Kurak Günler: Gürültülü sessizlikler üzerine nefis bir anlatı!

Kurak Günler: Gürültülü sessizlikler üzerine nefis bir anlatı!
Hani bazı suskunluklar vardır. Sorduğunuz hiçbir soru muhatabını bulmaz, kelimeleriniz boşluktan bir duvara çarpıp size geri döner. Var olan doğrunuzu yanlışınızı da şaşırırsınız. Böyle suskunluklar, kapılar kapanır kapanmaz kopacak gümbürtülerin habercisidir. İşte “Kurak Günler” bu gürültülü sessizliklerin ardını eşelemenin tehlikesi üzerine kuruyor anlatısını.

Tolstoy’un dediğine göre “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.” Burada da “Yanıklar köyüne” bir yabancı geliyor. Genç bir cumhuriyet savcısı, yani Selahattin Paşalı’nın canlandırdığı başkarakterimiz Emre. Emre, Batılı ve gördüğümüz üzere ortanın üzeri bir ailenin çok zorluk görmeden yetiştirilmiş çocuğu. İsmiyle müsemma “dışı sizi içi bizi yakacak” Yanıklar köyü ve sakinlerinin başına neler getirebileceğinden habersiz. Ama sağlam bir idealist! Mesleğini kitaplardan öğrendiği hâliyle, “olması gereken neyse tam olarak öyle” yerine getirebileceğine olan inancı tam. Hafta sonları bile gıcır gıcır giyinecek kadar da makamına saygılı. Tüm bunları saydığımızda olayı anlıyorsunuz zaten, böylelerini çok üzerler. ^^



Köyde bir kuraklık belası ve bundan ötürü ciddi bir su sorunu var. Ve bu sorun yeraltı sularının çekilmesiyle çözülmek isteniyor. Ama öte yandan da devamlı sayısı artan bir “obruk” problemimiz var. Ortada kirli hesaplar ve menfaatler uğruna çevrilen dümenlerin puslu havası… Susuzluktan kırılan köylü kendini şaşırmış durumda, doğru nedir yanlış nedir her şey birbirine karışmış. Kendini şaşırmış insan, yolunu şaşırmaya en yakın olandır. Hikâye boyunca bu durumda sınırların ne kadar zorlanabildiğine şahit olacağız.  

Film bizi daha ilk ândan kuracağı anlatının diline hazırlıyor. Savcının arabasıyla, köylülerin öldürdükleri bir yaban domuzunun leşini sürüdükleri yol boyu oluşan kandan çizgiyi takip ederek kanın kaynağına ulaşmaya çalışıyoruz. Gerçekten çok etkileyici bir başlangıç. Filmde beni görsel olarak bu kadar etkileyen bir diğer sahne de sona doğru köylülerin Emre ve Murat’ı kovalarken karanlık gecede renkli fenerlerini aynı ânda açık gördüğümüz kare oldu. Birleştiklerinde “olimpiyat halkalarına” benzer bir görüntü oluşmuştu ve tüm o heyecanlı sekansın içinde bir ân filmden çıkıp “WOW!” benzeri bir tepki verdiğimi hatırlıyorum. Aşırı güçlü bir görüntüydü, yorumlama tarafına ise ben karışmıyorum, zira daha yaşım çok genç. ^^



Savcımız başlarda önce bir neyin ne olduğunu algılamaya çalışıyor. Bir yanda kendi mesleki bilgileri var, bir yanda da nerede nasıl davranacağını bilememe hâli. Emin olamamanın verdiği bir huzursuzluk var üzerinde, daha ilk sahnelerden başlangıcını gördüğümüz bu huzursuzluk hâli film ilerledikçe katlanarak artacak. Emre, o meşhur büyük obruğun başındayken, Selin Yeninci’nin canlandırdığı köyün hâkime hanımı Zeynep’e “köy halkının onu ısrarla yemeğe davet ettiğinden ama onun bunu sürekli reddetmesinden” bahsediyor. Normal bilgi nedir? Özellikle belediye başkanı gibi siyasi kimliği olan, bölgede güç sahibi olan kişilerle bu tarz özel yakınlıklara girilmemesi tarafsız duruşu göstermek adına tavsiye edilen bir tercihtir. Emre bunu biliyor. Hele de seçim yaklaşırken bunun ne kadar riskli olabileceğinin farkında, film boyunca kendini iki taraftan da çekme/ayırma gayreti sürecek. Ama yine de “köy hayatına uyum sağlama” ve “cumhuriyet savcısı duruşunu koruma” arasındaki dengeyi nasıl kuracağından emin değil. Zeynep ona “Takılma bu kadar.” diyor. “Böyle yerlerde böyle şeyler doğal karşılanır.”

