"Çocukça ve seni üzen girişimlerim oldu, bağışla bir daha tekrarlanmaz hiçbiri..."
Kiralık Aşk’ta geçtiğimiz 22 bölüm boyunca (previously on Kiralık Aşk :P) Necmi’sinden tutun Nihan’ına,
hatta Endam ve Türkan Hanım’ına kadar evrilen her karakter arasında değişmeyen
bir Ömer, bir de Koray vardı. Koray aynı çizgisinde yavaşlamaksızın son sürat
ilerlemekte görüldüğü üzere ancak, Ömer biz fark edemeden aslında ne kadar da
çok değişmiş.
Bu değişimini çok iyi kamufle
etmekle birlikte, gözlerimizin önünde eski derisinden sıyrılmış da ruhumuz
duymamış. Belki de son zamanlarda o kadar çok Defne’ye ve onun 10 kusurlu
hareketinden dokuzuna odaklanmıştık ki aşık olmanın Ömer’e -içimizi eriten
bakışlar ve romantizmden kıvranmamızı sağlayan hal ve hareketleri bünyesine
kazandırmaktan daha başka- neler yaptığının farkına varamadık.
Sahi, "gerçekten
aşık olmak" neler yaptı sana Ömer?
“Ah şu yalnızlık kemik gibi, ne yana dönsen batar.” demiş, Cahit
Zarifoğlu. Şimdiye kadar Ömer’in kemik gibi batmak şöyle dursun, sırtına
gelişigüzel atılıverilmiş gibi ne eğreti ne de tamamiyle oraya aitmiş gibi
duran yalnızlığı, ne oldu da birden “yollarına pusular kurup beklemeye”
başladı? Elinin tersiyle savuşturduğunu sandığı “acıları” ne zamandır dışarıda
zayıf bir anını yakalayıp Ömer’i kanatabilmek için “nöbette”? Aslında bu, cevabını çok net verebileceğimiz bir soru: Defne'ye tutulduğundan beri tabii!
Bizim eve de gel iki fırça vur, Ömer Usta!
“Sen Bayan Nihayet, sen ölümüm
kalımım
Ben artık adam olmam bu derde düşeli.”*
Ah Sevgili İplikçi, işte böyle
yapar “gerçek” aşk adamı. İnsanın
omurgasını un ufak eder. Mutfak duvarın bile karalar bağlamışken, sen eski
sen olabilir misin bundan gayrı?
Kabul et, ne İz ne de bir başkası
hiçbiri sana şu an hissettiklerini hissettiremedi, bundan sonra gelecek kimse
de hissettiremeyecek biliyorsun. Kendi ağzınla söyledin, başkası yapsa müsamaha
gösteremeyeceğin bir şey yaptı Defne ama İz’e yaptığın gibi “Bana yalan söyledi.”
diye silkinip üstünden atamıyorsun. Kendini toparlamak, bu olayı içinde nereye
koyacağını etraflıca düşünmek, tartmak istiyorsun. Belki de kangren olmaya yüz
tutmuş bu ilişkiyi hemen kesip kurtulmaktan ziyade içten içe bir tedavisi olsa da
iyileştirsem keşke diye cayır cayır yanıyorsun. İçine köklerini sıkı sıkıya
sarmış Ömer’in Defne’sini istesen de söküp atamıyorsun işte. Değişiyorsun Ömer.
Değişiyorsun…
“Belki de havalandı çoktan.”
dediğin sevgili yalancı kuşun Defne’nin, senin omzunda hiç uçmamaya razı olarak
ömrünün sonuna dek yaşamayı istediğini bilsen yine de böyle söyleyebilir miydin
acaba? Defne’ye kabahati yok demiyorum. Sebeplerini bilmeden bakınca affedilmesi
güç bir şeydi yaptığı. Hoş, sebeplerini bilince de çok da kabullenilebilecek
bir şey değildi ama Defo işte sonuçta. Bizim Defomuz, senin Defon…
Gerçi bu detaya sen çok da
takılmamış göründün gözüme. Eğer “Gidip kendi tasarımını rakip şirkete satmış.
Tamam, olabilir yani buraya kadar neyse diyelim de..” dememiş olsaydın seni
böyle mühim bir şeyi es geçerken gözümde canlandıramazdım. Amma ve lakin
Defne'nin sende değiştirdiği şeylerden biri de bu değil mi zaten? Yaşadığın,
seni şüpheden kıvrım kıvrım kıvrandıran her şeyi pas geçiveriyorsun, ya da
geçmiş gibi yapıyorsun. Zira her fırsatta Defne’nin önüne ısıtıp getirdiğin zam
mevzusu buna en iyi örnek. Cevapları merak ediyorsun ama duymaktan da bir o
kadar korkuyorsun. Kırılmaktan mı çekiniyorsun, kaybetmekten mi yoksa güvenle
arkasına saklandığın sınırlarını ortadan kaldırmaktan mı?
Konuşurken takındığın her zamanki
o kendinden emin ifaden, Defne’ye sorular sormaya gelince tekinsiz çıkmaz bir sokağa
düşmüş yavru kedi gibi zayıf zayıf miyavlamaktan öteye geçemiyor maalesef.
Belki de sizi bu kadar çıkmaza sokan tek şey yüksek sesle konuşamadığınız
sorunlarınızdır.
Ne yazık ki hayat kaçtığımız her
şeyi bir gün ete kemiğe bürünmüş halde karşımıza dikince, alternatif bir yol
aramak da en az sorunların üstünü örtmek kadar boşuna ve yersizdir. Kader
dediğimiz şey onu yaşamamızı bekliyordur çünkü. Bizi nasıl yaralayacağı ya da
nasıl değiştireceği umurunda değildir. Aşmak ya da o duvarlarla yaşamaya
alışmak sizin inisiyatifinize kalmış bir meseledir.
