Diziye epeydir buradan bir şey izlemedim diye gezindiğim Amazon Prime Video’da rastladım. Tek akşamda art arda izledim ve bana o kadar iyi geldi ki. Zaten bu sene ilk sezonu yayımlanmış. Toplamda 8 bölüm ve bölümler otuzar dakika civarında seyrediyor. Hayattan birkaç saatliğine uzaklaşıp kendinize dönebileceğiniz ve muhtemel olarak bazı yaşamsal gayretlerinizi sorgulayacağınız bir etkisi var.
Dizinin hikâyesi, üç otizmli genç yetişkinin bir apartman dairesinde buluşmaları ve bir yaşam koçunun desteğiyle sosyal yaşama uyumlanma gayretlerini konu alıyor. Ailelerinden bağımsız bir şekilde kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenme amaçları var. Tabii ki bu hiç kolay değil. Sadece onlar için değil -ve hatta belki onlardan da fazla- bugüne kadar onların her ânlarında yanlarında olan aileleri de epey zorlanıyor bu süreçte. Jack, Harrison ve Violette hayatlarının kontrolünü ellerine almanın sorumluluğunu üstlenme konusunda zorlanıyorlar. Yirmi beş sene devamlı birilerinin gözetimiyle yaşadıkları bu kısıtlı konfor alanından çıkmaları gerekiyor. Onlar düşe kalka bunu başarmaya çalışırken ailelerinin de kendilerini geri çekmeye ve onların yeri geldiğinde hatalar yaparak düşmelerine müsaade etmeye, onlara müdahale etmemeye alışmaları gerek. İşte hikâyemizin ana engelleri bunlar. Temel olarak bir “hayatı öğrenme” ve bu hayatta “duracağı yeri belirleme” meseleleri işleniyor.

Jack’de “Mucize Doktor”un Ali’sinden de tanıyacağımız Asperger Sendromu var. Düşündüğü her şeyi direkt söylüyor. İnsan ilişkilerinde ve bütçe yönetiminde sorun yaşadığı için hem iş hem de özel hayatında zorlanıyor. Harrison fazlasıyla utangaç bir tip, yanılmıyorsam sosyal fobisi var. Hiç evden çıkmıyor, devamlı bilgisayar oyunu oynuyor. Ailesi hep onu kollayarak büyütmüş, ne istese yapmışlar ve Harrison da doğal olarak sosyal ilişkilerde başarısız. Bir “dışarı” hayatı hiç olmadığı için ne bir arkadaşı ne de bir iş/okul çevresi var. Ayriyeten bu hareketsiz ve antisosyal yaşamın bir getirisi olarak kilo problemi de yaşıyor. Violette, deli gibi “yaşamak” isteyen bir genç kadın. Bir fastfood yerinde çalışıyor. İş arkadaşları olan kızlar gibi bir flörtü olsun, bir sosyal hayatı olsun, onlar gibi gezsin tozsun yaşasın istiyor. Ama insanlara çok çabuk güveniyor, sosyal konularda mantığını yeterli derecede kullanamıyor. Hem bu kadar atılgan olup hem de bu kadar tecrübesiz olması onu hâliyle biraz korumasız bırakıyor.
Bir de yaşam koçumuz “Mandy” var. Açıkçası kendisi bana “Keşke benim de bir Mandy’m olsa…” dedirten bir karakter. Çünkü hem destekleyici hem de teşvik edici yaklaşımıyla her daim Jack, Harrison ve Violette’nin yanında oluyor. İşi bu. Esasen “nöroloji” alanında okumak, bu alanda ilerlemek istiyor. Ve bu üç gençle çalışmak ona da iyi gelse de asıl niyeti sınavları geçip eğitimine devam etmek… Desek de sahiden öyle mi acaba?.. Zaman içerisinde Mandy karakterinin de hem kendi hayatına hem de ilişkisine dair bir sorgulamaya gittiğini görüyoruz.
Dizide beni en çok etkileyen yer, sevgilisi Ewatomi’yi “normal bir randevuya” çıkarmak isteyen Jack’in normal olma gayretini Mandy ile paylaştığı o araba sahnesiydi.
“Bence kendin olmalısın Jack. Ne olursa olsun, bence o kadar güzel bir insansın ki kim olduğunu saklamamalısın.”
Jack her ne kadar buna “Sanırım kusacağım…” gibi bir tepki verdiyse de:)) Mandy çok güzel bir yere değinmişti. Sahneyi çok defa geri sararak birkaç kere art arda izledim. Sonraki günlerde de kendi içimden pek çok kere tekrarladım. Bence bir işi özel ve unutulmaz kılan böyle içimize işleyen ve ekrandan uzanıp gündelik hayatımıza, hatta belki kim olduğumuza dair yargılarımıza etki eden kısımlar. Bu sahnede dizinin genel havasında vermeye çalıştığı mesaj da vardı. Hayata uyumlanamamaktan o kadar çok korkuyoruz ki bu endişemizi olduğumuz kişi olarak yaşamanın önüne koyuyoruz çoğu kez hiç farkında bile olmadan.
“Kim olduğunu saklama.”
Yani öyle bir cümle ki bu nasıl anlatsam bilemiyorum. Beni gerçekten çok etkiledi. Bana bu yazıyı yazdıran bu sahne belki de tek başına. Mevlana’nın “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.” diye bir sözü var ya hani. Düz mantık bakıldığında iki cümle de aynı manaya geliyor gibi görünüyor. Ama Mevlana’nın sözü “İçin dışın bir olsun. Kimseyi kandırma.” gibi bir yere gidiyor bence. Bu da iyi. Güzel bir mesajı var, burada tamamız. Ama “Kim olduğunu saklama.” derken farklı bir şeyden bahsediliyor. “Olduğun gibi ol.” diyor; karşındaki için değil, kendin için. “Kendini bi’ sal, o tuttuğun nefesini bi’ bırak.” diyor. Çok şefkatli bir yerden söylüyor bunu. Dizi boyunca şefkati ve sıcaklığına şahit olduğumuz Mandy’den duyunca daha da gerçek geliyor bize bu şefkat.
İşte bölümler boyunca bizi sarmalayan duygu bu: Şefkat!.. Olduğumuz gibi, nasıl hissediyorsak öyle, en gerçek ve en kendi hâlimizle kabul ediyor bizi. Öyle seviyor ve bizim de öyle sevmemizi istiyor. İzleyiciyi buna teşvik ediyor. Önce kendini kabul et. Sonra zaten sıra başkalarına da gelecek. İşte tam olarak bu.
Dizide otizmli gençleri canlandıran üç oyuncunun kendilerinde de otizm var. Ayriyeten diziyi geliştiren ve aynı zamanda da yazarlarından biri olan Jason Katims’ın da oğlu otistik. Tüm bunlar dizinin gerçekliğini arttırıyor. Bunun yanında dışarıdan yabancı bir gözle değil de içeriden hem bilen hem de anlayışla bakabilen bir taraftan anlatılabilmesini sağlamış. İzlerken bunu hissediyorsunuz. Dizinin remake yapıldığı esas versiyonu bir İsrail dizisi olan “On The Spectrum” imiş, bunu yazı için araştırırken öğrendim. Onu izlemedim, izleyen varsa düşüncelerini paylaşabilir ama bence remake hâli oldukça güzel.
Dizi hâlen Amazon’da yayında. Üyeliğiniz varsa eğer bir şans verin derim. (Üyeliğiniz yoksa eğer ayriyeten Amazon Prime’a da bir şans verin derim^^) Hayatın olanca koşturmacasında kendinize bir nefeslik yer açın. Kendinizi olduğunuz gibi kucaklama hissini tadabilmek, “normal” olmak adına verilen uğraşının anlamsızlığını görebilmek için kendinize izin verin. “Normal” dediğimiz şey, fizikte referans aldığımız bir doğrudan ibaret kalacakken alıp onu hayatımıza taşıma kötülüğünü kim yaptı bize? Bir arada yaşayabilmek için aynı olmamız gerektiğini kim öğretti? İlk kim dedi “bizden” olabilmek için “bizim gibi” olmalısın diye? “Sevilmeye yahut saygı görmeye layık olmayı” şartlara bağlayan kimdi?
Kocaman bir dünya var dışarıda. Dilerim savaşları durdurmaya yetmeyen gücümüz, kendi küçük dünyamızda “kim olduğumuzu saklamadan” yaşamaya yetsin. Ve yine dilerim ki maskelerin ardına gizlenenleri değil içini göstermeye cesareti olanları seçsin kalplerimiz.
İnsana dair, insanın içine sakladıklarına dair anlatılar beni her zaman duygulandırıyor. Yine duygulandım. İşte böylece tee Nisan ayında başladığım ama “kim olduğunu saklamama” meselesine sıra gelince ellerimin kitlendiği yazıyı nihayetinde tamamlamak nasip oluyor bana da. Kolay iş değil. Bazen gerçekten de zamana ihtiyacımız oluyor, insanca bir şey bu. Kendini dönüştürmek, kendi ayarını bulmak, dengelenmek… Kar küresinde karların o büyüleyici dökülüşünü görebilmek için önce küreyi bir tık sallamak, sarsmak gerekir ya hani. Öyle.
Kendimizi sarsmaya cesaret edeceğimiz, sonrasında yine kendi kendimizle dengeleneceğimiz nefis bir yaz olsun. Güneş bizi bize aydınlatsın.
Ve sonra, arada gölgede dinlenmek istesek de ekseriyetle saklanmadan yaşamayı öğrenelim.
Sevgiyle.
Elif