Notre Dame’in Kamburu Müzikali: “İnsan yıldızlara çıkmak istedi…"

Notre Dame’in Kamburu Müzikali: “İnsan yıldızlara çıkmak istedi…
Pandemi zamanında en çok ve en uzun müddet özlediğim şey tiyatroya gitmekti. Tiyatrolara destek için yapılan online gösterimleri de mümkün olduğunca takip ettim ama o sahne kokusunu duyabilmek başka bir şey tabii. Oyuncuların parfümleri, sahnede pişen bir yemek yahut yakılan bir mum, her harekette yükselen o tanıdık sahne tozu… Bu eşsiz harmoninin o dost kokusu… Sanıyorum hiç tiyatroya gitmemiş, o atmosferi solumamış birine bunu anlatmaya çalışmak hiç görmeyen birine dünyanın renklerini anlatmak kadar zor olmalı.

İşte bu hasret benim için nihayet son buldu. Pandemiden sonra, ilk kez maskeli bir şekilde oyun izledim. Müzikalleri oldum olası severim. Notre Dame’in Kamburu müzikalini de aynı ekibin pandemiden önceki bir turnesinde izlemiş ve çok beğenmiştim. Şehrimize tekrar geleceğini öğrenince dedim tanıdık bir oyunla daha dostane bir dönüş yapalım o kırmızı koltuklara.

Pierre (Andrea Primavera) giriş yaptığı ân sen benim gözler dol… Oyunun ilk birkaç dakikası gözlerim dolu dolu izledim. Sanki yeniden sahnelere kavuştuğumuza inanamaz gibi…


“İnsan yıldızlara çıkmak istedi. Tarihini yazmak… Cama veya taşa…”

Orijinal versiyonunun kaydını izlediğimde bu giriş çok etkilemişti beni. Yine aynı öyle hissettim sahnede izlerken de. Victor Hugo beş asır önce bir hikâye anlatıyor ve bu hikâye elden ele dilden dile koca bir çağı aşarak günümüze ulaşıyor. Tiyatro bunun en güzel yollarından biri. En canlı, en sahi yolu belki de… Sanatçılar topluluklar hâlinde kümeleniyorlar ve her biri birer hikâyeyi seçip aylarca hatta bazen yıllarca gecelerini gündüzlerini o hikâyelere katıyorlar. Yüzyıllar evvelinin karakterleri yeniden canlanıyor; duygular zaten ölmez ama o hikâyelerin içindeki yerlerini yeniden alıyorlar. Bizler izleyici olarak koltuklara diziliyoruz ve karşımızda dünya bir ileriye bir geriye defalarca dönüp duruyor. Sanat elimizden şefkatle tutuyor ve birlikte çağları aşıyoruz.

Tiyatroyu benim gözümde sinemadan üstün tutan asla bitmeyen bir şey olması. Sanatçıların hikâyeyle işleri hiçbir zaman bitmiyor. Bir kere çalışıp performanslarıyla kayda alınarak kenara çekilmiyorlar. O oyun kaç kez sahnelenirse o hikâye o kadar kez yeniden yaşanıyor. Bir oyuncu bir karakterin elini tuttu mu o karakter onunla anıldığı müddetçe tuttuğu o eli bırakmıyor; bazen on yıllarca o karakter içinin bir tarafında hüküm sürmeye, nefes almaya devam ediyor. Hiçbir performans bir diğerinin aynısı değil. Bir gösterimde üzücü bir anının hüznü oyuncunun sesinde ekstra bir buğu olarak yer buluyor, başka bir gösterimde içindeki coşku melodramın orta yerinde gizliden gülen gözlerle beliriveriyor. Bir ötekinde dokunuşu farklı, ötekinde duruşu yahut enerjisi bambaşka. Bunu tiyatronun yaşayan bir sanat olmasına bağlıyorum. Ve bu beni büyülüyor.



