Transit: "Giden mi önce unutur, kalan mı?"

Transit:
Cehennem ne gitmek ne kalmak… Öylece durmak. Hiçbir yere kıpırdayamadan, hiçbir yere ait olamadan, bir “hiç kimse” şeklinde kimliksiz öylece beklemek. Kararlar almak, bir şeylerden vazgeçmek, bir şeylerin peşinden delicesine koşmak, sonra varamamak, sonra üzülmek, sonra üzülmenin de bir anlamının kalmaması, öylece beklemek.

MUBİ’den kalkmak üzere olan filmlerden ilgimi çekenleri, izlemek istediklerimi işaretlemiştim. “Transit” de onlardan biriydi. Geçen gece oturdum, onu izledim. Bu cümleleri cehennemin en sade, en abartısız, en “var olduğu” hâliyle anlatıldığı bu filmden sonra yazmak istedim. Sanki kafanızı çevirseniz o restoranın camının ardında göreceğiniz kadar “bizden” bir cehennem anlatısıydı. Hikâyesi ilgi çekici, karakterleri tam da “anlatılmaya değer” özellikte. Hani Çağan Irmak’ın bir dizi afişinde yazar: “Her yaşam bir hikâyedir, bazıları anlatılmaya değer.” İşte aynı öyle anlatılmaya değer bir öykü, anlatılmaya değer insanlar. Ama bir yandan da “her yaşam” gibi. En çarpıcı cümleleri bile öyle sade, öyle sakin ki. Kendiliğinden, öylece kuruluvermiş gibi. Sanki hiçbir anlamı yokmuş. Bir ânlık akla gelmiş ve söylenmiş, herkes söyleyebilirmiş gibi. Sanırım filmin bu mütevaziliğine tutuldum.

O sakin, dingin akışı… Çekimler, renkler, müzik, oyunculuklar, diyaloglar… Hepsi bir bütün olarak bu “huzur” tablosunu tamamlıyor. Mutluluk dolu bir huzur değil bu. “Her şeyi hallettik, artık rahatız.” huzuru değil. Aksine bundan çok uzakta. Hayatın itirazsız kabulünün getirdiği bir huzur. Şikâyetlenmeden, sesini yükseltmeden, koşmadan, yetişmenin bir anlamı olmaksızın öylece durmaktan gelen bir huzur. Film boyunca bu beni çok etkiledi.



Filmde belirsiz bir şimdiki zaman hâkim. 1940’lı yıllarda Nazi zulmünden Fransa’ya kaçan meşhur yazar Anna Seghers’ın kendi tecrübelerinden yararlanarak yazdığı aynı isimli romandan uyarlanmış. Yine o zamanlarda geçen hâliyle anlatılıyor, karakterler o zamanın insanları gibi yaşıyor ve onlar gibi konuşuyorlar. Ama bir yandan da yönetmenin bir seçimi olarak filmin mekânları bugünün Marsilya’sına ait. Geçmişle bugün arasındaki perdeyi kaldıran bir anlatısı var filmin. Evet, o zaman insanlar böyle şeyler yaşadı. Bu hikâyelerin binlerce türü gerçek insanlar tarafından yaşandı. Ama bir yandan da bugün yaşadıklarımız da o zamankinden pek farklı değil. Filmde bunun bilinci var. Sanki bu farkındalık izleyiciye de geçsin, istenmiş.

Hikâye, faşist zulmünden Fransa’ya kaçan Alman bir mülteci olan Georg’u anlatıyor. Georg karakterini “Franz Rogowski” canlandırıyor ve bunu öyle sade, öyle doğal bir şekilde yapıyor ki daha ilk ânından itibaren o ruha siz de bürünüyorsunuz. George kaçak bir mülteci. Paris’in işgal altında olduğu bir dönemdeyiz. Yaklaşan Nazi birliklerini öğrenen Georg bir şekilde Marsilya’ya kaçıyor. Burada tesadüfen kimliğine bürünme imkânı bulduğu ölü bir yazarın sahip olduğu belgeler ve imtiyazla hem Marsilya’da oturma hem de Meksika’ya gidebilme hakkını elde ediyor. Onun durumundaki biri için kesinlikle mucizevi bir kurtuluş bu.

 

Öncelikle Marsilya’ya doğru yola beraber çıktığı ama yoldayken vefat eden arkadaşının ailesine gidiyor. Sağır-dilsiz bir eş ve küçük bir oğlan çocuğu karşılıyor onu. Melissa ve Driss. Tabii onlar da kaçak. Driss’in astımı var. Ve yaşamak için, yeni bir hayat şansı için annesiyle beraber “dağlara” gidecekler. 

