Muhteşem Yüzyıl Kösem: Geceler... Katran karası geceler...
Muhteşem Yüzyıl Kösem ekibi kumar oynamaya devam ediyor. Geride bıraktığımız iki hafta boyunca reyting verilerinde üst üste gelen iki beklenmedik ve pek de iç açıcı olmayan sonuçtan sonra kendilerinden biraz daha seyircinin suyuna gidecek, biraz daha “isteneni verecek” ve bu sayede üçüncü bir reyting tökezlemesini engelleyecek garantili hamleler yapmalarını beklerken, onlar tam tersine yüksek reyting hedefi olan böyle ticari bir proje için çok riskli denebilecek bir tercihle, Türk televizyon tarihinde şimdiye kadar altına imza atılmış belki de en karanlık ve en kasvetli dizi bölümü denebilecek bir 4. bölümle ekrana geldiler.

Televizyonda dizi izleme geleneğini ezici bir çoğunlukla parıl parıl parlayan görseller ve bu parıltılı görselliklere eşlik eden yine çoğunlukla basit, insanı yormayan, bol pembe soslu hayatları konu eden pembe dizilerin ve kadın seyircilerin oluşturduğu bir ülkenin, bu kadar kemikleşmiş ve tutucu bir televizyon zevki geleneği olan seyircilerini zorlayabildiği noktaya kadar zorlayıp, en sonunda çoğunluğunu ekran karşısından kaçırtabilecek kadar riskli bir tercihle hem de.


Göremiyorum...Kör oldum...

Aslında daha açılış sahnesi ve ilk dakikaları bölümün geri kalanının habercisi olacak nitelikteydi. Muhteşem Yüzyıl Kösem’in ilk Muhteşem Yüzyıl’a göre daha sert ve karanlık bir dizi olacağının belli olduğunu daha önce de yazıp çizmiştim ama işin boyutlarını, zehirlediği adam yerde burnundan kan gelerek can çekişirken karşısında kılını bile kıpırdatmadan kahvesini keyifle yudumlamaya devam edecek zalimlikteki karakterlere kadar vardıracaklarını düşünmemiştim. Çoğunlukla eleştirilen, üstelik de kötü eleştirilen Hülya Avşar, 4. bölümün açılışındaki bu buz gibi sahnedeki buz gibi performansıyla bir bakıma geri kalan iki saat boyunca izleyeceğimiz şeyin adını da layıkıyla koymuş oldu. Gerçekten de 4. bölüm bu sert açılıştan sonra gitgide kontrastı öyle bir kıstı, ışıkları ve ortamı öyle bir koyulttu, entrikaları öyle amansız noktalara çekti ki, neredeyse bir saate yakın süren bu zifir karası sahneleri izleyip bitirdikten sonra bir Muhteşem Yüzyıl bölümünü değil de bildiğiniz bir gerilim filmini arkamızda bıraktığımız duygusuna kapıldık. Öylesine bir kasvet, öylesine bir karanlık, öylesine safi kötülük içindeki / peşindeki insanlar…


Osmanlı'da bir gelenek vardır. Biz yüzüğün Hürrem'lisini, kahvenin zehirlisini severiz şekerim.

Neler olmadı ki? Kafa kesmeler, makasla saldırıp surat çizmeler, zehirli kahvelerle burundan kan getirmeler, kara büyüler, dur durak bilmeden büyük bir zevk içinde birbirinin kuyusunu kazan bir saray dolusu “şeytan”… Yayınlanan ilk dört bölüm içinde açık ara gerilimi ve sertliği en yüksek olan bölümdü. Anlamış olduk ki, ülkede RTÜK denen ziyanlık kurum olmasa kan ve şiddet gösterme konusunda Game of Thrones vahşetlerine kadar vardıracaklar neredeyse işi. Türk televizyon seyircisinin pek aşina olmadığı veya aşina olsa bile sevmediği, pek görmek istemediği tarzda şeyler bunlar.