Sevdiğimiz bir filmi de birkaç kere izleriz. Her izlediğimizde farklı bir detay fark ederiz yahut artık farklı bir kişi olarak izlediğimiz için bulduğumuz bazı anlamlar değişir, bu öznel bir süreçtir. Oysa tiyatroda izlediğiniz şey, az önce saydığım örnekler ve daha niceleriyle birlikte “gerçekten” değişir. Çok fazla provası yapılan ve uzun yıllarca aynı ekiple oynanan oyunlarda bu değişimi daha az görürüz ama bir gösterimle diğer gösterimi tıpatıp aynı olan iki performans görebilmeniz mümkün değildir.

Bu yüzden ben de özellikle beğendiğim oyunları denk geldikçe tekrar tekrar izlemeyi, her seferinde en baştan keşfetmeyi seviyorum. Notre Dame’in Kamburu Müzikali için de bu geçerli. İki sene önce izlediğimle bu hafta izlediğim aynı değildi. Oyuncuların dış görünüşlerinde ufak değişiklikler vardı. Ayriyeten karakterin tiplemesinden ötürü ifadesine tam hâkim olamadığımız Quasimodo hariç bu gösterimde karakterler melodramın tüm o ağır havasına karşın gözlerinde gizli birer gülüş saklıyorlardı. Nedeni belki güzel bir haber belki de sahnelerin özlemi, ait olunan yere dönmenin o mutlu enerjisidir orasını bilemeyiz ama hikâyeye ekstra bir boyut kattığı kesin. Bunun gibi ufak detaylardaki farklılıklar, aynı hikâyenin görünürde aynı uyarlama versiyonuna bile ikinci üçüncü bakışlar kazanabilmemizi sağlıyor.

Evet, pekâlâ, bir buçuk sene canlı tiyatro deneyimine hasret kalmış bir Elif’in coşkuyla sonu gelmeyeceğinden endişe edilen satırlarından çekip kurtaracağım şimdi sizi. Tiyatro aşkımızı bilâhare uzun uzun görüşürüz, malumunuz benim elimden kurtulmak pek mümkün değildir. Oyun özelinde biraz bakalım. İlk gidişimde yazmak nasip olmamıştı, şimdi kısaca biraz konuşalım.



Benim orijinal versiyonda en sevdiğim kısım Papaz Frollo’nun Tu vas me détruire” (Beni Mahvedeceksin) sahnesi idi. Bizdeki versiyonda da “Beni yok etme.” olarak çevrilmiş. Frollo’nun doğruları ve duyguları arasında sıkışmışlığını, hissettiği çaresizliği anlattığı yer. Daniel Lavoie efsane bir ruh üflemişti. Erhan Yaman’ın performansını da beğendim.

Orijinal versiyonda Pierre ve Quasimodo sahnelerini de çok beğenmiştim. Şair Pierre bizdeki versiyonda da Andrea Primavera tarafından çok güzel canlandırılmış. Quasimodo karakterini bizde aynı zamanda oyunun yönetmenliğini üstlenen ve Erhan Yaman’la birlikte oyunu uyarlayan Vural Bingöl canlandırıyor. Bir kere çok zor bir rol. O kostüm ve makyajla bir buçuk saat durabilmek, kambur bir karakteri canlandırmak başlı başına olayı iyice zorlaştırıyor. Bu nedenle sevgili Vural Bingöl’ü de tebrik ederim. Bu kadar zor şartlarda gerçekten çok iyi bir performans ortaya koymuş.

Ama şöyle bir sorun var ki Quasimodo karakteri başta olmak üzere pek çok karakter oyunun geneline hâkim olan bir soruna kurban gitmiş: Ses sıkıntısı. Oyuncuların sesi arka fondaki müziğin gerisinde kalmış ve sözcüklerin çoğu anlaşılmıyor. Ben uyarlama versiyonu ikinci kez izledim, orijinal kaydı da izlemiştim hatta sevdiğim sahneleri defalarca izlediğim için büyük oranda sözlere hâkimdim. Buna rağmen anlayabilmek için kendimi epey zorlamam ve full odaklanmaya çalışmam gerekti, pek çok yeri zihnimden doldurdum. Quasimodo karakterinin söylediklerinin %70’i anlaşılmıyordu, buna üzüldüm.



