Oyunun
kendi ismi o kadar güzel ki benim yazı başlığı için onun yanına yeni bir kelime
ekleyesim gelmedi. İsterim ki kendi güzelliğiyle öylece dursun.
Oyunu
bu yazıya başlamamdan birkaç saat önce DasDas’ta izledim. Aynı zamanda daha
önce pandemiye özel online gösterimlerini izleyip çok sevdiğim DasDas’ta yüz yüze
izlediğim ilk oyun oldu. Böyle de bir özelliği var benim için. Oyunun kendisine
dönersek eğer, beni görür görmez gitme kararı aldıran şey oyuncu kadrosuydu.
Tüm kadro şahane ama özellikle Derya Alabora benim Şaşıfelek Çıkmazı’ndan beri
hayranı olduğum, canlı performansını izlemeyi de çok istediğim bir isimdi. Keza
Can Başak da öyle. İkisini birlikte görünce dedim tamam, benim bunu kaçırmamam
lazım :) İkinci ilgimi çeken nokta da yazının başında dediğim üzere “oyunun ismi”
oldu. O kadar nahif o kadar sıcak bir isim ki çok hoşuma gitti. Oyunu
izledikten sonra sadece fonetik olarak değil mana olarak da çok yakıştığını
gördüm.
Oyun
gerçekten de “boşlukta” olan altı karakterin hikâyesini işliyor. Otizmli
çocuğuna tek başına bakmak zorunda kalmış bir konsomatris. Mesleğini
gülümsemelere duyduğu hayranlıktan ötürü seçmiş bir diş hekimi. Terk edilmeyi
kaldıramamış işsiz bir kadın. Muhtemelen annesiyle yaşadığı sorunlardan ötürü
aşkla arası barışmayan bir fizik profesörü. Gizemli ve tuhaf giyimli biri. Ve
“u” harfini kaybeden barmenimiz. Farklı görünen ama esasında benzer hayatlara
sahip bu karakterler, hayatlarının bir noktasında tıkanmış ve orada
kalakalmışlar. Oyun esnasında birkaç kere “Bir insan neden bir bara gelir?”
sorusu tekrarlanıyor ve tahminimce burada verdikleri cevap “Hayatıyla ne
yapacağını bilemediğinde gelir.” oluyor. Altı karakterin ortak noktası o ya da
bu nedenle insan ilişkilerinde başarısızlığa uğramış olmaları. Barmenin ve
gizemli karakterin geçmiş hikâyelerini o kadar öğrenemiyoruz ama diğer dört
karakterden biri en baştan hiç öyle bir ilişki kuramamış, diğer üçü ise
kurdukları ilişkilerde başarısız olup nihayetinde yalnız kalmışlar. Ellerindeki
bu yalnızlıkla ne yapacaklarını bilememiş, kendi içlerindeki dengelerini
yeniden kuramayıp “boşlukta” kalakalmışlar. Hiçbir hayata ait olmadan
kendilerini attıkları bir barın kanatları altında mevcut durumlarını unutana
kadar içme niyetindeler. Bir nevi “saklanacaklar.” Günün yeniden doğacağına
aldırmaksızın… Hikâyeyi kendi içinde basit olarak bu şekilde özetleyebilirim.
Eğer
sarhoş muhabbetinden pek hazzetmeyen birisiyseniz oyunun bir kısmını izlerken
bendeniz gibi gözleriniz seğirebilir. ^^ O karmakarışık, lafın başının ortasının
birbirine girdiği ve konuşanın bile aslında ne anlattığının çok farkında
olmadığı türden konuşmalar gerçekten zorlayıcı olabiliyor. Ama nihayetinde bu
konsept, oyunun “boşluk” temasına oldukça uyuyor. Sarhoş muhabbetlerinde taşlar
bir türlü yerine oturmaz, her daim belirsiz bir atmosfer yani “boşlukta olma
hâli” hissedilir. Kişinin hem kendisi hem de kelimeleri sallanır durur, bir
türlü dengeyi sağlayamaz. Ayrıyeten koskocaman meselelerin sıradan konularmış
gibi konuşulabilmesine alan açan bir serbestlik özelliği de olan bu konuşma
türü hem metafor kullanımına hem doğrudan yapılacak eleştirilere çok müsait. Bu
bakımdan bu tarz bir oyun için neden böyle bir tercih yapıldığını anlıyorum. Ama
bir buçuk boyunca böyle dağınık bir anlatıyı takip etme çabası gerçekten
zorlayıcıydı. Özellikle de hep bir ağızdan konuşulduğu kısımlar ve
karakterlerin birden yükselerek bağrışmaya başladığı kısımlar, oyun süresince o
geceye özel bir olayın olmaması, altı kişinin sadece ve sadece konuşmalar
üzerinden ilerlemesi bana sürükleyicilik açısından zorlayıcı geldi. Bilmiyorum
böylesini özellikle tercih eden bir izleyici kesimi var mıdır? Varsa çok uygun,
ha varsa bile siz öyle değilseniz bir tık zorlanmayı göze alarak gideceksiniz.
Konuşmalar
üzerinden akan oyunda takip etmekte zorlanmaya başladığım zaman beni
canlandıran Müslüm Tamer’in oynadığı barmen karakteri oldu. Uzun bir müddet
neredeyse hiç faaliyet göstermeyen, pasif kalan karakter sonra birden
yükseliyor. Hem oyuncunun başarılı performansı hem de olmuş bitmişler arasında
kaybolan seyirciye nihayet “tam da o ân olan” bir şeylerin sunulması kapanışta
bizi gerçekten derleyip topluyor. Hicvi doğrudan değil metaforla veriyor olması
da onu güçlendiren bir diğer sebep elbette.
Teknik
detaylara gelirsek eğer, bir kere oyunun yapım tasarımı kesinlikle başarılı.
Havada asılı duran bir masa ve harekete alan açan az sayıda dekor kullanımı
“boşluk” temasını destekliyor. Kostümler de karakterler için uygun. Özellikle oyun
müziği daha yerinize oturduğunuz ân sizi moda sokuyor. Sözleri de ezgisi de öyle
güzel ki. Tiyatrolarda en çok müzikleri ardımda bırakmak içime oturuyor. Sevgili
Cüneyt Büyükyaka’nın elinden çıkma bu müziğin de tekrar tekrar dinleyip huzur
bulabileceğiniz tarzda “iyi gelen” bir yanı var ve tıpkı Taxim oyunundaki “Kurtar”
şarkısının Hayko Cepkin yorumu gibi onu da salondan çıkarken ardımda bırakmak
canımı yaktı. ^^ Bir yanım oyun müziklerinin de aynı tiyatronun kendi doğası
gibi o âna o sahneye özel olmasını desteklerken daha başka bir yanım tıpkı dizi
film müzikleri gibi onların da medya platformlarında yerini almasını çok istiyor.
İkinci yanımın ağır bastığını söylememe gerek yok. :)
Son
olarak, oyundan bana kalan en güçlü cümle üzerinde biraz dolanıp yazıyı öyle
kapayalım isterim.
“Yapmadıkların seni tanımlar.”
Kim
olduğumuzdan asla tam olarak emin olamıyoruz. Yahut neyi neden yaptığımızdan… Bize
iyi gelmediğini anladığımız hâlde neden hâlâ o yerde kalmaya devam ettiğimizi,
neden binbir olasılık varken “o”nu seçtiğimizi bilemiyoruz. Çok zor sorular
bunlar. Ama neden başka bir yerde kalmak istemediğimizi ya da bir başkasını
neden seçmediğimizi düşündüğümüzde cevaplar hep daha kolay geliyor. İşte oyunda
geçen ilgili konuşma da bu noktada anlam kazanıyor. Olmadığın yerdeki kişi
değilsin. Onunla kalmayı seçmediğinin yanındaki kişi değilsin. Her neyi
yapmıyorsan “onu yapan kişi” değilsin. Başka birisin işte. Bu başkalıkta
kendini arayıp bulacaksın.
Kişisel
hayatımda, genellikle büyük kararları vermekte zorlandığım zamanlarda, neyi
istediğim sorusunu bir kenara bırakıp neyi istemediğimi düşünürüm. “Neyi asla
istemiyorsun, neye dayanamazsın?” Kendi içimde bunu sorgularım. Ve gerçekten
bana çok yardımı olur. Önümü göremediğim ve paniklediğim ânlarda manzaramdaki sisi
dağıtır, yolumu bulurum. Bu düşünce stilinin tek bir konuda ne yapacağına karar
vermenin de ötesinde direkt “kim olduğuna” yönelik işlenmesi bu yüzden benim
epey ilgimi çekti. Hikâyeyi de bir bar masasının etrafındaki altı kişinin “yapamadıkları”
üzerinden kim olduklarını anlama gayreti olarak okuduğum zaman bu bakımdan bana
yeterince doyurucu geldi.
Uzunun
kısası, hem böyle şahane bir kadroyu dünya gözüyle izleyebilmiş olmanın gururu hem
de salondan zihnimde dolaşan sorularla ayrılmanın tatmin edici hissi ile seneyi
bu oyunla açmış olmaktan mutluyum. Şu ân farklı salonlarda gösterimleri devam
ediyor. İzleyen, izleyecek olan buyursun mesaj kutum açık. Güzellikler hakkında
konuşalım, derinlere dalalım efendim.
“Ya
bırak ya sürüklen.” diyor eski bir Zen atasözü. Bazen akışta sürüklenmeyi
seçmek, bazen bırakıp güvenli bir yerde beklemek, bazen ise boşlukta öylece
kalıp süzülmeyi seçmek… O ân her neye ihtiyacımız varsa… Hepsi insanca. Hepsinde
güzeliz. Doğru yanlış telaşından sıyrılarak gönlümüzce yaşayıp gidebilmemizi
dilerim.
Sevgiyle.
Elif.