Bu satırların yazarını genelde tiyatro yazarken gördünüz – Zahmet edip baktıysanız- :) Bu yazıya size bir itirafta bulunarak başlamak istedim. Ben tiyatro sevmem. Muhtemelen öğrenciliğimdeki düşük bütçeli Şehir Tiyatroları denemelerimden kalan büyük oynamalı, kendini yerden yere atıp feveran etmeli gelenek yüzünden pek haz ettiğim bir şey değildir genelde tiyatro.
Lakin hikayeyi, hikaye anlatmayı, hikaye dinlemeyi severim. Televizyondaki hikayelerin giderek tek tipleşmesinden ötürü, tiyatroda daha çok vakit geçirmeye başladım. Bir ara ağa dizileri vardı, aşiret ağasına satılan reklamcı kızlarla aşiret ağalarının destansı aşkını izliyorduk; sonrasında annesi kanser olan, babası onu ziyarete giderken helikopterde ölen, babaannesi buna üzüntüden kalp krizi geçirip öldüğünden düştüğü yetimhaneden kaçırılıp dilenci yapılan bol ağlatıcı hikayeler izledik.
Bu aralar da zengin, tatlı çocuklarla onların aşık olduğu alıktan az hallice kızları izliyoruz. Ha bir de 459 yıl öncesinden gelen sırların parçaladığı aileler hikayeleri var. Sanırsın tavan arasında kutsal kaseyi buldu herif! İşte bu nedenlerden de bir zamanlar hikaye anlatıcılığı olarak televizyonun gerisine düşen tiyatro yeniden öne çıkmaya, dolu salonlara oynamaya başladı.
Bu bağlamda Mike Bartlett’in “Contractions” isimli oyunundan çevrilen PERSONEL merak ettiğim bir hikayeydi. Craft Tiyatro'nun Çağ Çalışkur rejisiyle sahneye koyduğu, Dolunay Soysert ve Aslı Enver’in oynadığı oyuna geçen sezon benim tiyatro sezonumun -Maalesef, iş güç çok yoğun oluyor Mart ayında- dışında kalması sebebiyle gidememiştim. Bu sezon, çabuk yakalama fırsatım oldu. Benzer süreçleri görmüş, erken elenmiş bir beyaz yakalı adayı olarak merak ettiğim bir hikaye. Çok çok özetlemek gerekirse bir satış departman müdürü -bazı kaynaklarda insan kaynakları uzmanı diyor- ve de satışçısının görüşmeleri -ecnebiler interview diyor- üzerinden, çalıştığımız şirketlerin hayatlarımız üzerinde kurduğu tahakkümü ve de ötesindeki tahakküm kurma hakkını anlatıyor.
Öncelikle, Craft’ta ilk izlediğim oyun. Maalesef Kadıköy sahnesi küçük, basık ve kalabalık. Sahne tasarımı ile birleştiğinde maalesef çok fazla dikkat dağıtıcı figür var. Arka taraf cam; ışıklar yansıyor, oyuncular yansıyor, hatta demir profiller -adı bu mudur çok emin değilim, böyle bir şeylerin tutturulduğu, demir direkler var- bile yansıyor. Üstüne de malumunuz, dev şirketlerde bu tip görüşmeler genelde kayıt altına alınır. O mantığı yansıtabilmek için, 2 sabit kamerayla çekim yapıp 4 tane küçük ekran tv'ye aktarmışlar. Bu bile oyunun gerçekçiliğini bozuyor. Zira, interviewların yapıldığı kameralar da görünmüyor sahnenin küçüklüğünden yer kalmadığı için muhtemelen. O nedenle de izlediğimiz, kayıtlara konulan bir iş görüşmesi kaydı değil, bizzat görüşmenin kendisi. Kamera ortada olmadığı için, ana hikayedeki yabancılaştırma amacına da varılamıyor. Bizler sadece, güvenlik kamerasıymış gibi sahnede izlediğimiz görüntüleri tekrar televizyondan da izliyoruz. E yani, oyunu 32 inç ekrandan izlemek istesem, oturur tv izlerim, değil mi dostlar?
Üstelik oyuncular, sürekli kamera açısı kontrol etmek zorunda kalıyorlar; etmedikleri zaman da neredeyse 15 dakika kadar Dolunay Soysert’in sırtını izledik. Ve amaçtan tamamen uzak. Eğer bu satırları bir tiyatro yetkilisi okuyorsa gönül rahatlığıyla söyleyebilirim: Salonda bir kısım seyirci, kameraların Aslı Enver’in mimiklerini izleyebilelim diye, bir kısmı ise bunun ileride film olarak da verileceğini düşündüğü için kayıt edildiği kanısındaydı. Yani amaçladığınız etkinin çok uzağında bir yerde kaldınız. Örneğin Fransızlar, aynı oyunu sahneye koyarken bu interview konusunu tamamen bir kenara bırakmışlar, ve çok daha iyi duruyor.
Mesaj çok dikkat çekici, günümüzün en büyük problemlerinden birine, şirket düzeneğinin bir süre sonra, ruhunuzu emen yerler haline gelmesine değiniyor. Lakin bunu anlatmak için ortaya döktüğü dünya oldukça ajitatif, hatta yer yer çiğ. Bir kadının kadınlık durumlarına -erkeklerle ilişkiler, seks, hamilelik- şirketin vereceği tepkiler ve de bir süre sonra çalışanın sadece işini korumak karşılığında teslim alınması, bütün hayatının şirketin büyük süpürgesine emilmesi üzerinden ilerliyor hikaye. Lakin bir süre sonra iş öyle bir hale geliyor ki, kadının ölmüş bebeğinin şirkete getirip dosya dolabında bir evrak haline dönüşmesini izliyoruz. Ve satışçı kız işini korumak için ses etmiyor. Ama bir sahne sonrasında "İstifa ediyorum ben." diye kapıdan girdiğinde de "Sen istifa edemezsin, dava ederiz." diyorlar. Kız “ Hee, taam o zaman, pardon kib" deyip işine devam ediyor. E, yok artık!
İş bir süre sonra inandırıcılıktan uzak, kaba bir hal alıyor bu nedenle ve verebileceği mesajları bile vermekte zorlanıyor. Ki, okuduğum bir röportajda Aslı Enver de zaman zaman hikayede inandırıcılık sorunları yaşadığından bahsetmiş. Normaldir. Ofise getirdiğiniz tabuta bakarak feryat figan ağlamak zor olsa gerek. Uluslararası kaynaklar eseri Ionesco ardılı olarak tanımlamışlar, açıkçası çok bir bağlantı kuramadım, Ionesco’yu az çok okumuş bir adam olarak, kaldı ki Ionesco’nun yarattığı dünyalar çok daha inceliklidir. Bu metin ise, kısmen Samuel Beckett tarzı bir yabanilik içeriyor, ama çok daha az lezzetli. Açıkçası maalesef damak tadıma uygun bir iş değil.

Şimdi ben buraya niçin çıktım? Nası çıktım? Bunu izaha gerek yok.
Oyunculuklar konusunda açıkçası kararsızım. Zira, eser birçok
noktasında gerçek-dışı noktaya kaydığından gerçekçi tepkiler vermek
zorlaşıyor. Bir gülüşüne yekpare acem mülkünü feda edebileceğim -Evet, acem mülkü bizzat babamın malıdır-
Aslı Enver başta olmak üzere iki oyuncu da işlerine asılmışlar, ama
metni okurken en az benim kadar kafalarının karışık olduğu izlenimini
aldım. Aslı Enver yırtınıyor, ağlıyor, kendini parçalıyor çocuğunu
kaybetmiş bir anne olarak. Ama, ofis masasının üzerinde tabutu görünce
bir türlü o performansa inanamıyoruz. Ortada, çocuğunu kaybetmiş bir
anne değil gördüğümüz, sadece koşup sarılıp "Tamam geçti, ağlama, şaka
tatlım o, şirket dediğin şey çocuğunun ölüsünü istemez, oyun bu." diye
avutmak istediğiniz bir Aslı Enver. O nedenle kendisinin hayranı olmama
rağmen, açıkça söyleyebilirim ki Emma değil Aslı Enver izledim.
Dolunay
Soysert’in durumu biraz daha değişik. Çeviriye mi kurban gitmiş desem,
ne desem bilemedim. Oyunu analiz ederken çok kararsız kalmış. Kadın
müdür olarak bir karakteri olması gerek. Bunu iki şekilde yapması
muhtemel, biri konservatif, cinsiyetini unutmuş bir şirket bekçisi
-mesela Fransızlar tipi bu şekilde çizmişler, kılığından kıyafetine- ya
da İngilizlerin oynadığı şekliyle, besin zincirinin üst taraflarına
kazıyarak tırmanmış bir dominant müdür. Dolunay Soysert oyun ile ilgili
verdiği röportajında metni cinsiyetçi olarak okumadıklarını söylemiş. O
zaman, Fransız usulü bir konservatif, renksiz, kokusuz şirket elemanı
olarak değerlendirmiş olmaları gerek. Ki metin de bu tip bir oynamaya
çok müsait. Hatta açıkçası dominant patrondansa bu tip bir yoruma daha
açık çeviri.
Ama muhtemelen ilgi çekici olsun diye, rolü “dominant kadın” üzerinden kurgulamışlar. Buradaki
sıkıntı şu: Hikaye boyunca adını öğrenemediğimiz, akmayan, kokmayan,
kendine ait herhangi bir fikri olmayan bir insanın bu dominantlığı
izleyiciye geçmiyor. Bir de üstüne, muhtemelen Dolunay Soysert karakteri
çıkartırken çevresindeki Türk beyaz yakalılardan da yardım almış, o
nedenle de vücut dili itibariyle çok yerli duruyor. Hatta şöyle
anlatayım, iş aradığım dönemlerde aynısından onlarca gördüm, fazla
gerçek metnin zorladığı bazı abuklukları saymazsak. Lakin, kadın yerli
ama metin değil. Biraz Dolunay Soysert’e uyarlasalar metni, oradan çok
daha sıcak, tatlı bir karakter çıkabilirmiş.
Açıkçası Personel bazı iyi fikirler ve çabalanmış oyunculuklar barındırmasına rağmen, benim damak tadım bir iş değil. Fazla kısıtlı, fazla yabani, fazla soğuk. İyi bir bifteği pişmiş -az -orta- çok farketmez- pişmiş yemek yerine çiğ çiğ dişlemeye benziyor. Belki hikayeyi birebir çevirmektense Türk işi bir plaza ortamına uyarlamayı deneseler bir iki ufak dokunuşla , çok daha iyi sonuç alabilirlerdi.
Ankara’yla ilgili: Ölenler kimimizin kardeşi, oğlu, kızıydı . Kimimizin henüz görmediği iş arkadaşı, sevgilisi veya en yakın dostu olacaktı. Bazılarımızın geçmişi, bazılarımızın geleceğiydiler. Geçmişinizin çalınmasına izin vermeyin. Geleceğinizin çalınmasına izin vermeyin. Her ne yaparsanız yapın hatırlayın onları, sadece yeni acılar yaşandığında değil. Unutmayın bunları hiç olmamışlar gibi, o insanlar hiç ölmemişler gibi… Geçmişinize sahip çıkın. Geleceğinize Sahip çıkın.