Zeynep çok sınırda bir karakter. O steril duruşu, sanki dışarıdan duyuyormuşuz gibi ve sanki hep bir tık geç geliyormuş gibi hissettiğimiz konuşma tarzı da muhtemelen karakterin kendi özelliğinden ötürü yapılan bir tercih. Zeynep, o filmin akışı boyunca göreceğimiz köyün kendi atmosferini bünyesine sindirmiş bir karakter. Belki ilk zamanlarında böyle değildi, bunu bilemeyiz ama şu ân o da o köyün bir parçası olmuş, “onlar gibi” olmuş. Film boyunca ona “Ne kadar/ne zaman güvenebiliriz?” yahut “Şu ân bunu neden söylüyor?” gibi gittikçe çoğalan tereddütlerle yaklaşıyoruz. Basit bir yerden ifade etmek gerekirse, kesinlikle “tedirgin edici” bir karakter. Hani parmağınızı doğrultup apaçık suçlayamayacağınız ama arkanızı dönmekten de imtiba edeceğiniz biri. Karakter özelinde başarılı performansından ötürü Selin Yeninci’yi tebrik ederim.



Olayları başlatan yere geliyoruz. Domino zincirindeki ilk taşa o küçük fiskeyi vurduğumuz ilk geceye. Yani Emre’nin Zeynep’in verdiği güvenceyle kabul ettiği, belediye başkanının yemek davetine. Belediye başkanının çok kalamadığı ve oğlu avukat Şahin Bey ve köydeki diş hekimi Kemal Bey ile kalakaldığımız akşam… Emre, belediye başkanından sonra kalkmak istese de Şahin Beyler müsaade etmiyor ve eğlence için kalması konusunda ısrarcı davranıyorlar. Keşke Emre onları dinlemeyip kalksa diyorsunuz, içinizi bir huzursuzluk sarıyor ama kalkmış olsa bu film neden yapılsın değil mi? Elbette kalkamıyor. Ama o gece bir şeylerin yanlış gideceği çok açık. Lavaboya giden Emre’nin Şahin’in duvara asılı av fotoğraflarının peşine aynada kendini gördüğü yer bize çok açık anlattı Şahin’in “yeni avının” Emre olduğunu.

Film kesinlikle “o gece orada ne olduğu” ile ilgili değil, “neler olmuş olabileceği” ile ilgili. Ve filmi bu kadar sürükleyici, bu kadar izlenilesi kılan da şüphesiz yaptığı bu seçim. O gece bir şekilde yaşanıyor ve her ne olduysa oluyor, biz orayı atlayıp ertesi güne geçiyoruz. Nasıl ki Gregor Samsa bir sabah uyandığında kendini örümceğe dönüşmüş olarak buluyorsa, Emre de o gecenin sabahında kendini yatağında ve oraya nasıl geldiğini hatırlamaz bir hâlde buluyor; hayatında ise tıpkı Gregor gibi bir daha eski formuna dönemeyeceğini anlayacağı bir dönüşüm süreci başlıyor.

 

Emre’nin o geceyle ilgili detayları eskiyle yeni arasında doğrusal olmayan bir şekilde parça parça hatırlaması, araya hangisinin gerçek hangisinin sanrı olduğunu bilemediğimiz ânların girmesi ve olaya bir köşesinden dahil olup kendine belirleyici bir rol yaratan muhalif gazeteci Murat’ın asla tam olarak güvenilemeyen “rahatsız edici” duruşu insanı kendine hayran bırakan bir kurgu yeteneğiyle birleşince gözlerinizi bir saniye ekrandan ayıramayacağınız bir film ortaya çıkıyor. İzleyen herkesin sanki anlaşmış gibi “Koltuğun ucunda izledim.” deyişinin zerre abartı içermediğini göreceksiniz. Filmin tamamını pürdikkat izleyeceksiniz ama özellikle son yirmi dakikada oturduğunuz yere resmen çivileneceksiniz ve dişlerinizi sıktığınızı fark edeceksiniz. Bakın bu büyük bir başarıdır. Çünkü beslendiği yer korku gibi bir unsur değil. Normal şartlarda üç beş dakika bile kesintisiz hissedebilseniz etkileneceğiniz bir gerilim gücünü tam yirmi dakika boyunca ayakta tutabilmesinin verdiği etkileyicilik… Ben bir filmin en önemli noktasının bu olduğuna inanıyorum.

Bir filmi tabiri caizse “kalıcı” kılan şey bence etkileyicilik. Karakterler doğru olabilir, fikir iyi olabilir, yapısı kusursuz kurulmuş olabilir. Tüm bunlar izlediğimiz şeye “iyi” dememiz için yeterli gelebilir. Ama bir filmin hem bizim hem sinema tarihindeki yeri için “kalıcı” olabilmesi, kendini size defalarca izlettirebilecek bir “klasik” hâline gelebilmesi için bence “etkileyici” olma zorunluluğu var. Bu da ya unutulmaz birkaç sahne içermesi ya izlerken sizi yoğun bir duygu bombardımanına sokması, buradan çıkmanıza müsaade etmemesi ya da sizi sinema dilinin tüm gücüyle çepeçevre sarmasıyla mümkün olabilir. İşte “Kurak Günler” bu üçünü de başarıyor. Emin Alper, zaman içerisinde edindiği tüm tecrübesini oldukça başarılı bir kamera arkası ve kamera önü ekibiyle birleştirip sinemanın tüm potansiyelini kullandığını hissediyorsunuz. Ve arthouse sinema diye başlayıp gittikçe içimizi solduran alanla “izleyiciye ne versek alacaklar” mantığına doğru koşar adım ilerlemesini endişeyle izlediğim popüler kültür alanını birleştirdiğini düşünüyorum ben bu şekilde. Bence bu çok önce olmalıydı. Dilerim devamı da gelir.

 

Ben filmi İstanbul prömiyerinin gerçekleştirildiği 12. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’nin Atlas gösteriminde izledim. Ve hem bizim seansımız hem de bizden sonraki seans ve Kadıköy Sineması’ndaki seanslar full doluydu, yoğun istek üzerine açılan ek gösterimlerden zaten haberdarsınızdır. Vizyon gösterimlerinde de ilk üç güne ait biletlerin tükenmek üzere olduğunu duydum. Bunda salon sayısının az olmasının etkisi var elbette ama yine de dikkat çekici. Gittikçe artışını sürdüreceğini düşündüğüm bu yüksek izleyici sayısı, bana festivallerde alınan ve nicesinin de yolda olduğuna emin olduğum onlarca ödülden daha büyük bir mutluluk verdi. Çünkü burada sinemamızın geleceği adına bir ümit görüyorum. Özellikle de vizyon sinemalarının hem yüksek fiyatlar hem de pandemi nedeniyle dijital platformlara karşı kan kaybetmeye başladığı bu zamanda, güncel bir film anlayışının izleyiciyi sinemaya döndürme adına bir kurtarıcı rolü üstlenebileceğine inanıyorum.

Hem ciddi dertleri ve göndermeleri olan hem sinema dilini güçlü bir şekilde kullanabilen hem de tüm bunları yaparken sizi oturduğunuz koltuğa kilitleyecek kadar sürükleyici olan yeni bir film anlayışı… Şu ân yerli sinemamız sadece ilkini yapan, sadece ilk ikisini yapan, sadece son ikisini yapan ve pek tabii sadece sonuncuyu bir şekilde tutturup yine de kendini izleten filmlerle dolu. Bunu olumsuz bir yerden söylemiyorum, sırtını sadece bir kısım sinefilin anlayabileceği göndermelere dayayarak kolaya kaçtığını düşündüğüm bir kesim hariç bence hepsinin gideri var yani izleyicide illaki bir karşılık buluyorlar ve bazıları da gerçekten çok iyi. Ama salonlardan kaçan izleyiciyi geri getirmek istiyorsak volümü birkaç tık daha arttırmamız, tabiri caizse “tüm tuşlara aynı ânda basmamız” gerekiyor. Çünkü hem dijital platformlar sayesinde yapım tasarımı adına kaliteye alışan izleyici kitlesini tatmin etmeli hem de onu evinden çıkıp salona gelmeye ikna edecek kadar başarılı ve ilgi çekici olmalı.