Zira Türk televizyon seyircisi kafa dağıtmak için karşısına geçtiği bu gibi dizilerde / filmlerde “zorlanmayı” sevmez. Yabancı dizi izleyen ve Türk dizilerine yüz vermeyen genç kitlenin istekleri ve hayalleridir aslında böyle şeyleri Türk dizilerinde görmek. Bu ülkede vıcık vıcık romantizmler, aşk üçgenleri, lüks malikanelerde geçen görünüşleri pahalı özleri ucuz hepsi birbirinin aynısı uyduruk pembe diziler yerine böyle sert, karanlık ve ciddi diziler de çekilebildiğini görmek. Bu anlamda Timur Savcı ve ekibinin aldığı riski gerçekten takdir etmek lazım.

Ekran karşısına geçen standart Türk televizyon seyircisinin beklediği şeyler en fazla işte bir önceki cümlede sıraladığım yapıdaki “kolay” ve “klişe” şeylerken, bizlere dün akşam ekranda olan biteni bir ara neredeyse göremeyeceğimizi sandığımız derecede kontrastı kısılıp karalara boğulmuş sertlikte bir dizi bölümü seyrettirmeyi başardıkları için. Üstelik de iki haftadır reytinglerde tökezleyen bir dizinin ekibi olarak. Bu hafta AB grubunda birinci olmalarına rağmen Total’de yine 9. olmuş olsalar da bir yandan bu kararlılığı takdir etmek lazım. Reyting sıralamalarında beklenenden geri kalsalar da belki de böyle “kararlı” diziler değiştirecek Türk ekranlarındaki bir takım yıkılamayan ve bitemeyen saçma sapan klişeleri ve kalitesizlikleri.


Yeniçeri Ocağı'nın barakaları pek güzel ama birkaç otantik aksesuarla daha şık hale getirmeliyiz Zülfikar Ağa.

Ama madalyonun bir de öteki yüzü var. İyi yazdık hoş yazdık da, Görüntü Yönetmenliği ne kadar dünya standartlarında ve üst düzey olsa da, aslında 4. bölüm aynı zamanda şimdiye kadar yayınlananlar içindeki en “kötü” Muhteşem Yüzyıl Kösem bölümüydü. Tam iki koca saati başında harcadığımız bu bölümde senaryo olarak dişe dokunur ne vardı diye soracak olursanız, cevabımız koca bir “hiç”. Gerçekten de kritik önemde ve bölümü sürükleyip götürecek hiç ama hiçbir şey yoktu dün akşam ekranda.

Seri filmlerde, hikayeyi nihayete erdirecek olan son filmlerden önce çekilip, kendisinden önceki filmle son film arasında köprü olma işlevi görmek dışında hiçbir işlevi olmayan, ne başı ne sonu adam gibi olan, ne adam gibi bir hikayesi ne de adam gibi bir atraksiyonu olmayan, bir yere bağlanmayan, iki saat boyunca lafı ağzında geveleyip duran ama aslında anlattığı da iki cılız laftan öteye gitmeyen geçiş filmleri gibiydi resmen 4. bölüm. Bir sürü vıcık vıcık gereksiz harem entrikasına ve kadın kavgasına maruz bırakıldığımız tamamen harem odaklı bölümden geriye kala kala tek bir şey kaldı elde : “Celaliler geliyor. Hem de öyle bir geliyorlar ki, canını seven kaçsın…”


Asuhahsahuashaha...Bütün işi biz yapacağız, tahta bu Kırım'lı çıkacakmııııııış.

Budur işte 4. bölümün seyirciye anlattığı. Öldüresiye yavaş ve temposuz bir bölümdü. Ortada olmayan ya da olamayan olaylar bir de ara vermeksizin katran karasına bulanarak sunulunca dizi bir ara resmen insanı televizyon karşısında uyuklatacak noktaya geldi. Yani onca harika görüntü yönetmenliği, Celaliler hikayesi haricinde alt tarafı herhangi bir Brezilya dizisinin alelade bir bölümünün senaryosuna sahip bir bölüm içindi. Halbuki geçtiğimiz hafta yayınlanan 3. bölüm ne kadar tempolu, ne kadar seyir zevki yüksek bir bölümdü. Tıpkı ilk bölüm gibi. Ancak 4. bölüm onların yerine sezonun bir diğer olmamış bölümü olan 2. bölümün izinden gitmeyi tercih etti, hem de ondan daha bile vasat olmayı başararak.

4. bölümü izledikten sonra öyle anlaşıldı ki, Kösem’in ilk diziden farklı olan çoklu senaryo yapısını ve kurgusunu oturtmaya çalışma evresi daha hâlâ bitmemiş durumda ve yeni dizi daha hâlâ yapılandırılmaya çalışılıyor. Karakterler hâlâ tam olarak açılamadılar ve özellikle yan karakterlerin hikayeleri kendilerinden beklenen performansı henüz veremiyor, bu da bu haftaki 4. bölüm gibi olaysız bölümlerin bari hiç olmazsa bu tür yan hikayelerle lezzetlenip durumu kurtarması gerekirken buna engel olup, iyiden iyiye yavaşlayıp sünmelerine sebep oluyor.

Kurgu hâlâ oturuşma aşamasında. Sahneler arasında bazen öyle ilginç anlarda geçişler oluyor ki, ilk Muhteşem Yüzyıl gibi değil de daha çok bir Amerikan dizisinin kurgusu gibi görünüyor. 5 farklı koldan ilerleyen hikaye dinamik olsun ve bölümler yavaşlamasın diye yapılıyor bu kesmeler ama yan karakterlerin hikayeleri henüz açılıp oturuşamadığı için zaman zaman negatif anlamda tuhaf etkileri olabiliyor böyle bir kurgunun. İlk bölümle ilgili yazdığım yazıda 5 farklı koldan ilerleyecek bu yeni senaryo yapısının ilk bölümde çok iyi işlediğini belirtmiş ama ilerleyen zamanlarda bu yapının dizinin hayrına mı yoksa zararına mı olacağını göreceğiz demiştim. Şimdilik biraz hayrına, biraz zararına demek zorundayım. Bu yeni Muhteşem Yüzyıl yapısı hem senaryosuyla hem kurgu tercihleriyle daha tam oturmadı. 3. bölüm gibi daha saray ve tek mekan odaklı bir bölüm çok daha akıcı olabilirken, birden fazla yere odaklanan ve haliyle daha akıcı olması beklenen bölümler şaşırtıcı bir şekilde dağınık ve kopuk kopuk olabiliyor, tempoyu artıracakları yerde hepten düşürebiliyorlar. Oysa ki mantık olarak her iki durumda da tam tersinin olması gerek.


İyice sirke döndü bu saray. Gölge Hatun'u Hint'li, Hacı Ağa'sı Arap, bunlar da karnaval soytarısı gibi giyiniyor. Bırakın beni soytarılaaaarrr...

Üstelik dizi hâlâ kadın seyirciyle erkek seyirciye hangi oranda hitap etmesi gerektiği konusunda bir kararsızlık yaşıyor. Yeniçeriler’in ve Sipahiler’in ayaklandığı 3. bölüm gibi bir bölüm tamamen ciddi ve siyasi entrikalara ayrılıp “hah, galiba bu sefer oluyor” dedirtirken dün akşam yayınlanan 4.bölüm gibi bir bölüm tamamen harem entrikalarına ve kadın kavgalarına adanıp iki saat boyunca erkek seyirciye sırtını büsbütün dönebiliyor. Daha hâlâ her bölümde bu iki farklı seyirci kitlesinin beklentilerini bir potada eritip herkesi aynı anda avucunda tutacak yapıda bölümler oturtulamadı. Artık en kısa zamanda bunun standardını belirlemek lazım zira dizi tamamen bu iki ayağın üstünde yükseliyor. Binanın ana zeminleri bunlar. Buna rağmen şimdilik çimentosu suyunu tamamen çekmiş de kale duvarı gibi sağlam olmuş bir bina gibi görünmüyor maalesef dizi. Belki de beklenen atılımı yapmaları için bir 5. ya da 6. bölüme ihtiyaç var. Belki de hâlâ fırtınadan önceki sessizlikler bunlar.


Bir hafta Game of Thrones, bir hafta Rosalinda...Her kesime hitap etmeyi biliriz Allah'ımıza bin şükür.

Son bir noktaya değinerek bitirmek istiyorum : İlk Muhteşem Yüzyıl, “The Tudors’un Türk çakması” diye eleştirilmişti bol bol. Şüphesiz öykündüğü diziler The Tudors, Rome gibi dünyaca ünlü benzer tarihi dönem dizileriydi ve bir şekilde görseli olsun, senaryosal göndermeleri olsun onların ve çok daha fazlasının etkileri görüldü ilk dizide. Hatta şehzade ve taht kavgalarının ana konu olduğu bol siyasi entrikalı 4. sezonu “Game of Thrones”a benzetildi sık sık. Yine de hepsinden bir etkileşimi olup bu etkileşimlerin sonucunda kendi tavrını ve tarzını yaratabilen özgünlükte bir yapım oldu. Oldu ki dünyada onca ülkeye pazarlanıp yüz milyonlarca insan tarafından büyük beğeniyle takip edilebildi. O saydığımız dizilere benzer ama kendi özgünlüğünü oluşturabilmiş bir diziydi.

Muhteşem Yüzyıl Kösem
ise esinlenme değil biraz fazlaca “taklit” içeriyor. Her 4 bölümde de başta Game of Thrones olmak üzere, benzer bütün meşhur dizilerden neredeyse birebir alınıp çekilmiş sahneler var. Game of Thrones’u izleyen seyirciler bunların hangi sahneler olduğunu çok iyi biliyorlar. Örneğin bir tanesi de dün akşamki bölümde Celali isyancıları hakkındaki gerçekleri söyleyen ama kendisine inanılmayarak izleyenlerin önünde kellesi alınan Yeniçeri ağası sahnesiydi. Yine 4. bölüm itibarıyla üstüne Matrix’in Neo’su Keanu Reeves’in simsiyah keşiş kostümünün aynısını giyen bir Sultan Ahmet’imiz bile oldu. 


Açılın kızlar...Kahin'i görmem lazım.

Esinlenmek başka, birebir taklit etmek başka. Muhteşem Yüzyıl dünya pazarında çok daha fazla ülkeye satılıp iyiden iyiye ciddiye alınan uluslararası bir dizi projesi olmak için türünde dünyaca ünlü dizilerin ünlü sahnelerini ya da karakterlerini birebir alıp kullanmaya ihtiyaç duymaması gereken bir dizi. Adamların zaten en iyisini yaptığı şeyleri alıp tekrar çekip onlara geri satmak “taklitçiler, aynısını çekip koymuşlar” dedirtmekten başka kime ne kazandıracak ki?? Yani Muhteşem Yüzyıl’ın saygınlığını düşürmekten başka?? Her bölümde bir Game of Thrones sahnesi, bir Game of Thrones repliği kullanmak bir zorunluluk mu Kösem’de? Ekin Koç’a Neo kıyafetleri giydirmek, Amerikan-vari diyaloglar yazıp, Amerikan-vari kurgular yapmaya çalışmak vs… “Taklitçi” olarak anılmanın, dalga konusu yapılmanın neresi güzel?

Ak Gezenler geliyor...Şey yani, Celaliler geliyor demek istedim.

Bu Game of Thrones “esinlenmelerinin (!!!)” artık bir sonu gelmeli. Zaten henüz oturuşamamış kurgu, birbirini tamamlayamayan, farklı tellerden çalan eski ve yeni müzikler, Amerikan-vari diyalog yazma çabaları vs. arasında oradan oraya savrulup duruyoruz, bir de bunca masraf edilip özenilmiş “bizden” bir diziye, benzer tarzdaki dünyaca ünlü yapımların sahnelerini ve karakterlerini aynen “kopyalayıp koyarak” hem yerli hem yabancı seyircilerin gözünde o masrafı ve emeği “ne kıymeti var böyle yaptıktan sonra” dedirtme noktasına getirmeye gerek olmadığını düşünüyorum. Tıpkı ilk dizinin 4. bölümünde Mahidevran'dan dayak yiyip suratı darmadağın olan Hürrem'in muadilinin, 4. bölümde suratı makaslanıp darmadığın edilen Mahpeyker olmaması gerektiği gibi. Bu anlamda Kösem’in, ilk dizinin orijinalliğini yakalaması kendi adına yapabileceği en hayırlı şeylerden biri.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER