Hani
bazı suskunluklar vardır. Sorduğunuz hiçbir soru muhatabını bulmaz, kelimeleriniz
boşluktan bir duvara çarpıp size geri döner. Var olan doğrunuzu yanlışınızı da
şaşırırsınız. Böyle suskunluklar, kapılar kapanır kapanmaz kopacak
gümbürtülerin habercisidir. İşte “Kurak Günler” bu gürültülü sessizliklerin
ardını eşelemenin tehlikesi üzerine kuruyor anlatısını.
Tolstoy’un
dediğine göre “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan
yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.” Burada da “Yanıklar köyüne” bir
yabancı geliyor. Genç bir cumhuriyet savcısı, yani Selahattin Paşalı’nın
canlandırdığı başkarakterimiz Emre. Emre, Batılı ve gördüğümüz üzere ortanın
üzeri bir ailenin çok zorluk görmeden yetiştirilmiş çocuğu. İsmiyle müsemma “dışı
sizi içi bizi yakacak” Yanıklar köyü ve sakinlerinin başına neler
getirebileceğinden habersiz. Ama sağlam bir idealist! Mesleğini kitaplardan
öğrendiği hâliyle, “olması gereken neyse tam olarak öyle” yerine getirebileceğine
olan inancı tam. Hafta sonları bile gıcır gıcır giyinecek kadar da makamına
saygılı. Tüm bunları saydığımızda olayı anlıyorsunuz zaten, böylelerini çok
üzerler. ^^
Köyde
bir kuraklık belası ve bundan ötürü ciddi bir su sorunu var. Ve bu sorun
yeraltı sularının çekilmesiyle çözülmek isteniyor. Ama öte yandan da devamlı
sayısı artan bir “obruk” problemimiz var. Ortada kirli hesaplar ve menfaatler
uğruna çevrilen dümenlerin puslu havası… Susuzluktan kırılan köylü kendini
şaşırmış durumda, doğru nedir yanlış nedir her şey birbirine karışmış. Kendini
şaşırmış insan, yolunu şaşırmaya en yakın olandır. Hikâye boyunca bu durumda
sınırların ne kadar zorlanabildiğine şahit olacağız.
Film
bizi daha ilk ândan kuracağı anlatının diline hazırlıyor. Savcının arabasıyla,
köylülerin öldürdükleri bir yaban domuzunun leşini sürüdükleri yol boyu oluşan
kandan çizgiyi takip ederek kanın kaynağına ulaşmaya çalışıyoruz. Gerçekten çok
etkileyici bir başlangıç. Filmde beni görsel olarak bu kadar etkileyen bir diğer
sahne de sona doğru köylülerin Emre ve Murat’ı kovalarken karanlık gecede
renkli fenerlerini aynı ânda açık gördüğümüz kare oldu. Birleştiklerinde “olimpiyat
halkalarına” benzer bir görüntü oluşmuştu ve tüm o heyecanlı sekansın içinde
bir ân filmden çıkıp “WOW!” benzeri bir tepki verdiğimi hatırlıyorum. Aşırı
güçlü bir görüntüydü, yorumlama tarafına ise ben karışmıyorum, zira daha yaşım
çok genç. ^^
Savcımız başlarda önce bir neyin ne olduğunu
algılamaya çalışıyor. Bir yanda kendi mesleki bilgileri var, bir yanda da
nerede nasıl davranacağını bilememe hâli. Emin olamamanın verdiği bir
huzursuzluk var üzerinde, daha ilk sahnelerden başlangıcını gördüğümüz bu
huzursuzluk hâli film ilerledikçe katlanarak artacak. Emre, o meşhur büyük
obruğun başındayken, Selin Yeninci’nin canlandırdığı köyün hâkime hanımı Zeynep’e
“köy halkının onu ısrarla yemeğe davet ettiğinden ama onun bunu sürekli reddetmesinden”
bahsediyor. Normal bilgi nedir? Özellikle belediye başkanı gibi siyasi kimliği
olan, bölgede güç sahibi olan kişilerle bu tarz özel yakınlıklara girilmemesi
tarafsız duruşu göstermek adına tavsiye edilen bir tercihtir. Emre bunu
biliyor. Hele de seçim yaklaşırken bunun ne kadar riskli olabileceğinin
farkında, film boyunca kendini iki taraftan da çekme/ayırma gayreti sürecek. Ama
yine de “köy hayatına uyum sağlama” ve “cumhuriyet savcısı duruşunu koruma”
arasındaki dengeyi nasıl kuracağından emin değil. Zeynep ona “Takılma bu
kadar.” diyor. “Böyle yerlerde böyle şeyler doğal karşılanır.”
Zeynep
çok sınırda bir karakter. O steril duruşu, sanki dışarıdan duyuyormuşuz gibi ve
sanki hep bir tık geç geliyormuş gibi hissettiğimiz konuşma tarzı da muhtemelen
karakterin kendi özelliğinden ötürü yapılan bir tercih. Zeynep, o filmin akışı
boyunca göreceğimiz köyün kendi atmosferini bünyesine sindirmiş bir karakter.
Belki ilk zamanlarında böyle değildi, bunu bilemeyiz ama şu ân o da o köyün bir
parçası olmuş, “onlar gibi” olmuş. Film boyunca ona “Ne kadar/ne zaman
güvenebiliriz?” yahut “Şu ân bunu neden söylüyor?” gibi gittikçe çoğalan
tereddütlerle yaklaşıyoruz. Basit bir yerden ifade etmek gerekirse, kesinlikle “tedirgin
edici” bir karakter. Hani parmağınızı doğrultup apaçık suçlayamayacağınız
ama arkanızı dönmekten de imtiba edeceğiniz biri. Karakter özelinde
başarılı performansından ötürü Selin Yeninci’yi tebrik ederim.
Olayları
başlatan yere geliyoruz. Domino zincirindeki ilk taşa o küçük fiskeyi
vurduğumuz ilk geceye. Yani Emre’nin Zeynep’in verdiği güvenceyle kabul ettiği,
belediye başkanının yemek davetine. Belediye başkanının çok kalamadığı ve oğlu
avukat Şahin Bey ve köydeki diş hekimi Kemal Bey ile kalakaldığımız akşam…
Emre, belediye başkanından sonra kalkmak istese de Şahin Beyler müsaade etmiyor
ve eğlence için kalması konusunda ısrarcı davranıyorlar. Keşke Emre onları
dinlemeyip kalksa diyorsunuz, içinizi bir huzursuzluk sarıyor ama kalkmış olsa
bu film neden yapılsın değil mi? Elbette kalkamıyor. Ama o gece bir şeylerin
yanlış gideceği çok açık. Lavaboya giden Emre’nin Şahin’in duvara asılı av
fotoğraflarının peşine aynada kendini gördüğü yer bize çok açık anlattı Şahin’in
“yeni avının” Emre olduğunu.
Film
kesinlikle “o gece orada ne olduğu” ile ilgili değil, “neler olmuş olabileceği”
ile ilgili.
Ve filmi bu kadar sürükleyici, bu kadar izlenilesi kılan da şüphesiz yaptığı bu
seçim. O gece bir şekilde yaşanıyor ve her ne olduysa oluyor, biz orayı atlayıp
ertesi güne geçiyoruz. Nasıl ki Gregor Samsa bir sabah uyandığında kendini
örümceğe dönüşmüş olarak buluyorsa, Emre de o gecenin sabahında kendini
yatağında ve oraya nasıl geldiğini hatırlamaz bir hâlde buluyor; hayatında ise
tıpkı Gregor gibi bir daha eski formuna dönemeyeceğini anlayacağı bir dönüşüm
süreci başlıyor.
Emre’nin
o geceyle ilgili detayları eskiyle yeni arasında doğrusal olmayan bir şekilde
parça parça hatırlaması, araya hangisinin gerçek hangisinin sanrı olduğunu
bilemediğimiz ânların girmesi ve olaya bir köşesinden dahil olup kendine
belirleyici bir rol yaratan muhalif gazeteci Murat’ın asla tam olarak
güvenilemeyen “rahatsız edici” duruşu insanı kendine hayran bırakan bir kurgu
yeteneğiyle birleşince gözlerinizi bir saniye ekrandan ayıramayacağınız bir
film ortaya çıkıyor. İzleyen herkesin sanki anlaşmış gibi “Koltuğun ucunda izledim.” deyişinin zerre abartı içermediğini göreceksiniz. Filmin tamamını pürdikkat
izleyeceksiniz ama özellikle son yirmi dakikada oturduğunuz yere resmen
çivileneceksiniz ve dişlerinizi sıktığınızı fark edeceksiniz. Bakın bu büyük
bir başarıdır. Çünkü beslendiği yer korku gibi bir unsur değil. Normal şartlarda üç beş
dakika bile kesintisiz hissedebilseniz etkileneceğiniz bir gerilim gücünü tam
yirmi dakika boyunca ayakta tutabilmesinin verdiği etkileyicilik… Ben bir
filmin en önemli noktasının bu olduğuna inanıyorum.
Bir
filmi tabiri caizse “kalıcı” kılan şey bence etkileyicilik. Karakterler doğru
olabilir, fikir iyi olabilir, yapısı kusursuz kurulmuş olabilir. Tüm bunlar
izlediğimiz şeye “iyi” dememiz için yeterli gelebilir. Ama bir filmin hem bizim
hem sinema tarihindeki yeri için “kalıcı” olabilmesi, kendini size defalarca
izlettirebilecek bir “klasik” hâline gelebilmesi için bence “etkileyici” olma
zorunluluğu var. Bu da ya unutulmaz birkaç sahne içermesi ya izlerken sizi
yoğun bir duygu bombardımanına sokması, buradan çıkmanıza müsaade etmemesi ya
da sizi sinema dilinin tüm gücüyle çepeçevre sarmasıyla mümkün olabilir. İşte “Kurak
Günler” bu üçünü de başarıyor. Emin Alper, zaman içerisinde edindiği tüm
tecrübesini oldukça başarılı bir kamera arkası ve kamera önü ekibiyle
birleştirip sinemanın tüm potansiyelini kullandığını hissediyorsunuz. Ve
arthouse sinema diye başlayıp gittikçe içimizi solduran alanla “izleyiciye ne
versek alacaklar” mantığına doğru koşar adım ilerlemesini endişeyle izlediğim
popüler kültür alanını birleştirdiğini düşünüyorum ben bu şekilde. Bence bu çok
önce olmalıydı. Dilerim devamı da gelir.
Ben
filmi İstanbul prömiyerinin gerçekleştirildiği 12. Uluslararası Suç ve Ceza Film
Festivali’nin Atlas gösteriminde izledim. Ve hem bizim seansımız hem de bizden
sonraki seans ve Kadıköy Sineması’ndaki seanslar full doluydu, yoğun istek
üzerine açılan ek gösterimlerden zaten haberdarsınızdır. Vizyon gösterimlerinde
de ilk üç güne ait biletlerin tükenmek üzere olduğunu duydum. Bunda salon
sayısının az olmasının etkisi var elbette ama yine de dikkat çekici. Gittikçe
artışını sürdüreceğini düşündüğüm bu yüksek izleyici sayısı, bana festivallerde
alınan ve nicesinin de yolda olduğuna emin olduğum onlarca ödülden daha büyük
bir mutluluk verdi. Çünkü burada sinemamızın geleceği adına bir ümit görüyorum.
Özellikle de vizyon sinemalarının hem yüksek fiyatlar hem de pandemi nedeniyle dijital
platformlara karşı kan kaybetmeye başladığı bu zamanda, güncel bir film anlayışının
izleyiciyi sinemaya döndürme adına bir kurtarıcı rolü üstlenebileceğine
inanıyorum.
Hem
ciddi dertleri ve göndermeleri olan hem sinema dilini güçlü bir şekilde
kullanabilen hem de tüm bunları yaparken sizi oturduğunuz koltuğa kilitleyecek
kadar sürükleyici olan yeni bir film anlayışı… Şu ân yerli sinemamız sadece
ilkini yapan, sadece ilk ikisini yapan, sadece son ikisini yapan ve pek tabii sadece
sonuncuyu bir şekilde tutturup yine de kendini izleten filmlerle dolu. Bunu
olumsuz bir yerden söylemiyorum, sırtını sadece bir kısım sinefilin
anlayabileceği göndermelere dayayarak kolaya kaçtığını düşündüğüm bir kesim
hariç bence hepsinin gideri var yani izleyicide illaki bir karşılık buluyorlar
ve bazıları da gerçekten çok iyi. Ama salonlardan kaçan izleyiciyi geri getirmek
istiyorsak volümü birkaç tık daha arttırmamız, tabiri caizse “tüm tuşlara aynı
ânda basmamız” gerekiyor. Çünkü hem dijital platformlar sayesinde yapım tasarımı
adına kaliteye alışan izleyici kitlesini tatmin etmeli hem de onu evinden çıkıp
salona gelmeye ikna edecek kadar başarılı ve ilgi çekici olmalı.
Bunun
için “Kurak Günler” mükemmel bir örnek. Fısıltısı yüksek bir iş olduğu için ilk
gösterimlerin bu kadar büyük ilgi görmesi doğal. Vizyon sonundaki rakamları da
takip edeceğim. Muhtemelen birçok sinemacı da radarları oraya çevirecektir. Tekrara
düşmek istemiyorum, düştüysem hoş görmenizi rica edeceğim ama bu filmin alacağı
sonucun, önümüzdeki dönemde bu tarz bir film anlayışının yeni ürünlerini görebilmemiz adına belirleyici olacağı muhakkak. Ben de yanıma birini alıp
vizyonda bir kere daha izlemeyi düşünüyorum, benim gibi düşündüğünü bildiğim
çok izleyen var; bunlara yenileri de eklenecek, vizyonda izleyenler eşi dostu
alıp tekrar gidecek. Sonrasında bakalım nereye varacağız? Bekleyelim, görelim
diyorum.
Filmlerin
saniye saniye anlatıldığı tarzda yazılar yazmayı çok sevmiyorum, özellikle de
vizyon süreci tamamlanmamış -ve hatta yazı taslakta beklemezse daha başlamamış-
bir iş için bunu ekibin emeğine saygısızlık olarak görüyorum. O yüzden birkaç
yere daha kısa kısa değinip takdiri izleyiciye bırakacağım.
Selahattin
Paşalı benim ilk rolünden itibaren tüm projelerini izlediğim ve enerjisini çok
sevdiğim, çok başarılı bulduğum bir aktör. Hem mesleğini ciddiye alan hem de
röportajlarını okuduğunuz, katıldığı programları izlediğinizde kişisel olarak
kendini geliştirmeyi önemseyen biri olduğunu görüyorsunuz. Güzel de bir
hikâyesi var. Kurak Günler’deki performansını da çok beğendim. Şu sıralar hak
ettiği değeri görmeye başladı. Kendisini ileride daha nice güzel rolde
izleyeceğimize ve çok güzel bir yolculuğu olacağına inanıyorum. Yeni
projelerini bekliyoruz.
Ekin
Koç uzun zamandır hepimizin tanıdığı, bildiği çok başarılı bir isim. Ama
sanırım ilk defa bir rolünü bu kadar “rahatsız edici” buldum. Karakteri
izlediğinizde göreceksiniz, biraz acayip bir karakter. Net bir şekle şemale
koyamıyorsunuz ve o kadar güvenemiyorsunuz ki Emre’yi sarıp sarmalayıp ondan
koruma isteğiyle dolup taşıyorsunuz. Ama öte yandan da o keşmekeşin içerisinde
Emre’nin iyi kötü destek alabileceği tek insan o. Bu yüzden değerli bir
karakter. Arka hikâyesini de bir tık izliyoruz. Ama bir tık.
Filmde
benim eksik gördüğüm nokta karakter tasarımlarında bu arka hikâyelerin bir tık
zayıf kalması. Evet, filmde gerilimi sağlayan şey belirsizlik. Ama sona
geldiğimizde film boyunca parça parça gösterilen arka hikâyelerin biraz daha
net bir yere gelebilmelerini dilerdim. Emre ile Murat arasında baş başa
kaldıkları ânlarda daha kişisel diyalogların da geçmesini, onları biraz daha
tanıyabilmeyi isterdim. Burada son birkaç sahneye kadar biraz fazla “maruz
kalan” pozisyonunda kalıyorlar. Evden bir ânda çıktıkları sahne mesela film
boyunca benim Emre’yi en güçlü gördüğüm sahneydi. Bunun gibi birkaç sahne
daha görmeyi ve belirsizlik çukurlarından arada yükselip sonra tekrar düşüşünü
görmek isterdim. Bu şekilde iki karakterin de köylü karşısında bir tık pasif
kaldığını söylemek zorundayız. Gerçekten de film boyunca köylünün zulmü ve
baskısına karşı bu kadar çaresizler miydi? Hadi Emre biraz kendinden emin
olamamanın bocalamasını yaşadı, kuyruğu dik tutmaya çalışsa da onun elini
kolunu bağlayan şeyleri anlayabiliyoruz. Ama Murat karakteri şantajlara boyun
eğecek bir profil çizmiyor, kaybedecek çok bir şeyi de yok. Yalnız da bir adam
yani neden bu kadar pasif kaldı onu gerçekten çözemedim. Başrol klasmanında bir
oyuncu seçildiğini görünce daha aktif bir rol beklemiştim, o yüzden beni
şaşırttı.
Filme
normal şartlarda 10/10 bir film denilebilirdi ama bu saydığım birkaç neden gibi
ufak tefek “daha iyi olabilir miydi?” kısımlarından ötürü ben 8.3 vermişim
aldığım notta. Yuvarlasak 8.5/10 diyebiliriz ama çok kurcalamazsanız da çok
rahat 9 dersiniz, öyle bir film.
Çünkü
gerçekten herkesin üzerine düşeni en şahane şekilde yaptığı bir ekip var
arkasında. Yazıda isimlerini uzunca geçiremediğim; Avukat “Şahin” karakterini
oynayan Erol Babaoğlu, diş hekimi “Kemal” karakterini canlandıran Erdem Şenocak,
19 yaşında oynadığı ilk film karakteri “Pekmez”le sinemaya şahane bir başlangıç
yapan sevgili Eylül Ersöz ve ekipteki her bir isim gerçekten rollerini tertemiz
giyinmişlerdi. Bizzat gerçek, yaşayan, aramızda dolaşan insanlar gibilerdi. Çokça
sevgiler her birine. Filmde mesleklerinin ve sosyal statülerinin karşılık
geldiği anlamlar var, onlara da bir dikkat edin izlerken.
Kamera
arkası ekibi de elbette anmadan olmaz. Öncelikle bu şahane kurgu için Eytan
İpeker ve Özcan Vardar’ı kutluyorum. Spotify’dan film albümüne erişebileceğiniz
-bizi koltuğa çivilemekte büyük emeği olan- şahane müzikler için Stefan Will’i,
şahane sinematografi için görüntü yönetmeni Christos Karamanis’i ve bu mükemmel
kadroyu oluşturduğu için filmin cast direktörü sevgili Ezgi Baltaş başta olmak
üzere tüm ekibi can-ı gönülden kutluyorum. Bir tanesi eksik olsa muhtemelen
izlediğimiz film çok farklı olurdu. Gerçekten harika bir iş çıkarılmış,
herkesin işine özendiği ne kadar belli. Filmin hem senaryosunu hem de yönetmenliğini
üstlenen Emin Alper, sırtını çok sağlam insanlara dayamış ve bu sayede emekleri
karşılık bulmuş. Dilerim kendisinin daha nice nice güzel filmlerini izleriz ve
her seferinde üzerine bir taş daha koymasına şahit oluruz.
Epey
uzun bir yazı oldu. Arada kelimelerim karışmış olabilir, ufak hatalar yapmış
olabilirim. Bunların hoş görülmesini rica ediyorum. Twitter ve Instagram’da
beni kendi ismimle bulabilirsiniz. Hem yorumlardan hem de mesaj kutumdan bana
ulaşabilirsiniz, lütfen çekinmeyin. İzledikten sonra bana yazın, yazıda
geçiremediğimiz detayların üzerine konuşalım sohbet edelim. Filmler
konuşuldukça yaşarlar.
Son
bir ricam da şudur ki -yazı içerisinde sürprizbozan olma endişesi taşıyarak
çok bahsetmek istemedim ama Emin Alper’in son paylaşımını gördüğümden ötürü
eklemek istiyorum- medyanın her dediğine inanmayın ve gidin biletinizi alıp filmi
sinemada kendiniz izleyin. Hikâyenin esasında toplumsal ve insani bir derdi
var. Medyanın bazı yansıtmaları filmin reklamı için katkıda bulunmuş olsa da filmin
esas duruşunun arka plana atılması bana doğru gelmiyor. Bir insan hikâyesi
Kurak Günler. Anlamaya, anlaşılmaya çabalayan insanların hikâyesi. Bir köy
üzerinden anlatılan Türk toplumunun hikâyesi. Hayal kırıklıkları, endişeler,
korkular, kaygılar… Tüm bunların arasında hâlâ gülecek bir alan bulma gayreti. Bir
hukuk mücadelesi olarak da ifade edilebilir belki. Çoğunluğa karşı var olma, “kendi
sesinle” yaşayabilme gayreti. Ben tüm kalbimle bunların tümünün çok kıymetli
olduğuna ve sinemada bu türün desteklenmesi gerektiğine inanıyorum.
Kardelenler,
karın altından başını çıkarabilen mucize çiçeklerdir. Eğer onların cesaretine
ve tüm olumsuz şartlara rağmen var olma gayretlerine destek çıkmazsak, kıymetlerini
bilmezsek beyaz bir karanlığın içine hapsolmamız işten bile değil. Ve belki de
çok yakın. Ben isterim ki yakın olmasın. Kardelenleri soldurmayalım.
Sevgiyle
kalınız efendim.
Elif.