Bunun için “Kurak Günler” mükemmel bir örnek. Fısıltısı yüksek bir iş olduğu için ilk gösterimlerin bu kadar büyük ilgi görmesi doğal. Vizyon sonundaki rakamları da takip edeceğim. Muhtemelen birçok sinemacı da radarları oraya çevirecektir. Tekrara düşmek istemiyorum, düştüysem hoş görmenizi rica edeceğim ama bu filmin alacağı sonucun, önümüzdeki dönemde bu tarz bir film anlayışının yeni ürünlerini görebilmemiz adına belirleyici olacağı muhakkak. Ben de yanıma birini alıp vizyonda bir kere daha izlemeyi düşünüyorum, benim gibi düşündüğünü bildiğim çok izleyen var; bunlara yenileri de eklenecek, vizyonda izleyenler eşi dostu alıp tekrar gidecek. Sonrasında bakalım nereye varacağız? Bekleyelim, görelim diyorum.

Filmlerin saniye saniye anlatıldığı tarzda yazılar yazmayı çok sevmiyorum, özellikle de vizyon süreci tamamlanmamış -ve hatta yazı taslakta beklemezse daha başlamamış- bir iş için bunu ekibin emeğine saygısızlık olarak görüyorum. O yüzden birkaç yere daha kısa kısa değinip takdiri izleyiciye bırakacağım.

 

Selahattin Paşalı benim ilk rolünden itibaren tüm projelerini izlediğim ve enerjisini çok sevdiğim, çok başarılı bulduğum bir aktör. Hem mesleğini ciddiye alan hem de röportajlarını okuduğunuz, katıldığı programları izlediğinizde kişisel olarak kendini geliştirmeyi önemseyen biri olduğunu görüyorsunuz. Güzel de bir hikâyesi var. Kurak Günler’deki performansını da çok beğendim. Şu sıralar hak ettiği değeri görmeye başladı. Kendisini ileride daha nice güzel rolde izleyeceğimize ve çok güzel bir yolculuğu olacağına inanıyorum. Yeni projelerini bekliyoruz.

Ekin Koç uzun zamandır hepimizin tanıdığı, bildiği çok başarılı bir isim. Ama sanırım ilk defa bir rolünü bu kadar “rahatsız edici” buldum. Karakteri izlediğinizde göreceksiniz, biraz acayip bir karakter. Net bir şekle şemale koyamıyorsunuz ve o kadar güvenemiyorsunuz ki Emre’yi sarıp sarmalayıp ondan koruma isteğiyle dolup taşıyorsunuz. Ama öte yandan da o keşmekeşin içerisinde Emre’nin iyi kötü destek alabileceği tek insan o. Bu yüzden değerli bir karakter. Arka hikâyesini de bir tık izliyoruz. Ama bir tık.

 

Filmde benim eksik gördüğüm nokta karakter tasarımlarında bu arka hikâyelerin bir tık zayıf kalması. Evet, filmde gerilimi sağlayan şey belirsizlik. Ama sona geldiğimizde film boyunca parça parça gösterilen arka hikâyelerin biraz daha net bir yere gelebilmelerini dilerdim. Emre ile Murat arasında baş başa kaldıkları ânlarda daha kişisel diyalogların da geçmesini, onları biraz daha tanıyabilmeyi isterdim. Burada son birkaç sahneye kadar biraz fazla “maruz kalan” pozisyonunda kalıyorlar. Evden bir ânda çıktıkları sahne mesela film boyunca benim Emre’yi en güçlü gördüğüm sahneydi. Bunun gibi birkaç sahne daha görmeyi ve belirsizlik çukurlarından arada yükselip sonra tekrar düşüşünü görmek isterdim. Bu şekilde iki karakterin de köylü karşısında bir tık pasif kaldığını söylemek zorundayız. Gerçekten de film boyunca köylünün zulmü ve baskısına karşı bu kadar çaresizler miydi? Hadi Emre biraz kendinden emin olamamanın bocalamasını yaşadı, kuyruğu dik tutmaya çalışsa da onun elini kolunu bağlayan şeyleri anlayabiliyoruz. Ama Murat karakteri şantajlara boyun eğecek bir profil çizmiyor, kaybedecek çok bir şeyi de yok. Yalnız da bir adam yani neden bu kadar pasif kaldı onu gerçekten çözemedim. Başrol klasmanında bir oyuncu seçildiğini görünce daha aktif bir rol beklemiştim, o yüzden beni şaşırttı.