Georg ile Driss arasında daha ilk ândan itibaren sıcacık bir bağ oluşuyor. Driss, Georg’u öyle masum bir şekilde benimsiyor ki… Onu kaybettiği babasının yerine koyma gayreti oluşuyor onda. Minicik bir ümit. Bu yabancı adamın sıcak ve dost kollarında, artık kaybetmiş olduğu “güven” hissini arıyor. Epeydir tüm gayretini “yaşamaya devam edebilmek” üzerine kurmuş olan Georg için şaşırtıcı ve yeni bir şey bu. Ama küçük çocuğun bu doğal benimseyiş hâli ona da aksediyor. Bu sevginin karşılığı onun da içine yerleşiveriyor bir ânda. Israrla “O benim oğlum değil.” derken sanki kendini iknaya uğraşıyor. Bilinçli olarak üstlenmediği bu “sorumluluk” hissiyle ne yapacağını bilemiyor o da. Ondan izin almadan, fikrini sormadan, tamamen beklenmedik bir şekilde gelip üzerine yerleşen bir sorumluluk bu. Onu nereye koyacağını bilemiyor.

Bir de diğer taraftan kimliğini üstlendiği yazar Bay Weidel’ın hayatı var. Yazdıklarından etkilendiği bu adamın,  bıraktığı son eserinde cehennemde olduğunu fark etmeyen bir karakteri anlatırken, esasında kendisinin de cennetin eşiğinde olduğundan habersiz, tüm umutları tükenmiş bir hâlde ölümü seçmiş olması oldukça trajik. Bir durup düşünme isteği uyandırıyor. Belki de biz de çok kere son bir adım daha atsak yetişeceğimiz yerde bitkin düşüp durmayı seçtik. Hayatta “sonrasını görebilmek” pek çoğumuzun sahip olmadığı bir yetenek çünkü. Bir göremediği yere adımını atmayanlar var, bir de görmese de devam edebilmek için tüm güçlere direnenler. Georg ikincisi. Pek çok defa pek çok konuda tereddüt ediyor, duraksıyor, düşünüyor, bazen bocalıyor da. Ama direnmekten hiç vazgeçmiyor. Bir şekilde içinde diri tutmayı başardığı çok güçlü bir “yaşama arzusu” var. Onun bu “sakin direnişi” beni çok etkiledi. Evet, bu film için pek çok kere kullanmaktan vazgeçemeyeceğim bir ifade bu: “Etkileyicilik.” Beni hikâyelere, filmlere tutkun eden şey. Tabiri caizse eğer, “tiryakisiyim.”



Georg, yine bir tesadüf eseri, film boyunca pek çok kere rastlaştığı ve bir şekilde etkilendiği o zarif, güzel kadının kimliğini üstlendiği yazarın eşi “Marie” olduğunu fark ediyor. Marie, şu ân bir başkasıyla beraber ama gizli gizli hâlâ kocasını bekliyor. İkisi arasında tam bir “âşk” gibi değil ama, biraz büründükleri rollerden gelen bir koruma duygusundan biraz da ellerinde olmadan meydana gelen çekimden doğan bir yakınlık var. Belki bir parça “yanlış zaman, yanlış şartlar” ikilisi. Sanki bir şekilde hayatlarını beraber sürdürmeyi başarsalar sade bir saadet içinde yaşayıp gidecekler ama esasında farklı rollere aitler, onların “bambaşka” hissedeceği hayatlar farklı.

Film insanı çok acayip bir duyguyla bırakıveriyor. Doğruyu yanlışı tartışamayacağımız bir noktada. Hani Titanik’te “Rose biraz kaysa Jack kurtulurdu.” deyip işin içinden kolayca çıkılıyor ya, işte burada durum o kadar basit değil. Daha karmaşık ve tabii bundan kaynaklı daha “insani” bir denklem var. Eğer izlemediyseniz, izlediğiniz zaman ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Uzunun kısası, hayatın kendine ait bir akışı var. Biz ne kadar kabullensek de kabullenmesek de o bir yandan kendi ritmini sürdürüyor. Kendi bildiğine göre, zincir devam ediyor. Bu bakımdan “Transit”in bize öğreteceği, var olanı sakince karşılayabilmek diyebiliriz. Bir ân durmak ve beklemek. Duyguların öncesini ve sonrasını tartabilmek, ağır yoğunluklarla karşılaşıldığında öncelikle bir durup kendimize olanı hazmetme alanı açabilmek. Bunca cümlenin ardından, bende bunlar kaldı.



Üslubuyla bana iyi gelen filmlerden biriydi. Daha önce kapınızı çalmadıysa eğer, müsait bir zamanınızda sizin ona kapınızı açmanızı ve bu iyi geliş hâlinden yararlanabilmenizi dilerim. 

Son olarak filmin sorduğu soruya bir cevap verme gayreti göstermekten ziyade, üzerine bir soru daha eklemek isterim. "Yaşanmış" bir şeyi unutmak ne derece mümkündür ki burada önce-sonra yarışına girilir? Acaba böyle bir durumda bir şeylerin üzerini kapamayı unutmak mı sayarız yahut yola "aynı kişi" olarak devam etmediğimizi mi fark etmeyiz?

Belki biraz da bunlara bakabiliriz.  

Sevgiyle.
Elif. 
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER