Bir haftalık yılbaşı tatilinden sonra Beren Saat’li Muhteşem
Yüzyıl Kösem, dün akşam 8. bölümüyle ekrana döndü. Hem de ne dönmek…
İki saati aşkın bir süre boyunca bizleri entrika fırtınasında nefessiz bırakan,
beş dakika bile soluklanmamıza izin vermeyen roller coaster yolculuğu gibi bir
bölüm izledik. Ayrıca bir önceki bölümde diziye giriş yapan Beren Saat’in
performansı hakkında da artık birkaç şey söyleyebilmemize imkan tanıyan
verileri de elde etmiş olduk.
Tamamen kadın seyircileri hedefleyen bölüm Safiye Sultan’ın
hanedanlıkta söz sahibi olan diğer bütün rakibelerini parmağında oynatması
üzerine odaklanmıştı. Bölümün odak noktası Safiye Sultan olunca haliyle
karakteri canlandıran Hülya Avşar da yükün büyük çoğunluğunu üstlenmiş oldu.
İlk haftalarda seyircinin fazlasıyla “donuk” ve “ruhsuz” oynamakla sık sık
eleştirdiği Avşar’ın son birkaç bölümdür giderek "rahatlayan" oyununu ve
düğümleri yavaş yavaş açılıp lezzetlenmeye, en önemlisi de zaafları azar azar
ortaya dökülmeye başlayan karakterinin gelişimini izlemek şüphesiz ki Muhteşem
Yüzyıl Kösem’in son haftalardaki en keyif verici yanlarından birisi.
Evet,
dizinin adı “Kösem” ancak Kösem Sultan karakteri sarayda iyice pişip
palazlanana kadar, dizinin Osmanlı İmparatorluğu tarihinde “Kadınlar Saltanatı”
olarak bilinen bu dönemin en etkili figürlerinden biri olan Safiye Sultan’ı
daha fazla ön plana çıkarması ve haremdeki ana entrikaları baskın bir şekilde bu
karakter üzerinden işlemesi gayet normal ve görünen o ki Hülya Avşar hem rolü
artık daha iyi üstüne giymeye başlaması hem de karakterinin hikayesinin diğer
bütün ana karakterlerin bir adım önüne geçirilerek detaylandırılmasıyla bu
olumsuz eleştirileri yavaş yavaş arkada bırakmış / bırakacak gibi görünüyor.

Ah yavrum, bunun ağzı daha süt kokuyor. Sünnet olalı kaç gün geçti şurada, hatunları tanıdığı mı var? Dur şuna yalandan bayılıvereyim, dayanamaz sarayda kalmama izin verir. Kırmızılarım da yine pek seksi şekerim ^^
İlk bölümlerde temposunun yer yer fazla düşük olmasıyla ve
bu nedenle seyirciyi istenildiği ölçüde kendine bağlayamamakla eleştirilen dizinin
senaryo ekibi son birkaç haftadır taktik değiştirmiş gibi görünüyor. Zira başlangıçta
fazla yavaş giden senaryo bu sefer de dur durak bilmeden ilerlemeye başladı. O
kadar ki çoğu zaman seyircinin soluklanmaya ve kafasını toplamaya fırsatı dahi
olmuyor. İlk örneğini 5. bölümde gördüğümüz bu uygulama Beren Saat’in gelişine
uygun olarak işleri hızlandırmak adına 6. bölümde zirve yapmış, 7. bölümün de özellikle
ilk yarısı aynı tempoya uygun ilerlemişti. Şüphesiz ki bu tercihin nedeni
seyircinin ilgisini ve haliyle dizinin reytinglerini mümkün mertebe yüksek
tutmak ancak her şeyin fazlası gibi bunun da bazı zararları olduğunu söylemek
lazım.
Dün akşamki bölüm aslında oldukça güzel düşünülmüş
entrikalara, ekran karşısındaki seyirciyi izlerken zevkten dört köşe edebilecek
twistlere sahipti. Ancak tıpkı 6. bölümde olduğu gibi her şey o kadar üstüste
ve son sürat gelişti ki bu sinsi entrikaların ve bu entrikaların kurbanı olan
karakterlerin kurban olmalarının sebeplerinin altı boş kaldı. Yine güzel
düşünülmüş ama maalesef yine yüzeysel işlenmiş, tek bir bölüme tıkıştırılmak
yerine gelişimleri en az iki bölüme yayılsa izlemesi çok daha lezzetli olacak
hikayelere sahip, potansiyeli yeterince iyi değerlendirilememiş bir senaryo izledik.
Haydi çiftetelliyeeeee, Şahin Mehmet Fahriyeee...
Örneğin haftalardır Safiye Sultan gibi kudretli bir
karaktere kafa tutabilecek, haremin validesi Handan Sultan’ı bir yandan müttefiki
gibi yanında bulundurup bir yandan da arkasından kuyusunu kazabilecek kadar
zeki ve fitne fücur bir karakter olarak izlediğimiz Halime Sultan’ın, Safiye
Sultan’ın Sultan Ahmet’in yokluğunda yerine Şehzade Mustafa’yı tahta geçirmek
gibi bir teklifle kendine geldiği zaman bunun arkasında yatan asıl amacı
anlayamamış olması ve Sipahiler’le birlikte kurulan bu oyuna kolaylıkla
düşüvermesi, bunun sebebinin de kendisinin zaafları ve korkuları olarak
açıklanması karakterin inandırıcılığını zedeledi. Oysa Safiye Sultan’ın niyeti
o kadar açık seçik ortadaydı ki. Daha 2. bölümde Halime Sultan zindanda kapalı tutulurken kendisi
dememiş miydi, “Sizde zerre kadar kalp yok sultanım. Herkesi kandırabilirsiniz
ama beni asla” diye. Bunu diyen bir karakter sırf her insan gibi zaafları var diye
bu oyuna bu kadar çabuk düşmüş, Safiye Sultan’a bu kadar kolay “kanmış” olabilir
mi?

Ah canım, ne de güzel laf sokarmış. Senin bana yılan diyen o dillerini yerim.
Ya da Safiye Sultan’ın böyle bir tezgahı kurabileceğini çok
iyi bilmesine rağmen sırf ayağının altından çekilsin diye Halime Sultan’ı ilk
fırsatta Eski Saray’a göndermekle cezalandıran ve kadın gider gitmez bacak
kadar oğlunu öldürtmeye azmettiren Handan Sultan’ın bir anda ortaya çıkıveren
zalimliği…Ya da sırları ortaya çıkmasın diye kaç sene beraber çalıştığı harem
kethüdası Dudu Hatun’u sinek gibi öldürtmekten çekinmeyen, üstelik de “hacı” olan
Ağa’nın kalpsizliği? Ya da o kadar yüksekten denize fırlatılmış olmasından
dolayı normal olarak bütün kemiklerinin kırılmış olmasının beklenebileceği
Reyhan Ağa’nın, Giray Kardeşler’in Yedikule zindanlarından bir an önce çıkıp tekrar
entrikalara dahil olabilmeleri için “deus ex machina” olarak yüzünde tek bir
çizik bile olmadan, tam da kardeşlerin en çok ihtiyacı olan şeylere sahip
olarak sapasağlam geri getirilmesi? Ya da hepsinden önemlisi, henüz padişaha evlat
bile vermemiş olan, alt tarafı adamın “gözdesi” olan bir cariyeye bütün
sultanların devamlı olarak izahat vermesi ve onu bütün olaylara çok normal bir
şeymiş gibi dahil etmesi, Halime Sultan’ın küçük kızı Dilruba Hatun haricinde
kimsenin “burada ben dururken sen kim oluyorsun” diyememesi?

Hepiniz hizaya geçin bakayım, Kösem'e sırayla tekmil vereceksiniz. Halime kızım, önce sen.
Demek istediğim bu detayların hiçbiri böyle olamaz ya da
olmamalı değil. Senaryo ekibine işlerini öğretmek elbette ki bize düşmez. Seyirciler
olarak bizler sadece sunulan ürünü izliyoruz ve artılarıyla eksileriyle
fikirlerimizi dile getiriyoruz. Ancak sunulan ürünün asıl alıcısı da yine seyirci
olduğu için haftalardır çeşitli platformlarda defalarca dile getirilen bazı temel
eksiklerin de artık biraz biraz giderilebiliyor olması gerektiğini düşünüyorum.
Bütün bu detaylar tabii ki aynen böyle olabilir ancak yalnızca arka
plan hikayeleri adım adım, ilmek ilmek işlendiği sürece seyirci bu karakterlerin
motivasyonlarındaki sebepleri, kişiliklerini tam olarak anlayabilir ve
onları sahiplenebilir. Senaryo ekibinin de bunu çok iyi bildiğine eminim. Oysa dizi en başından beri zaten karakter gelişiminden ziyade
tamamen entrikalara sırtını yaslayarak ilerlemeye çalıştığı için seyirciyi kendinden soğuturken son birkaç
haftadır dur durak bilmeyen olay akışında Safiye Sultan karakteri haricinde de bütün
bu nüansları yine atlıyor ve seyirciye karakterleri “anlama” ve “sahiplenme” şansını
bir türlü vermiyor. Durum böyle olunca elde sadece devamlı olarak kötülük
planlayan, kötülük üreten, kötülük saçan, devamlı olarak kaşları çatık, hepsi
birbirinden zalim yüzeysel karakterler kalıyor.
Her işinizi yaparım, Ayasofya'da çan bile çalarım. Tek istediğim Esmeralda.
Sonuçta bu kurgu bir eser olsa bile tarihte 600 sene boyunca
varolmuş, kendi tarihinin büyükçe bir parçası olan bir imparatorluğun
hikayelerine dayalı olduğu için insan diziyi izlerken şunu düşünmeden edemiyor: Bu Osmanlı İmparatorluğu’nda mutlu olan hiç kimse yok muydu? Topkapı Sarayı’nda
herkes adam öldürmekten zerre çekinmeyen birer seri katil miydi? Hiç mi “insani”
zaafları, hiç mi “güzel duyguları” yoktu bu insanların? Devlet otoritesinin
zayıfladığı bir dönem olsa bile mevcut padişah sırtını her döndüğünde tahtına
başkasını çıkarmaya çalışmak bu kadar kolay ve “çocuk oyunu” bir iş miydi? Devamlı kötülük saçan, yüzü gülmeyen bir sürü mutsuz insanın olduğu bir hikayeye seyircinin bir türlü istenen reaksiyonu vermiyor olması çok normal değil mi?
Dizi devamlı bu konuların etrafında dönüp dolaşıyor ama aslında
seyircinin görmek istediği şey çok basit. Ne dur durak bilmez entrikalar, ne
aşktan meşkten kafasını kaldıramayan pasif padişahlar, ne de savaştan seferden ibaret
olan belgesel tarzı anlatılar… Seyirci sadece yaşayan, dertlerini hissedip
ortak olabileceği, bu macerada keyifle eşlik edebileceği sırf
kötülük ve zalimlikten ibaret olmayan, “ruhu olan”, sevebileceği üç boyutlu "gerçek" karakterler
istiyor. Nefret edecekse de doğru sebepler yüzünden nefret edeceği. Başka
hiçbir şey değil. Bunlar olsa geri kalan her şey zaten kendiliğinden gelecek, her bölümden sonra konuşulan bir numaralı konu haline gelen reytingler de kimsenin diline dolanmayacak. Ancak
senaryo ekibi anlaşılmaz bir şekilde karakterleriyle seyirci arasına mesafe
koymakta, karakterlerinin hikayelerini anlatarak onları tatlandırmamakta ısrar
ediyor.
Bana mı dedin birader?
Bu noktada Beren Saat’in diziye dahil olmasıyla birlikte
Anastasia karakterinde yaşanan ve bir anda 180 derece değişen karakter özelliklerine
de değinmek lazım, zira dizinin kalbi bu karakter. İlk bölümün günahı olmazmış,
bu nedenle Beren Saat’in performansını biraz daha izleyip görmek, ondan sonra
bir şeyler yazıp çizmek en doğrusuydu. Malum, Saat diziye herhangi bir zaman
atlaması yapılmadan bir önceki bölümün olağan devamı gibi dahil edildi. Haliyle
karakteri aslında hâlâ tam anlamıyla “dünkü çocuk”. Ancak kendisinin diziye
dahil olmasıyla birlikte karakterin hal ve tavırlarında, diyaloglarında yaşanan
değişim gerçekten de sanki bir zaman atlaması yapılmış gibi.
Dizinin sloganı ve Saat’in diziye dahil olduğu ilk bölümün
adı “Masumiyetin Gücü”, ancak Saat’in Ekin Koç’la olan sahneleri haricinde vücut
dilinde, sözlerinde, bakışlarında Anastasia karakterinin ilk altı bölümde
yaratılan o masumluğuna ve içtenliğine dair pek bir şey göremiyoruz. Daha çok
başarıyla canlandırdığı sinsi, içten pazarlıklı, gülümsemesi bile “sahte” olan
görmüş geçirmiş kötü kadın karakterlerinin etkisi baskın. Herhangi bir zaman
atlaması yaşanmadığı için Anastasia’nın Kösem adını alınca bir gecede 40 yıllık
sultanlara kafa tutabilecek, akıl verebilecek, arkalarından iş çevirebilecek
bir “büyüklenmeye” bürünmesi dizinin ana karakterinin gelişimi adına inandırıcı olmayan bir değişim.
Örneğin bölümün sonunda
Handan Sultan’a söylediği sözler aslında ilk diziden beri birçok seyircinin
söylemek istediği şeylerdi, hislerimize tercüman oldu: “Şehzade Mustafa da bir
evlat değil mi sultanım? Onun da canı yok mu? Ölürse onun annesi de üzülmez mi?” Çok
güzel repliklerdi gerçekten. Ancak Saat bunu, hayatında böyle bir zalimliğe ilk
kez tanık olan “masum” bir Yunan kızının şokundan ve hissettiği hayal kırıklığından
ziyade (ya da biraz da bunun etkisiyle) koskoca Valide Sultan’a hesap sorar gibi dillendirmeyi seçince seyirci izlediği karakterin gerçekten “saf” olduğuna inanmakta güçlük
çekebiliyor. En azından kendi adıma ben böyle hissettim. Son iki bölümdür her ne yaşamış olursa olsun hiçbir şeyin Anastasia’nın
bir anda bu kadar “cüret”lenmesini açıkladığını düşünmüyorum.
Haremde benden habersiz kuş uçmayacak Hacı Ağa. En çok bana danışacaksınız, en çok bana.
Üstelik Kösem Sultan zaten zalimliğiyle nam salmış bir Osmanlı sultanı. Valide
Sultan’lık koltuğuna çıktığında sinsi ve içten pazarlıklı olmak, her türlü işin
içinde bulunmak için bol bol vakti olacak. Daha şimdiden bu kadar “olmuş” bir
şekilde canlandırılırsa, gerçekten bu karakter özelliklerine bürüneceği en
kudretli zamanları geldiğinde Beren Saat’in seyirciyi şaşırtacak ve masum
melekten zalim canavara dönüşen Anastasia’nın hikayesindeki büyük değişimi
hayranlıkla /ibretle izletecek silahlarının kalmaması gibi bir risk de
oluşturabilir bu durum. Sosyal medyadaki yorumlara bakılırsa seyirci de en
azından bir süre daha Anastasia’daki en büyük değişikliğin saç ve göz rengi
olmasını istiyor anlaşılan, bu kadar ani ve keskin, ilk altı bölümdekiyle taban
tabana zıt bir karakter değişikliği değil.
Ben o sarışın kızı istiyorum, ağalar getirmiyooooooo...
8. bölümün erkek seyirciyi tamamen bir kenara bırakmasını ve
onları tavlayabilecek tek sahnesinin de Sultan Ahmet’in bir avuç Celali eşkıyasına
karşı inandırıcılıktan uzak bir şekilde baskın vermesi olduğunu, Bülbül Ağa ve
Hacı Ağa karakterlerinin hesap edildiği gibi ikinci bir Sümbül Ağa-Gül Ağa
sevimliliği yaratamamış olmasını bir kenara bırakalım ve önümüzdeki bölümlerde
seyircilere biraz soluklanmaları, karakterlere de artık tam anlamıyla “yaşamaya”
başlamaları için fırsat verecekler mi, erkek seyirciyi de memnun edecek siyasi
entrikaları ve tarihi detayları artık olması gerektiği gibi senaryoya
yansıtacaklar mı bekleyip görelim.