Filme normal şartlarda 10/10 bir film denilebilirdi ama bu saydığım birkaç neden gibi ufak tefek “daha iyi olabilir miydi?” kısımlarından ötürü ben 8.3 vermişim aldığım notta. Yuvarlasak 8.5/10 diyebiliriz ama çok kurcalamazsanız da çok rahat 9 dersiniz, öyle bir film.

Çünkü gerçekten herkesin üzerine düşeni en şahane şekilde yaptığı bir ekip var arkasında. Yazıda isimlerini uzunca geçiremediğim; Avukat “Şahin” karakterini oynayan Erol Babaoğlu, diş hekimi “Kemal” karakterini canlandıran Erdem Şenocak, 19 yaşında oynadığı ilk film karakteri “Pekmez”le sinemaya şahane bir başlangıç yapan sevgili Eylül Ersöz ve ekipteki her bir isim gerçekten rollerini tertemiz giyinmişlerdi. Bizzat gerçek, yaşayan, aramızda dolaşan insanlar gibilerdi. Çokça sevgiler her birine. Filmde mesleklerinin ve sosyal statülerinin karşılık geldiği anlamlar var, onlara da bir dikkat edin izlerken.

 

Kamera arkası ekibi de elbette anmadan olmaz. Öncelikle bu şahane kurgu için Eytan İpeker ve Özcan Vardar’ı kutluyorum. Spotify’dan film albümüne erişebileceğiniz -bizi koltuğa çivilemekte büyük emeği olan- şahane müzikler için Stefan Will’i, şahane sinematografi için görüntü yönetmeni Christos Karamanis’i ve bu mükemmel kadroyu oluşturduğu için filmin cast direktörü sevgili Ezgi Baltaş başta olmak üzere tüm ekibi can-ı gönülden kutluyorum. Bir tanesi eksik olsa muhtemelen izlediğimiz film çok farklı olurdu. Gerçekten harika bir iş çıkarılmış, herkesin işine özendiği ne kadar belli. Filmin hem senaryosunu hem de yönetmenliğini üstlenen Emin Alper, sırtını çok sağlam insanlara dayamış ve bu sayede emekleri karşılık bulmuş. Dilerim kendisinin daha nice nice güzel filmlerini izleriz ve her seferinde üzerine bir taş daha koymasına şahit oluruz.

Epey uzun bir yazı oldu. Arada kelimelerim karışmış olabilir, ufak hatalar yapmış olabilirim. Bunların hoş görülmesini rica ediyorum. Twitter ve Instagram’da beni kendi ismimle bulabilirsiniz. Hem yorumlardan hem de mesaj kutumdan bana ulaşabilirsiniz, lütfen çekinmeyin. İzledikten sonra bana yazın, yazıda geçiremediğimiz detayların üzerine konuşalım sohbet edelim. Filmler konuşuldukça yaşarlar.

 

Son bir ricam da şudur ki -yazı içerisinde sürprizbozan olma endişesi taşıyarak çok bahsetmek istemedim ama Emin Alper’in son paylaşımını gördüğümden ötürü eklemek istiyorum- medyanın her dediğine inanmayın ve gidin biletinizi alıp filmi sinemada kendiniz izleyin. Hikâyenin esasında toplumsal ve insani bir derdi var. Medyanın bazı yansıtmaları filmin reklamı için katkıda bulunmuş olsa da filmin esas duruşunun arka plana atılması bana doğru gelmiyor. Bir insan hikâyesi Kurak Günler. Anlamaya, anlaşılmaya çabalayan insanların hikâyesi. Bir köy üzerinden anlatılan Türk toplumunun hikâyesi. Hayal kırıklıkları, endişeler, korkular, kaygılar… Tüm bunların arasında hâlâ gülecek bir alan bulma gayreti. Bir hukuk mücadelesi olarak da ifade edilebilir belki. Çoğunluğa karşı var olma, “kendi sesinle” yaşayabilme gayreti. Ben tüm kalbimle bunların tümünün çok kıymetli olduğuna ve sinemada bu türün desteklenmesi gerektiğine inanıyorum.

Kardelenler, karın altından başını çıkarabilen mucize çiçeklerdir. Eğer onların cesaretine ve tüm olumsuz şartlara rağmen var olma gayretlerine destek çıkmazsak, kıymetlerini bilmezsek beyaz bir karanlığın içine hapsolmamız işten bile değil. Ve belki de çok yakın. Ben isterim ki yakın olmasın. Kardelenleri soldurmayalım.

Sevgiyle kalınız efendim.
Elif.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER