Yaşamak dediğimiz şey;
sürekli kendimizi ortasında bulmaktan kaçamadığımız cenk meydanında
verilmek zorunda kalınan bir sınav gibidir. Bu sınav savaştan galip ya da
mağlup çıkmakla ilgili değildir. İnsanın sınavı, kime karşı savaşmayı
seçtiğinde gizlidir.
Savaştığınız kişi bir başkası olunca kazanmak ya da
kaybetmek çok da önemli değildir. O raddeye gelene kadar birçok sınavdan
geçmiş, belki de zaten birçoğundan galip çıkmışsınızdır. Yaşaması en zor ve en
acı olanı kendinize karşı kılıç kuşanmak ve bu savaşı kaybetmiş olmaktır.
İnsanı bu çatışma yiyip bitirir. Kendinizi yenenin yine siz oluşu, bir başkası
sizi yere serdiği zaman su yüzüne çıkan hayal kırıklığından daha ağır ve
sancılıdır. Bunu pişman olmaya da pek ala benzetebiliriz. Sonuçta pişmanlık da
insanın kendisine olan öfkesini kabullenmesinin belki de en merhametli yoludur.
Peki ya pek sevgili Ömer İplikçi, senin sınavın kiminle? Sen
kime karşı böyle acımasızca kılıç kuşandın?
Aslına bakarsanız eskrim sahnesinde ilk bakışta düellonun
Ömer ve kendisi arasında olduğunu düşünmüştüm. Defne’yi terk ediyor olmanın
Ömer’in içinde yardım çığlıkları attırdığını fark etmemek mümkün değildi.
Hayatınızı bu denli etkileyecek kararları alırken, ya da sevdiğiniz insanın
suratına suratına “Güvenmiyorum!” diyebilirken; içinizde size çığlık çığlığa
karşı çıkan sesinizi bastırabilmiş olmak, sonrasında yaşayacak olduğunuz hiçbir
ıstırabı hafifletmez ne yazık ki. Kurşun yarası gibidir aslında bu. Etinize
çoktan saplanmıştır ancak anın rehavetinden ve vücudunuzun size kurduğu
“adrenalin” kumpasından ötürü hissetmediğiniz her yara, gün gelir sızım sızım
sızlamadan bir anınızı ötekisine bağlamaz.
Ömer de kalbinin orta yerine yediği aşk kurşununu çıkarıp atınca,
sanki daha evvel hiç sevmemiş, hiç yaşamamış gibi yapabilirim sandı ama yine
kendi ağzıyla söylediği şeyin içine düşmekten kendini kurtaramadı: “Adam aslında kızı çok sevmediğini, yani
giderse daha da mutlu olacağını düşünüyor ama kız gidince, geç de olsa anlıyor.
Meğerse kız tahmin ettiğinden çok daha büyük bir yer kaplıyormuş hayatında…”
İşte aynı bu sebeptendir ki Ömer’in karşısında kılıçlar
kuşanıp yere serdiği rakibi, aslında hayatında oldukça büyük bir yeri kaplayan
tekinsiz ve bir o kadar da dengesiz Defnesi idi. Bir terk edişin, insanın
şüphesini belki biraz da olsa öfkesini yere serişini, çok sevgili İplikçimizin
bilinçaltında yankılanan “Sevme beni..” diye başlayıp bütün güzel kelimeleri
tüketerek “Ve beni hala sev…” diye bitirdiği şiiri dolayısıyla umutsuzca sevgi
dilenişini izledik bir bakıma. Teşekkürler sana yüce İplikçi, sayende bir daha
olmayacak kimsenin böyle güzel şiiri…
Iııy piiiis, havalara bak!
Hayatta yanlış yerlerden başlatılmış parçalarımızı sıfırlayarak,
her şeyi doğru yerine taşıyabilmek gibi bir şansımız olsaydı keşke Defne gibi. Hoş “sil
baştan” dedik, “Her şey başa sardı, yaşasın!” diye sevindik ancak vitrinin
arkasında olaylar hiç de öyle değildi bence. Görünürde herkes eski yaşantısına
geri dönmüştü ama İsmail’in dediği gibi ne yazık ki yaşanılanları unutturacak
bir teknoloji henüz yok. Bedenen eskiye dönenler, ruhen hala deniz kenarındaki
o banktalar maalesef. Ortada yaşanmamış ve belki de bir daha yaşanamayacak olan
anların pişmanlığı kol geziyorken zaten buna kim, nasıl engel olabilirdi ki?
Ömer’i severim, bilirsiniz. Sevdiği kadını ellerinden
tanıyan Ömer’i daha da çok severim. Ancak bu ona ne kadar kızgın olduğum
gerçeğini değiştirmeye yetmiyor maalesef. Kendisi, hem suçlu hem de güçlü diye
tanımladığımız o insanlardan olmaya başladı. İnsan acısını içinde yaşamak
isteyebilir ona diyecek lafım yok; öyle
ortalıkta “Defne’yi terk ettim ama şimdi köpekler kadar pişmanım!” diye ağlaya
ağlaya dolaşan bir Ömer İplikçi beklemiyordum zaten garip olurdu. Defne ile
olan ilişkisini ortaya sermesini de elbette beklemiyordum ama sanki Defne yokmuş,
hiç olmamış gibi soruya verdiği cevap canımı çok sıktı. Evet, ilham kaynağını
reddedişinden bahsediyorum ve Defne’nin böyle bir inkarı hak etmediğini
düşünüyorum. Ya da “Çizmeni de al git hayatımdan bir an önce” der gibi bir
ifadeyle “Defne, çizmelerin!” denmesini. Hak edilenler ve edilmeyenler listesi
yapmayacağım tabii ki. Yaparsam Defne küme falan düşebilir maazallah
haftalardır kurmakta olduğum Defne empatisi hop çöpe gitmesin.
Hazır Ömer’e olan öfkem soğumamışken İz’i çağırışından da
bahsedeyim de azıcık daha delireyim. İhtiyacı varmışmış, laflara bak. Senin
sade ve sadece Defne’ye ihtiyacın olabilir sevgili Ömer, lütfen kendine gel. Bu
İz mevzusu nereye bağlanacak çok merak ediyorum, bir an önce sadede gelinse
harika olacak. Korkmayayım diyorum, Ömer ölüyor acısından boş ver diyorum ama
olmuyor olmuyor. Er kişi sonuçta ne yapacağı belli olmaz, Ömer İplikçi bile
olsa…
Dövmen hala duruyor mu yakışıklı?
Defne ve Ömer’in yaşamayı hak ettiği ama bir türlü
yaşayamadığı güzel anları günü geldi Yasemin ve İsmail tarafından yaşandı, günü geldi şimdi
de Sude ve Sinan tarafından yaşanıyor. Allah affetsin ama böyle itici bir çift daha olamaz.
Sinan’a 1 ısınamadıysam Sude’ye 100 ısınamadığımdan mıdır, yoksa temelde bazı
şeylere onların sebep olduğunu bildiğimden midir nedir bir türlü yıldızım
barışmadı bu ikiliyle. Sude’nin Sinan ile aniden kurulan gönül ilişkisini
haksız kazanç olarak görüyorum. Sinan’ın, başına Sude’nin gelmesini hak etmeyecek
kadar iyi bir insan olmasından değil elbette bu. Sonuçta ikisi de birbirinden
seme, tam tencere kapak gibiler. Ama yine de en yakın zamanda Sinan’a başka bir
gönül bağı ataması diliyorum. Zaten Sinan alışık daldan dala konmaya,
yadırgamaz yerini merak etmeyin hemen ona da kapılıp gidiverir. Öf Sinan bak
görüyor musun, gene seni sevemedim: Ömer’in aksine…
O kadar kızdım ettim ama yine seni sevmelere doyamadım Ömer.
Böyle bazen ekrandan sahneye dalıp, seni bağrıma basasım geliyor. Karşına geçip
“ Ağlasana be adam! Hıçkıra hıçkıra bir ağla da sen de kurtul biz de
kurtulalım!” diye bağırasım da geliyor çoğu zaman. İçine içine ağlıyorsun
çünkü, çok canım acıyor. Ağlamasan da Şükrü’ye bir patladın ya benim içim
rahatladı valla ne yalan söyleyeyim. Ne kadar çok ihtiyacın vardı aslında buna.
Haftalardır içinde tuttuğun ne varsa dökülüverdin bir güzel. Şükrü Abi sağ mı
onu göremedik tabii ama inşallah adam kalpten falan gitmemiştir. O garibim de
yazık “ Ömer Bey kendinize iyi bakmanız lazım, sakin olun..” falan diyor.
Adamın iyi bakılacak yanı mı kaldı Şükrü Abi sen de bir alemsin. Ruhu
hortkuluklara bölünmüş gibi her parçası dört bir yana saçılmış vaziyette. Ay
ama valla Barış Arduç’a bir kez daha hayran kaldım. O nasıl bir öfkeydi,
kendini duvarlara çarpacak sinirden falan sandım. Jüri özel ödülüm sevgili
Barış Arduç’un bu muhteşem sahnesine gidiyor…

Evde horon, sette horon bıktım Şükrü anlıyor musun!
Gelelim Ömer’in bir hayli yıkık dökük çöküverdiği Manu’daki
koltuktan, Defne’nin şahlanarak kalkmasına…
Defne’nin yükselmesini herkes can-ı gönülden istiyordu. O
ezikliğinden sıyrılmasının vakti zamanı gelmişti artık. Ha keşke böyle olmasaydı.
Acı çekenin sadece kendisi olduğunu, Ömer’in hayatında bir yaprak dahi
oynatamadığını düşünerek hırslanmasaydı keşke. Yaprak oynatmak şöyle dursun
sevgili Defne, ağaçta yaprak koymadın ah bir bilseydin! İkiniz de mahvoldunuz
da işte bir türlü iletişemediğiniz için oluyor bunlar hep ne yaparsın? Ama
inanıyorum ben size, gün gelecek bülbül gibi öteceksiniz birbirinize.
Ötmezseniz de öttürürüz artık el mahkum!
İşte böyle, sevgili Kiralık Aşk ailesi. Ömer evde Defne’den
başka birisine istediği kadar tahammül edemiyor olsun ya da canının her yanışında
yine kendisini bir o kadar kanatan kadına koşar adım ilerliyor olsun bundan
sonra artık fark etmez, o gemi o limandan çoktan ayrıldı. Artık aynı safta bile
değiller maalesef. Hayat, baktı ki bunlar yan yana yapamıyorlar bir de karşı
karşıya getireyim bakalım o zaman ne olacak dedi herhalde. Kozmik güçler yine
iş başında anlayacağınız. Bakalım bundan sonra Cillobistan Başkonsolosu Ömer
İplikçi ile Junior Tasarımcı Defne Topal’ın hikayesi nereye doğru akacak? Temennim
nikah masasına doğru akması yönünde…
Emeği geçen herkese teşekkürler. Haftaya görüşmek üzere,
kendinize iyi bakın.
*Pablo Neruda