Şair Pierre karakterinin diyaloglarının -biraz daha yavaş ritimli olduğu için belki de- neredeyse tamamı anlaşılırdı, gerisini de sahnelerini çok kere izlediğim için zihnimden doldurdum orası sıkıntı olmadı. Esmeralda ve Phoebus karakterleri de %70 civarı anlaşılıyordu ama orijinal versiyonda çok ilgimi çekmeyen karakterler oldukları için gerisini zihnimden dolduramadım eksik kaldılar. Frollo karakteri benim en sevdiğim karakterdi onun sahnelerini hem Fransızca hem Türkçe büyük oranda bildiğim için zihnimde ezber kendiliğinden akmaya başladı, çoğunu zihnimden dinledim arada bazı yerleri anladım. Fleur-de-lys ve Clopin karakterleri de anlaşılır sayılırdı ama eksikti yine de.

Böyle detaylı yazmak istedim çünkü oyuncuların sesleri gerçekten çok güzel, performanslar ve uyarlama-çeviri sözler çok güzel. Ama bu ses sorununun çözülmesi lazım, müzikalin güzelliğini gölgede bırakıyor ve insanlar onca güzel performans varken bunu hatırlıyorlar. İlk izlediğimde bunun o kadara ayırdına varmamıştım, anladığım kadarıyla sözler çok güzeldi ve performanslardan gözlerimi alamamıştım. (Hatta Türkçe senaryo metnini okumayı çok istedim ama internette bulamamıştım…) Anlamadığım bazı yerleri ilk önce herhalde ben yetişemedim diye düşünmüştüm, sonra da bizim sahnenin sistemi yetersizdir yahut arızalıdır belki de diye düşündüm.

Ama bu sefer hem artık ilerleyişe hâkim olarak hem de orijinal kaydı pek çok kere izlemiş biri olarak bizim versiyonu ikinci kez izlediğimde bu ses sorununun ne kadar çok şeyi eksik bıraktığını gördüm. İnternette kısa bir araştırdığımda bu sorunun farklı şehirlerden pek çok kişi tarafından dile getirildiğini görünce sorunun sahne sisteminden öte bir yerde olduğunu anladım. Ben ses uzmanı değilim, bu yüzden bir çözüm önermeye kalkmak haddim değil ama teknik ekibin bu durumla ilgilenmesi gerekiyor. Çünkü böylesi bir iş güzellikleriyle anılmayı hak ediyor kanımca.



Bu ses sorununa rağmen bizdeki Esmeralda ve Phoebus karakterlerini orijinal versiyondan daha çok beğendim. Daha canlı geldiler gözüme. Ve canlandıran oyuncuların sesleri ve sahnedeki duruşları da gerçekten çok güzel. Sevgili Kamala Mustafayeva ve Hayri Diken’i içtenlikle kutluyorum.

Melodramın enerjisini yükselten dansçı ekip de gerçekten çok iyiydi. Müzikler zaten şahane. Kayıtların tekrar elden geçirilerek ses sıkıntısının giderileceği yeni gösterimlerde ben bu oyunun çok daha güzel yerlere gidebileceğini ve daha uzun yıllar dopdolu salonlarla oynanacağını düşünüyorum. O yeni versiyonuyla 3. kez Ordu’muza gelseler izler miyim? Tabii ki arkadaşlar, benden bahsediyoruz, koşa koşa giderim. Üç de olur dört de beş de. :)

Evet, yazımızın sonlarına doğru gelirken asla eksik kalmayan safozluğumu da anlatıp size öyle veda etmek isterim… ^^ Oyunun sonlarına doğru hatırladığım sahnelerden aklımda bir dans sahnesi daha kaldı. Musmutlu hadi benim son sevdiğim sahnem de gelsin, sonra sezonun ilk ayakta alkışlama coşkusuna kavuşalım diye bekliyorum. Allah Allah bi’ baktım Pierre veda sözlerini söylüyor, o da nesi ekip tek tek gelip selam vermeye başladı… Şaşkınlık içerisinde kısa kısa alkışlayıp ellerimi fazla acıtmamaya çalışıyorum ki beklediğim sahne gelsin, öyle fırlayıp alkışlayayım. Hafızamı zorluyorum, acaba diyorum selam verdikten sonra hoş bir final sahnesi miydi o? Bir yandan da etrafa bakıyorum son mu değil mi anlamak için insanların ayağa kalkıp kalkmadığını kontrol ediyorum. Ben bunları düşünürken bir baktım ekip birlikte selam veriyor, gitti gidecekler son ânda yanımdaki beyefendiyi ürküterek fırlıyorum ayağa. Eve giderken bile acaba yeni turne programında senaryodan mı çıkardılar diye düşünüyordum ki bir süre sonra kostümlerden düştü benim zikzaklı köşeli jeton. ^^ Aynı ekibin Çingeneler Zamanı Müzikalinde çok sevdiğim bir dans sahnesi vardı, bir ân zihnimde onu bu müzikale ait zannetmişim… İlk gösterimde büyük çoğunluk Quasimodo’ya kadar beklerken ben Pierre’de kalkmış, ellerim kızarana kadar alkışlamıştım. Böyle bir teselliyle safozluğuma dair kendimi avutuyorum.



Son olarak tüm ekibin emeğine sağlık derken izleyici olarak da bazı reflekslerimize ve nezaket anlayışımıza yeniden kavuşabilmeyi diliyorum. Naçizane kendimi tutamayarak birkaç maddeyi hatırlatmak isterim:
{Burada biraz hanımefendi çizgimden çıkarak söyleneceğim, hoş görelim:)}

- Oyun esnasında “Telefonlarınızı kapatınız.” uyarısı yalnızca kayıt/fotoğraf çekimi yasağından kaynaklanmaz. Çok acil durumlarda ekran parlaklığını sonuna kadar kısarak telefonu kucağınıza gömüp hızlıca işinizi halletmeniz insani bir durumdur, buna bir şey demiyoruz. Ama dakikalarca parlaklık full hâlde telefonla uğraşmak, normal mesajlaşmayı geçtim fısıltıyla sesli mesaj atmaya kalkmak çok ayrı bir boyut.

- Oyun başladığında gündelik hayat muhabbetleri ancak kendi kendinizle birer iç ses olarak devam edebilir. Yetişkin bir insan, tabii ki de bunu bir yabancı tarafından uyarılmak zorunda kalmadan kendi kendine düşünebilir.

- Koltuk numaranız çok ortadaysa birkaç dakika erken gidip insanları ezmeden yerleşmek bir ince düşüncedir, herkes düşünemez yahut bazen mümkün olmaz onu kabul ettik zaten ama hem telefon diye bir icat hem de koskoca bir ara varken tanıdıklara selam vermeye gitme olayını ilk kim çıkardı? Hele de bazı insanların yol verirken ne kadar zorlandığı görüldüğü hâlde… Nezaket anlayışımızda bir terslik var ama ne?



Uzatmak istemiyorum, şimdi ağzımızın tadı bozulmasın Ali Rıza Bey. ^^ Tek derdim saygının sadece bir dizi adına dönüşmemesi. Elbette ki hayatın her alanında hem nazik insanlar hem de “o kadar nazik olmayan” insanlar var. Ama sanatın bir istisna yaratması lazım gelmez mi? Varlığıyla milyonları bütünleştiren, dokunduğu yeri iyileştiren bir mucizenin doğduğu yerlerde daha başka bir atmosfer görme beklentimiz ütopik gelmemeli. Çünkü sanat dediğimiz şey somut bir üretimden ibaret değildir ya hani. Daha soyut bir anlam yüklenir, içeriye hitap eder. İşte tam da bu sayede altı yüz sene önce yazılmış bir hikâye hâlen bu kadar canlı kalabilir, asırlara meydan okuyan gücünü içeriden alır.

Dilerim sanat hepimizi iyileştirsin. Yeri, göğü, değdiği dokunduğu her yeri mucizesiyle kuşatsın. Yine birileri hikâyeler anlatsın, o hikâyeler çağlar ötesinde milyonlara ulaşmaya devam etsin. Binbir emek ve özveriyle açılan perdeler bir daha kapanmak nedir bilmesin.

Laf-ı güzaf ettiysek affola efendim.

Sevgiyle…
Elif
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER