Ömer viran yeri,
Ömer paramparça, Ömer yıkık dökük, Ömer kaybetti.
Bütün emeği,
duyguları, sevdiği kadını, düşünceleri, hayalleri, her şeyi, ufacık bir
belleğin içinde sanki Ömer daha önce hiç var olmamışçasına mağlubiyetine bir
davetiye olarak eline verildi. Hançeri sırtından yedi, hem de hiç beklemediği o
isimden.
Sinan, ah Sinan..
Sude’nin zehirli sözleri nasıl da deliğinden çıkardı seni. Belki de hayatın
boyunca hissettiğin hep o geride kalmışlık, ötelenmişlik Sude’nin sözleriyle
beraber sende kırmızı bir ışık yaktı. Ne yazık ki bütün o ezilmiş hislerine ve
harabe olmuş ruhuna rağmen, Necmi veya İz gibi sana kızmamazlık edemiyorum. Çareler
sayende artık çaresiz. Umarım bu hatanla birlikte, neden hep Ömer’in
sezgilerine göre yol aldığınızı anlamışsındır. Çünkü hatırlarsan, kendisi, bu
işte bir bit yeniği olduğunu söylemişti. Haksız mıymış peki? Değilmiş değil mi?
Ah Sinan ah!
İhanet ne iç
gıcıklayıcı, ne pis bir his. İnsanın damarında akan kanı kurutuyor, başını
döndürüp oradan oraya savuruyor. Ömer’in ise ilk çarptığı isim Yasemin oldu. Bunu
nedense çok abes bulmadım. Ömer, fark ettirmese de Yasemin’e karşı kendi içinde
hep temkinliydi. Defne’nin hediyesini onun vermesi, Defne’nin manken olduğunu
bilip de söylememesi, Defne’yi hor görmesi Yasemin’i Ömer’in gözünde hep
eksilerle dolu bir tablo haline getiriyordu (Ne kadar da, yârimin düşmanı,
benim de düşmanımdırcı bir erkek). Ancak Yasemin ve İsmail dışında kimsenin
bilmediği bir şey var ki, aşk onu gerçek bir kadın yaptı. Sevmeyi öğrendi her
şeyden önce. Tepeden tırnağa içindeki aksi kadına karşı kılıç kuşandı. Savaşı
kazanan Yasemin’i ben çok sevdim, ne yalan söyleyeyim. İnsanlara yaklaşmayı
deneyen, o kibirli ifadesinden eser kalmayan, ılımlı bir kadın oldu çıktı.
Koray ile arkadaş oldu, daha ne yapsın?! Koray- Yasemin arkadaşlığı kadar Defne-
Yasemin ilişkisi de benim için çok beklenmedik bir gelişmeydi. Daha önce hiç
aklıma gelmemişti. Oluru olacağını da pek düşünmemiştim ama oldu sanki. Gerçi
Yasemin’de bu iyi haller varken olmayacaktı da ne olacaktı.. Hıh laf.
Defne, Yasemin’in
iteklemesiyle Ömer’e koştu gibi oldu ama içten içe zaten aşkına gitmek için
bahane arıyordu, yalan mı? İyi ki de gitti. İz biraz daha saçmalasaydı, "hadi
kızım hadi sen artık gidiyorsun, ziyaretin kısası makbuldür", diye sahneye
dalıverecektim! Yani utanmasa, Sinan haklı sen suçlusun, senin inadın yüzünden
gitti gizli gizli iş çevirdi ama yine de haydi bir dövmene bakalım, falan
diyecekti Ömer’e.
Ömer ise garibim, gökyüzünde
tufanlar kopar, oradan oraya savrulur, sığınacak bir liman ararken Defne’ye
rast geldi. Defne onun limanı oldu. Karaya ayak basamadı belki ama, demir
atabileceği bir kıyı buldu. O kıyı, ne güzel kıyıdır. Safi altın kum sanki
mübarek, öyle el değmemiş, öyle saf.. Herkesi bir sağanak yağış almış
götürürken, o parçalı bulutlu pozitiften hallice haliyle dimdik durdu. “E
düştüysek de kalkarız canım, daha ölmedik ya!” diyerekten birleştirici güç
olarak arka planda hep Defne vardı.
Sanat dediğimiz,
duygunun maddeye boyun eğdirmesiyle şekillenirmiş. Ömer’in de sancısını çektiği
durum tam olarak buydu. Ruhu karman çormandı. Bir yanda deliler gibi sevip bir
türlü kavuşamadığı kadın, bir yanda onu sırtından bıçaklayan kardeşi, kenara
atılmış gururu, haklı güvensizlikleri, önyargıları, batmakta olan gemisi..
Hissettikleri, tasarımlarını boyunduruk altına alacak kadar keskin çizgilerle birbirinden
ayrılmıyordu yani. Onu bu karmaşanın içinden çekip çıkaranın Defne olması Ömer
için artı bir gelişmeydi. Kimsesizliğini Defne’de söndürdü.
Ömer şimdi yorgun,
üzgün ve yaşlanmış, e o kaşık kaşık götürdüğü fıstık ezmesinden sonra haliyle
biraz da kilo almış, rimeli yok ama benliğinden akıyor işte. Defne’den bir
hareket bekliyor. Defne ona bir adım atsa, Ömer dünyaları koşup gelecek ama
nerde. Engeller, engeller.. Bu engelleri Ömer göremiyor tabi, o nedenle
Defne’nin bu tutarsız tavırları onu darmadağın ediyor. Yine de her şeye rağmen
Defne’ye kapılma isteğinden de geri duramıyor. Onunla yaşama fikri Ömer’i
öylesine mutlu etti ki her hareketinden evlilik teklifi aktı. Defne göremedi
tabi o ayrı.
Bu bölümden sonra
Defne ve Ömer’in evlenmesi gerektiğinde artık herkes hemfikir olmuştur
herhalde. İlham kaynağının Defne oluşu, Ömer için adeta gizli bir mabet gibi
olan çizim odasına Defne’yi de götürüşü, fikirlerine duyduğu ihtiyaç, aslında
ikisinin nasıl da birbirlerini tamamlıyor oluşu, Defne’nin tecrübesiz alelade
hayatı ile Ömer’in ona bu haliyle gönlünde gayet de yüce bir makam bahşedişi
aşk değildir de nedir?
Mevlana’ya
sormuşlar tabii hemen, “Aşk nedir?” diye. Ben ol ki bilesin, demiş. Defne keşke
bir kez olsun Ömer olabilseydi de, kendisine Ömer’in gözlerinden bakabilseydi.
O zaman bütün bu karmaşadan birlikte el ele çıkabilirlerdi belki.
İz’in, Defne ve
Ömer arasındaki ilişkiyi fark etmiyor oluşunu çok tuhaf buluyordum. O
bakışlara, temassız duygu akışının voltajına şahit olan biri kundakta olsa dahi
aradaki çekimi fark ederdi çünkü. Kendimce sebep olarak da İz’in etrafında olup
bitene dikkat etmeyecek kadar uçarı olduğuna karar vermiştim ki yanılmışım.
Defne’yi test etmesi ise çok çirkin bir hareketti. Aralarındaki ilişkinin ne
boyutta olduğunu anlamak için yaptığı sorgu bence İz’e hiç yakışmadı. Ömer’in
neden Defne’yi seçtiğini anladığını söylerken de, olağan bir aşağılama
yaptığını da düşünmüyor değilim. Ömer’i götürme konusundaki ısrarı ise beni
çıldırtıyor. Necmi’yi de buna ikna etti gibi geliyor. Ay şu 30 gününü doldursa
da gitse bir an önce. Kara bulut gibi çökecek çiftimizin üstüne! Gerçi bir ara
da Sinan çökecek sanmıştım ama o dönemim çabuk geçti. Sinan’ı hiçbir zaman
aralarında tam bir engel olarak görmemiştim, daha çok atlanması gereken bir
çukur gibiydi. Yine de Sude tarafından devralınması yakışıklı bir hareket oldu.
Oyunu öğrenen Serdar’ın
tepkisini kestiremediğimi söylemiştim. İsmail ile Nihan’a gayet sakin görünüp,
Defne’ye hesap soracağı vakit azıcık harlandı ateşi, ama yine de her şeyi kırıp
dökmeden önce Defne ile konuşmak için bekleyecek olması Serdar’ın nasıl da
doğru bir insan olduğunun apaçık göstergesi. Söylemeden de edemeyeceğim,
kahvesine bir de kütüphane eklemiş olması gözümden kaçmadı. Olması gerekeni
Serdar vesilesiyle satır aralarında ne de güzel anlatıyorlar.
Dizideki herkes
birbirlerinin yaralarına öyle güzel merhem oluyor ki, şaşırmamak elde değil.
Gel gör ki bir kendilerine deva olamıyorlar. Serdar, İsmail’in gurur perdesi
ardındaki bencilliğini öyle bir sarstı ki, uyuyan bir özveriyi uyandırdı. Şu
zamana kadar Yasemin için hiçbir fedakarlık yapmayan İso’muz sevdiği kadının
kapısında bitiverdi. E bu saatten sonra da o kapıdan adım atan İso, biraz zor
geri döner. Haydi bakalım size mutluluklar!
Passionis bu bölüm
beni duygudan duyguya sürükledi. El birliğiyle batan gemiyi kurtarma çabaları
takdire şayandı. Batan geminin malları bunlar, gel ablam gel deyip bir kazık da
onlar çakmadılar sağ olsunlar Ömer’e. Çakmadılar çakmasına da, Deniz her
zamanki gibi adımlarını atarken çok titiz davrandı ve Ömer’in kurtuluşunu
olabilecek her ihtimale karşı engellemeyi başardı. 7/24 özveriyle çalışan bir
Passionis ekibinin de aynı Ömer gibi emekleri boşa çıktı. Her karanlık gecenin,
aydınlık bir sabahı mutlaka vardır. Üzülmeyin, kurtuluşunuz çok da uzak değil
bence. Vazgeçmek ancak korkakların yapacağı bir eylemdir. Ömer İplikçi vazgeçer
mi sandınız? Yanılacaksınız!
Bütün bir yazı
boyunca fark ettiyseniz, karakterlere can veren oyuncularımıza tek bir söz dahi
etmedim. Çünkü ne söylesem hep eksik kaldı. Analatacak, söyleyecek hiçbir şey
bulamıyorum. Salih Bademci’nin çaresizliği o güzel yansıtışından tutun, Barış
Arduç’un Ömer’in kırıldığı yıkıldığı her noktada sesinin titreyişi, Elçin
Sangu’nun o yıkılmaz duruşu, Sinem Öztürk’ün kendinden geçerek ağlayışına kadar
herkes o kadar muhteşemdi ki, dedim ya ne söylesem üstüne hep bir şeyler daha
koyasım geldi. Hal böyleyken de yapımda ve yayında emeği geçen herkese teşekkür etmekten başka elden ne
gelir ki? Sağ olun, var olun efendim.
Haftaya fırtınalarımızdan
kurtulup limana ayak basmak üzere, kendinize iyi bakın..