Bir kere olsun edebiyat
dersi gördüyseniz hatırlarsınız. Ekseriyetle edebiyat alanında öne çıksa da
esasında sanat dallarının tümü için hâlen sonu gelmemiş bir tartışma vardır: “Sanat,
sanat için midir yoksa toplum için mi?” Her iki taraf da çeşitli örnekler
vererek ateşli bir şekilde kendi iddialarını savunmaktan hiç geri
durmamışlardır. Hocamız bu tartışmanın detaylarını bize anlatırken ben hep
üçüncü bir seçeneğin olması gerektiğini düşünürdüm. “Sanat gibi böylesine derin
ve sonsuz zenginlikte bir kavram nasıl olur da sadece tek bir şey için
yapılabilir, neden sanatçı illa bir seçim yapmak zorunda?” derdim kendi
içimden. Bunun bir ortası olmalı. Çünkü her iki taraf da kendince haklı.
Biri diyor ki “Sanat
duyulmalıdır, hissedilmelidir.”, öteki diyor ki “Sanat anlaşılmalıdır ki sade
küçük bir kesime değil, tüm topluma hitap edebilsin.” İki tarafın da arzu
ettiği özellik çok kıymetli. Bu yüzden hep bir adım hissin, bir adım anlamın
gelmesi ve ortada hem anlaşılabilen hem de duyulabilen bir sanat kavramı oluşması
gerektiğine inanıyorum. Beni en çok etkileyen isim ve eserler sanatını bu
çerçeveye yakın bir şekilde ortaya koyanlar oluyor.
Bu bağlamda Yılmaz Erdoğan, hem sanatçı kişiliğine hem de hayat duruşuna en çok hayran olduğum isimlerden biri. Ortaya koyduğu işlerin hem bir derdi olduğunu hem de o derdi bir kalpte taşıdığını hissedebiliyorum. Ve bu bana çok kıymetli geliyor. Bir düşünceyi kalıcı yapan şey bize hissettirdiği duygudur. Yılmaz Hoca bunu çok güzel kullanıyor. Didaktiğe kaçmadan hikâyenin ve karakterlerin kendi düzleminde çok güzel işliyor düşünceleri.
“Sen Hiç Ateş Böceği Gördün Mü?”nün film olacağını duyduğumdan beri bu filmi izleyebilmeyi bekliyordum. Yaşımdan sebep sahnede izleme fırsatı bulamadığım ancak methine çok rastladığım bir hikâyeydi. Gülseren karakterinin hem Demet Akbağ’da hem de Yılmaz Erdoğan’da büyük yer ettiğini biliyordum. Böyle güzel bir kadroyla karşımıza çıkacağını görünce de ekstra bir heyecanlandım. Oyun hâlini izlememiş olduğum için herhangi bir karşılaştırma içermeden ve filmi henüz izlememiş olanların seyir keyfine zarar vermemek adına mümkün mertebe spoiler vermemeye dikkat ederek biraz bahsetmek istiyorum.
Hikâye, toplumun itaate
ve “öyle kabul etmeye” alışmış yapısına uyum sağlamaya reddederek hayatın
karanlığından ateşböceklerinin aydınlığına kaçan zeki bir kadın olan
Gülseren’in hayat öyküsünü konu alıyor. Bir albümün yapraklarıyla ilerleyerek
geçmişe dönüşlerle izliyoruz hikâyeyi. Eski albümleri incelerken kafamın içinde
yapmaya çalıştığım şeyi izlemek hoşuma gitti.
“Hiçbir şeye
benzemez biliyor musun, bir şeye inanmanın tadı.”
7 Kasım 1951’den
başlatıyoruz. Gülseren’in toplumla uyum sorunları ve kendi olma çabasıyla
geçiyor zaman. Bir yandan arka tarafta tarih açısından oldukça zengin bir evren
akıyor. Yetmiş ve seksen darbeleri, dönemin siyasi yapısına fikirlerin değil o
fikirler uğruna çarpıştırılan insanların ve toplumun perspektifinden bakıyoruz.
Yiten hayatlar, yarım kalan planlar ve eksik kalan insanlar… Ama yine de doğru.
Bir şeye inanmanın ve onun uğruna mücadele etmenin tadı hâlâ hiçbir şeye
benzemiyor.

Belki de mesele neye niçin inandığımızı iyi bilmek ve bu inancımızın bizi götürebileceği yeri, akabinde bizden götürebileceklerini öngörebilme becerimize sıkı sıkı tutunmak. Neticede inanç, öznesi ne olursa olsun, bizi güçlü kılan bir şeydir, sorgulamayı bırakmadıkça. Kitapları savunduğumuz iddialara destek bulma amaçlı değil, o iddiaları sorgulama/testten geçirme amaçlı okuduğumuzda gerçekten de inancın tadına doya doya varabileceğiz. “İnandırılmak” ile “inanmak” arasında görünürde incecik ama esasta kocaman bir fark var ya hani, biz o farkın bilincinde olabildiğimiz vakit işte o zaman yeniden bir şeylere inanıyor olmak çok kıymetli hâle gelecek. Ve bu kez bizi ayıran, zıt cephelere savuran çatışmalardan ziyade birlikte zenginleşebileceğimiz günleri göreceğiz.
Filmde inanç kavramını hem toplumsal hem siyasi hem de dini açıdan sorgulayan göndermeler bana çok kıymetli geldi. İnanç sömürüsü ne yazık ki sadece bizim toplumuzda değil tüm dünyada çok yaygın bir şey. Dini açıdan baktığımızda binyıllardır çeşitli çıkarlar uğruna okumayan, araştırmayan insanların uydurma doğrulara “inandırıldığını” görüyoruz. Bu bakımdan o sahtekâr hocaya karşı hem Gülseren’in kendi karakterine özgü bir üslupla gösterdiği tepki, özellikle de Merve Dizdar’ın canlandırdığı İzzet karakterinin “Ben hafızım. Kitapta böyle bir yazmıyor.” şeklinde bir cümleyle tepki vererek o ortamda durmaya tahammül edememesi hâlen bu girdabın içinde bulunan izleyicilere ulaşması ihtimaliyle bana çok kıymetli geldi.

İzzet karakteri kendime çok yakın bulduğum ve hızlı özdeşim kurabildiğim bir karakterdi. İclal’in düzenli fotoğraf çekinme isteğini açıklarken kurduğu “Çünkü unutulmak istemiyorum.” cümlesine cevaben “Ben de hatırlanmak istemiyorum.” ifadesi bize karakterin içerisinde bulunduğu ruh hâline dair bir harita sunuyordu. Esasında İzzet de Gülseren gibi sorgulayan ve kendi kişiliğini koruyabilen bir karakter ama bunun yanında o bir şekilde içinde bulunduğu topluma uyum sağlayabilme becerisine de sahip. Zorlansa da bir şekilde o akışta kendine bir yer bulabilmiş. Bu insanı gerçekten yalnızlıktan kurtarabilir mi yoksa daha beteri kalabalıklar içinde bastırılarak insanın içini daha fena yiyen bir yalnızlığa mı mahkûm bırakır, orası tartışmaya açık.
Hazım karakteri de benim çok ilgimi çekti. Ushan Çakır rolü çok güzel giyinmiş. O dönemleri düşündüğümüzde çok gerçek bir karakterdi. Hikâyede denge güzel kurulmuş. Kürşat karakterinin bulunduğu ucun aşırılığını nasıl görebildiysek Hazım için de o zamana kadar sevip nazik davrandığı Gülseren’i ona gerçekleri söyleyince aşağıladığı sahnede aynı şeyi net biçimde görebildik. Spoiler vermeme gayretimiz var, o yüzden sahneyi izlemediyseniz de izleyince dediğimi anlayacaksınız diyelim.
“Hani bir radyoda
çok sevdiğin bir şarkıya denk gelirsin tam sesini açacağın sırada şarkı biter
ya öyle bir şeydi.”
Daha pek çok güzel
gönderme barındırıyor film. Bunun yanında “sevgi” kavramını “anlaşılmak”la eşleyen
düşüncesini de sevdim. Sizi anlamayan, baktığınız yerde sizin gördüğünüz
şeyleri göremeyen biriyle sevgi gibi eşsiz bir mucizeyi paylaşma fikri size de
ürkütücü ve inanılmaz gelmiyor mu? Günlük hayatta çok duyuyorum. “Çok seviyorum
ama bir türlü beni anlamıyor.” diyorlar. Neden? Sizi anlamayan birini neden ve
hatta nasıl seviyorsunuz?.. Gülseren’in sevgi kavramı bana bu anlamda çok kıymetli
geldi. Babasıyla arasındaki bağ ve akabinde Dündar’la kurduğu bağ… Anlamak ne
ağır yük anlaşılmayınca ama nasıl güzel oluyor hayat sizi anlayan birini
bulunca.
Hikâyeyi ilk defa oyun
olarak izleyenler için tabii ki sahnedeki hâlinin yeri bir başka olacaktır.
Bunu filme bir eleştiri olarak sunmak bana pek objektif bir yaklaşım olarak gelmiyor.
Neticede kitaptan filme uyarlanan işlerde de kitabı daha önce okuyan kitabı,
filmi daha önce izleyen filmi daha çok sever. Bu, istisnaları olabileceği gibi
ekseriyetle değişmeyen bir durumdur. O yüzden bu yanılsamaya düşmeden ekibe
hakkını vermek gerek diye düşünüyorum.
Ecem Erkek, Devrim Yakut,
Engin Alkan, Ushan Çakır, Bülent Çolak, Ahmet Rıfat Şungar, Merve Dizdar,
Atakan Çelik, Bora Akkaş, Ilgaz Kaya ve isimlerini sayamadığım diğer tüm oyuncu
kadrosu harika iş çıkarmış. Yönetmen Andaç Haznedaroğlu ve yazı boyunca çok
defa andığım senarist sevgili Yılmaz Erdoğan başta olmak üzere tüm ekibin
emeğine sağlık.
Demek ki neymiş? Bir dert
gerçek olunca üzerinden 3 sene de geçse 23 sene de geçse etkisi yitmiyormuş. Hâlâ
insanları aynı duyguda buluşturabiliyormuş. Bu da bize hikâyelerin
eskimezliğine dair bir örnek olsun efendim.
Sevgiyle ve lütfen artık
sağlıkla…