Günümüzde pek
çok insanın, pek çok sosyal medya ağına üyeliği bulunmakta. Bu da insanlara
merak ettiği, aşık olduğu, ayrıldığı insanı her daim bir tık uzakta takip
edebilme olasılığı veriyor. Bunu normal boyutlarda tuttuğumuz müddetçe kişisel
işkenceden öteye gitmez. Ancak bu takip -stalker- olma olayını abartmaya
başladığımız zaman hem kendimize hem diğer insana zarar verebilecek noktaya
gelebiliriz. Stalker dizisi bu konu
üzerine kurulmuş.
Zaman zaman haberlerde duyarız ünlü insanları takibe
alan, onlarla zihinlerinde bir dünya kuran bazı insanların, bu ünlülere zarar
verdiğini. Stalker dizisi bu olayın
sadece ünlülerin başına gelmediğini, münferit bir olay olmadığını anlatan bir
dizi.
Morga değil, podyuma yürüyorum !
Dizinin ana karakterleri Golden Globe ödüllü Dylan
McDermoot ve Maggie Q. Jack Larsen (D. McDermoot) New York Cinayet Şubeden LAPD’nin
Tehdit Değerlendirme birimine atanmıştır. Buradaki patronu Beth Davis (Maggie
Q) ve ekibi ile insanların olası stalker zararlarından korumak için çalışır ve
stalker olaylarını çözerler. Cinayet bürodan gelen biri olarak Larsen, başlarda oyunun kurallarını pek anlamaz çünkü ölmüş insanların olaylarını çözmek pek fazla hassasiyet içermez. Ancak stalker olaylarında atacağınız her adım, bir insanın gelecekteki hayatını mahvedebilecek olası tehlikeleri yaratabilir. Ekibin yardımı ile çabuk öğrenir ve cinayet büroda öğrendiği ip uçlarını analiz etme yeteneğini bu birim için de kullanmaya başlar.
Jack Larsen ne tam bir badass (ya da diğer tabiri
ile pain in the ass) ne bir anti-kahraman ne de beyaz atlı bir prens. Geçmişinde bir aile dramı yaşadığını seziyoruz. Öte yandan, Beth Davis “kırıldım
kırılıcam” havasında. Pek bir patron havası yok. Ne kendinden ne de özel
hayatından bahseden biri. Geçmişinde bir travma yaşadığı ve bunun için
saklandığı hissini veriyor dizi.İlerleyen bölümlerde iki ana karakterin geçmişinin sebep olduğu karmaşık olaylara dalıyoruz. Asıl anlatılan hikayeler yanında bu yan hikayeler diziyi daha da canlandırıyor.
Dizinin pilot bölümü iyi bir başlangıç değildi. Her
şey çok mekanik idi. Yaşananlar pek çok diziden aşina olduğumuz şekli ile olması
gerektiği gibi oldu. Gizem ya da heyecan noktaları bırakmamıştı bize. Ancak
ilerleyen bölümlerde hem oyuncular hem anlatılan hikâyeler birbirine daha
kaynaştı ve izlenilir bir hal aldı. On sekiz bölüm yayınlandı ve halen birinci sezonu devam etmekte.
Dizi televizyonda izlenebilir ve hatta hit olabilir
bir kurguya sahip aslında: başarılı bir kast, düzgün bir hikaye yapısı, ilginç
anlatılış tarzı. Yine de izlerken “bu yemeğin bir baharatı eksik! Ama ne?”
hissi veriyor. Sanırım bunun sebebi ileride ilişki yaşaması muhtemel iki ana
karakter arasında umulan o enerjinin olmaması. Ya da Jack Larsen karakterinin
moda dergilerinden fırlamış halinin bizi “kurtarılması gereken, yaralarımızı
birlikte saralım” kategorisinde bir esas oğlan olduğuna ikna edememesi.
Yine de
diziyi anlatılan hikayeler için izleyebiliriz. Çünkü sıradan hayatımızın
ansızın nasıl alt üst olabileceğini gösteriyor. Dahası bunun yalnızca
kadınların başına gelen bir olay olmadığını da anlattığı erkek hikayeleri ile
gösteriyor. Yine de diziden beklentim keşke bu stalking evrelerini daha
ayrıntılı gösterseydi. İnsanların stalklamak için neler yaptığını görseydik ve
bu basit gibi görünen sessiz şiddetin nasıl tehlike yaratabileceğini hissetse
idik. O zaman dizi çok başarılı psikolojik gerilim dizisi olurdu. Bu hali ile
var olan kriminal dizileri gibi olmaktan öteye gidemiyor.