Yasemin’in duvarı sorunlardan
örülmüş vaziyette olmasa da hayat onun da karşısına entrikadan bir duvar ördü.
Kendisi bilfiil kötülükten azat edildi ancak İsmail’den başka kimse bunun
farkına varamadı ne yazık ki. Bundandır ki, Sinan’a ani patlayışını
yadırgayamıyorum. İnsanların kafalarında sizi oturttuğu yerden kaldırmaları her
zaman çok zordur. Zaman ister, emek ister belki biraz da sabır talep eder.
Passionis’i hemen gözünde silip atmaktan ziyade her şeyi oluruna bırakıp “Yasemin de ne iyi kadın!” deneceği ana kadar
sabretseydi daha şık bir hareket olabilirdi. Yine de görünen o ki böyle bir
kopmaya ihtiyacımız varmış. Tırnaklarıyla tutunduğu Passionis’i bir kalemde
silip atıyor olmak eminim ki Yasemin için de çok zor verilmiş bir karardır.
Üzerinde çok fazla düşünmeye fırsatı olmadı, aniden ağzından çıkıverdi ama
pişmanlık duyacağını da sanmıyorum.
Tabii bütün bu öfke selinin
içinde Sude’nin olayı kaynayıp gitmeseydi harika olacaktı. Zira Sinan’ın Yaprak
Dökümü’nün Oğuz’u gibi her yeşil gördüğüne konması can sıkıcı olmaya başladı
zannımca. Koray zaman zaman çok yerinde tespitler yapıyor farkında olmadan. “Geç
anlıyorsun ya hayatım..” dediği Sinan; Alp söyleyene kadar Defne’yi kalbinden
silip attığının ya da Ömer’in “Defne benden bir şeyler gizliyor” yakarışına
kadar aslında bütün bu çırpınışların iki yüz bin lira için olduğunun farkına
varamaması sahiden de Koray’ı haklı çıkarmıyor mu? Birileri Sinan’ı dürtmeden
mümkünatı yok ayrıntıları fark edemiyor beyimiz.
Bu aşkın katili sensin Sinan!
Yalnız şunu da söylemeliyim ki
uzun zamandır Sinan’ı takdir ettiğim nadir anlardan birine de bu bölümde denk
geldik. Nihayet Necmi Amca ile birlikte Ömer’e gerçekleri anlatmaya karar
verdikleri zaman can-ı gönülden Defne’ye falan sormadan gidip anlatmalarını
istedim, keşke söyleselerdi. Hikayenin büyük bir bölümü zincirlerinden boşanmış,
bayır aşağı boş vitese takmış yol alıyor olacaktı. Olmadı ne yapalım, canımız
sağ olsun.
Gelelim Defne’ye…
Son birkaç bölümdür Defne’ye
empati yapmaktan ciğerim soldu, biliyorsunuz. Ben ben olmaktan çıktım, Defne
Topal oldum adeta. “Nasıl Defne Topal gibi saftrik ve belatoner olunur?” adlı
bir kitap bile yazmaya başladım. Şaka bir yana Defne’yi sanki içimden söküp
çıkarmışlar, ekrana koymuşlar gibi hissediyorum çoğu zaman. Doğru kararlar
verememe gibi bir takım problemleri olmakla beraber ne de olsa o bizim Defne’miz
işte. Nasıl anlatalım, nasıl açıklasın o kendini bize? Ömer ne güzel anlatmıştı
aslında ve bir o kadar da anlatamamıştı. Defne’ydi o işte, Ömer’in Defne’siydi…
Defne’nin elinden geleni
yaptığını ama yine de Ömer’e yetmediğini düşünmesi de Defne’yi “Defne işte…”
yapan, kızımızın dokuz kusurlu hareketinden biri mesela. Bu vakitten sonra Ömer’e
yetmeyen bunlar, bu kadar küçük şeyler değil ki. Sonuçta artık siz diye bir gerçek var, sevgili Defne. Adamcağız
seni tanımak, anlamak istiyor. Ağzından çıkana kadar kendisinin bile bilmediği
şekilde aslında “ güvenmek” istiyor. Arkasını döndüğünde senin yine orada onu
bekliyor olacağını hissetmek istiyor.
Attila İlhan’ın çok sevdiğim bir
şiiri vardır. Hafızamda silinmeye yüz tutmuş, okuyup tekrar hatırlayınca nedense
satır aralarına bir tutam Ömer İplikçi sinmiş gibi geldi.
“Ne kadınlar sevdim zaten
yoktular
Yağmur giyerlerdi sonbaharla bir
Azıcık okşasam sanki çocuktular
Bıraksam korkudan gözleri sislenir…”
Defne’ye hep küçük kız çocuğu
diyorlar ya ne de haklılar aslında. “Değer”lerini “diğer”lerinden ayıramadığı
için; “meğer”lerini bir cebine, “keşke”lerini de diğer cebine koymuş daha küçük
bir kız çocuğu Defne. Çocukça ve Ömer’i bir hayli üzen girişimlerinden sonra bize
de sabırla büyüyeceği anı beklemek düşüyor.
Yaralı bir çöl ahusuyum şimdilerde...
Belki de çoktan büyüdü. Ömer,
Defne’yi acımasızca suratına çarptığı gerçeklerden sonra kırık dökük ardında bırakıp
giderken farkında olmadan büyüttü onu. Şimdi o yaralı ceylan, yaralarını tek
başına sarıp dimdik ayağa kalkacak çünkü olan yıkılıp yıkılıp yeniden ayağa
kalkmak, öyle değil mi Defne?
Haftaya görüşmek üzere, kendinize
iyi bakın…
*Cemal
Süreya-Biliyorum Sana Giden Yollar Kapalı