. Neriman ve Ömer ilişkisi benim gözümde aile
olmanın getirdiği bir alışkanlıktan ötürü süregelmiş gibi görünen zoraki bir
ilişki imajı çiziyordu hep. Ancak Neriman bu bölüm kalbimde öyle büyük bir yer
kazandı, çizilen imajı öyle güzel yerle bir etti ki ve bunu sadece söylediği
tek bir cümleyle yaptı: “Sen benim doğurmadığım oğlumsun.” Nasıl güzel, nasıl
yüce bir gönüldür bu? Nasıl da temelleri şefkate ve merhamete dayanan bir
ilişki bu böyle! Valla Neriman’ın geçmişteki bu hallerini gördükten sonra sırf
köşke sahip olabilmek için Ömer’i evlendirmek üzere oyunlar kurup duran kadın
bana çok yabancı geldi.
Yıllar insana sarı saçları getirirken bütün ince
hisleri de beraberinde silip götürüyormuş, baksanıza. Neriman’a şöyle bir
bakıyorum da, abartılı hareketleri ve içi boş büyük lafları dışında bomboş
kalmış. Yine de kendisine haksızlık etmek istemem zira o olmasaydı, şakır şakır
yağan yağmurun altında bir köşe başında çarpışıp, defter kitap yerine
kalplerini ortalığa saçmış bu iki güzide gencin bu güzide aşkı deniz
kenarındaki o durakta masum bir bakış ile, alevlenemeden bir toz kümesi halinde
bulutlara savrulup başlamadan son bulacaktı. Koca evrende kim bilir nice
aşklar, aracı bir Neriman İplikçileri olmadığı için uzay boşluğundaki yerini
aldı öylece? Koray Sargın gibi Neriman da her eve şart oldu bundan böyle!

Hocam Koray ağlıyo tuvalete gidebilir miyiz?
Koray ‘ın Koray Sargın oluşunu izlemek tarif edilemez bir
komediydi. Koray Sargın bile olsanız başarıya emin adımlarla yürüdüğünüz
yolunuzda sıfırdan başlamanız kaçınılmazmış demek ki. O kadar zayıf ve
zenginsin ki hayatım sana garsonluklar bile yakışmış, mmhıhıhı!
Yine de Koray’ın geçmişteki “ezik” halet-i ruhiyesi o kadar
da şaşırtmadı beni. Ben Yasemin’e hayretler içerisinde kaldım. Aman Allahım
dedim! Kız resmen Ugly Betty’nin İstanbul şubesiymiş. Evrilişini izlemek ve
Deniz Tranba ile olan ilişkisinin tabir-i caizse “ne ayak” olduğunu öğrenmek,
Yasemin’i anlamamız açısından güzel bir adımdı. Neden bu kadar hırçın bir kadın
olduğuna ve neden İso’nun sevgisinin onu bu kadar düzgün bir insana çevirdiğine
bizzat şahit olduk. Aynı İz ve Ömer’in aslında o kadar da büyütülecek bir aşk
yaşamamış olduklarına şahit olduğumuz gibi. Bilmiyorum belki de cidden büyük
bir aşktır yaşamış oldukları ama bana o his geçmedi bir türlü. Ergenlikte
yaşanıp bitirilememiş birkaç duygu patlamasından hallice beraberliği, efsane
bir aşk olarak anlatmak da zaten ancak İz’e yakışırdı. Allah’tan Sude gibi
kafayı yememiş. İki gözyaşı akıttı tamam, sonra tekrar “party hard” moduna geçti.
Gerçi söylediğim gibi ilişkilerinin bitişi biraz muamma, tam olarak ayrılmış
gibi de olmadılar. O nedenle İz’in biz “İz’le Ömer’iz” feryatlarını daha iyi
anladım, çünkü ortada ilişkileri adına tam manasıyla "bitti” denilip kapatılmış bir
kapı yok maalesef. En kısa zamanda da o kapının tam anlamıyla kapatılıp
arkasından da bir güzel sürgülenmesini diliyorum. Çünkü bize eski sevdalara
sünger çekmeler yakışır hayatım!
Sude’ye söz mü değirsem yoksa göz mü bir türlü bilemedim. Ne kadar da minnoş bir insanmış kendisi, içimi acıtmadı dersem yalan olur. “Beni niye sevmedi?” diye haykırışları çok gerçekçi ve iç parçalayıcıydı. Sevgili Sude (Allah’ım bu bölüm beni allak bullak etti Sude’ye hitap edişime bakın ağlicim), o kalp onu unutur. Çok sancılanır ama eninde sonunda unutur. Haydi bak benden sana bir kıyak adı lazım değil baş harfi Eymen, gelecek ve bir güzel de unutturacak (İNŞALLAH)!
Sonra Berkecan gelmiş Pelinsu'ya ben Sude'yi seviyorum demiş, inanabiliyo musoon!!
Ömer’in geçmişini ve hikayesini çat pat hepimiz biliyorduk.
Çoğu hareketini “O Ömer İplikçi, annesi babası art arda ölmüş. Çok acı çekmiş, zor
adam olmuş.” diyerek çok da detaylandırmıyorduk ancak Defne öyle değildi. Defne
“su gibi”ydi. Hep açık seçikti. Onu hem çok sevdim ama aynı zamanda çok da
yargıladım. Her ne kadar anlamak için kafa patlatmış olsam da “Ne biçim
hareketler bunlar Defne!” diye çok da söylendim. Haksızmışım.
“Nasılsın kızım anlat
bana hikayeni, kimler üzdü gözlerini?
Nasılsın kızım söyle
bana kendini, neler kırdı kalbini?”*
Keşke ben uyurken gitmeseydin
Bazılarının yorumlarda değindiği bir nokta vardı: Defne
tekrar tekrar terk edilmişti. Ben bunu hep görmezden geldim. Niyeyse hatalarının
hiçbirini bu nedene düğümleyememiştim. Defne benim gözümde hep uçarıydı, ele
avuca sığmazdı. Ne yapıyorsa heyecanıyla, yaşadığı ilklerin tutkusuyla
yapıyordu. Ancak bu bölüm sayesinde artık bana da dank etti sevgili Kiralık Aşk
ailesi. Defne’nin Ömer’i geçmek namına alıp başını yürümüş olan hırsı da,
terelelli halleri de aslında onu acıtıp büyüterek geleceğe hazırlayan
geçmişindeki hala yaşamakta olduğu terk edilişi, kazanmasına rağmen gidemediği
tasarım okulu ve atılmak zorunda kaldığı hayat mücadelesindenmiş meğerse.
Gel gör ki kader, her ucu farklı bir noktaya çıkan çatallanmış
yollar bütünü gibidir. Yaşadığımız hayat bizim dışımızda gelişenler dahilinde
biraz da seçimlerimizden ibarettir. Dünümüz, bugünümüz ve yarınımız aslında
hayatımıza örülen çorabın birbirine bağlı her bir basit ilmeğidir. Ancak aşk
öyle bir büyüdür ki kader dediğimiz “tesadüf”ler silsilesinin bile elini kolunu
bağlar. Çatallanmış yolların hepsi kaçıp kurtulmanızı imkansız hale getirmek
ister gibi bütün yönlerinizi hep “o” kişiye ait kılar ve O’na düğümler. Bazen
bu düğümü size attırır, bazen de hayatınıza sadece bir adet Neriman İplikçi’yi
yollaması yeter.
Üff neettin sen şimdi yaaa!
Evet, Defne ve Ömer sokaktaki iki insanken de
karşılaşmışlar. Ortada kurtulunması gereken bir Seziş yokmuş ya da mahkum olunmuş
bir oyun… Yalın, saf ve biraz da olağan şekilde çarpışıvermişler işte.
Olabileceği gibi, ihtimaller dahilinde. İso, büyük maçtan önceki son antrenmanda bileğini kırmış.
Fena mı olmuş? Bir yıldız olsaymış kayıp gitmeyeceğinin garantisini kim
verebilirmiş? Eğer o gün o bileği kırmasaymış Yasemin’i kim sevgisiyle böyle
güzelce ehlileştirecekmiş? Nihan, o gün iyi ki o sokaktan geçip Defne’yi kurtarmış.
Yoksa birbirlerinden başka kim onlara böyle güzel sahip çıkarmış? Neriman, o gün iyi ki Sinan’ın 9876324324. doğum gününe
Ömer’i sormak için gitmiş de gıybet ve aşağılamalardan sorumlu bakanı Koray
Sargın’ı bir çırpıda hayatına alıvermiş.
Velhasıl kocccaman bir özetle iyi ki, iyi ki ve iyi ki… Ve bir o kadar
da keşke… Keşke bu kadar yaralı olmasaymış hiç biri. Bazen
izlediğimizin romantik komedi olduğunu unutuveriyorum. Her karakter kişisel komedisinin
yanında o kadar parça pinçik ki belki de Kiralık Aşk’ı bu kadar çok
sevdiren ve gerçek hayatla özdeşleştiren de işte aynen budur.
Son olarak da ekibe kocaman bir alkış yolluyorum. Seyirciyi
önemseyip değer vermek bu olsa ve ara vermektense kısa sürede böyle güzel
bir bölüm ortaya çıkarmak -hem de o karda kışta- kolay olmasa gerek. Ellerine,
emeklerine, yüreklerine sağlık.
Heveslenilen hayallerin, yazılmış cümlelerin ve belki
kurgulanmış detayların üzerinden sevgili Barış Arduç’a gönderdiği zatürre
mikrobu ile bir güzel geçen hayat! Buyur karda kışta kaldın, içeri girmez
misin?
Bir sonraki yorumda görüşmek üzere, kendinize iyi bakın…
*Hümeyra- Kirli Beyaz Kedi