İnsanlar en çok neden korkar biliyor musunuz?
Bilinmeyenden... Özellikle de hayatları boyunca sürekli kayıplar vermiş
insanlar daha da korkar bilinmeyenden. Çünkü bilinmeyen demek yeniden kaybetme
ve tabi ki yeniden üzülme ihtimali demektir. Yeniliklerden kaçmak, kendi konfor
alanını yaratmak en kolayıdır. Her gün aynı yoldan işe gitmek, hep aynı
lokantada yemek yemek, hep aynı otelde kalmak gibi... Tabi bunlar daha günlük
konforlar. Bir de duygusal konforlar vardır. Terk edilmemek için sevmeyi
denemek yerine, seni sevenle ve en iyi tanıyanla olmak örneğin. Tıpkı Serkan’ın
yaptığı gibi.
Hatırlarsınız Aydan Hanım ilk sokağa çıktığı günlerden
birinde Eda’ya demişti ki; “Ağabeyi öldükten sonra o küçücükken biz onu
yurt dışına yolladık. Çok büyük hata yaptım, çünkü bir çocuğun yeri annesinin
yanıdır. Bu nedenle Serkan kendini nasıl açacağını, kadınlara nasıl
güveneceğini bilmiyor. O, sana çok aşık. Sen onu terk edersin diye korktuğu
için seni terk etti. Çünkü onu seven herkes onu terk etti.”
Her zaman terk edilen, ailesi tarafından çok daha küçük
yaşta yıkıp dökülen Serkan işte tam da bu nedenle hayatına Selin dışında
kimseyi almadı. Onu çocukluğundan beri bilen, Serkan anlattı diye değil o
acılarını çekerken bir şekilde etrafında olduğu için yaşadıklarını bilen,
onunla aynı tarzda bir yaşama sahip, git dese de gitmeyen, sövse de duymayan,
onu duygusuz olmasına rağmen kabul eden (ki bence sevmiyor tamamen alışkanlık)
Selin onun konfor alanıydı. Başka birini tanımasına gerek yoktu, Selin vardı ve
o en kusursuz hayat arkadaşıydı. Ama gün geldi Selin onu olduğu gibi kabul
etmekten vazgeçti, “bana bu şekilde davranamaz” dedi ve onu seveni tercih etti,
mantığını seçti kalbi yerine... Onun kalbini seçmesi ise bir aşk oyununun ilk
adımlarını attırdı.
Serkan’ın konfor alanında ilk kez değişimler olmaya
başlamıştı. Bu da onda huzursuzluk yaratıyordu. Değişimden hoşlanmıyordu. Her
şey hep aynı yerde durmalıydı. Ofis sandalyesi bile... Eğer bir şey yer
değiştirirse hayatı tıpkı domino taşları gibi düşebilirdi. O da düşmek
istemiyordu. En kısa sürede hayatını toparlamanın bir yolunu bulmalıydı. Ve o
tam bu düşünceler içerisindeyken damdan düşer gibi Eda girdi hayatına Serkan’ın
dengesini bozdu.
Önce okulda karşısına çıkarak hataları sevmeyen adama hata
yaptığını yüzüne vurdu, sonra kelepçeyi ona taktı, “robot” diye yüzüne
haykırdı, uçakta hostesi oldu, sahilde Selin’e karşı en büyük silahı, skandal
sevmeyen adamın en büyük skandalı olarak tüm basının önünde dudağına
yapıştı. Ve tüm bunlar ile birlikte Serkan kendisini bir anda hiç
beklenmedik bir oyununun kurucusu olarak buldu.
Eda’nın hayatına girişini kontrol edemese de onunla
yaşayacağı her anı kontrol etmek istedi. Yüzlerce kuralın yer aldığı bir
sözleşmeyle... Hayatı olduğu gibi bu aşk oyununun da kontrolü onda olmalıydı.
Eda onun için bir bilinmeyen değil, yaptığı bir sözleşme olmalıydı. Maddeleri
ve çerçevesi çok net bir sözleşme. Ama işte insanların karakterleri ve
duyguları sözleşmeyle kontrol edilemiyordu. Karşısındaki kişi kafa nereye
giderse, rüzgâr nereye eserse giden; aniden kararlar alan, her türlü deliliği
ve beklenmedik olayları yapan, yaptığı hiçbir şeyden de pişman olmayan
duygularıyla hareket eden biriydi. Ve onun bu kontrol edilemez hali farkında
olmadan Serkan’ı da bir bilinmeyene doğru yolculuğa çıkardı.

Serkan’ın bilinmeyene doğru çıktığı bu yolculuk ise kendi
içinde o kadar farklı çatışmalara yol açtı ki... Eda’ya nişan gecesi yıldızları
gösterip ertesi gün ise yakınlaştığı için “oyun olduğunu unutma” diye kızması
ve araya mesafe koyması ile başlayan bu çatışma giderek yoğunlaşarak devam
etti. Kendisi “aşk” için bana yabancı bu duygular dese de o bilmediği duygunun
yavaş yavaş bağımlısı oldu. Bir ileri gitti, iki geri... Çünkü yaşadığı bu
duygu yoğunluğu onu aşırı korkutuyordu, hiç bilmediği anlamadığı şeylerdi.
Yaklaştıkça bu duygunun gücünü anlıyor, hissettiklerinden korkuyordu. Sürekli
beyninde tehlike çanları çalıyordu. İş hayatında babasının dediği gibi iç
sesiyle hareket etse de aşkta ve güvende o iç sesi dinlemekten çekiniyordu.
Zaten dinlese de aşkın matematiği olmadığından içindeki sesi bir mantığa
oturtamıyordu. Mantığı olmayan bir şeyin de hayatında yeri yoktu.
Ama duygularıyla hareket eden Eda hiçbir zaman kendinden ve
duruşundan ödün vermeden Serkan’ın bu duyguyla barışmasını sağladı. Ne
hırsızlıkla suçlandığında gururundan vazgeçti ne de “geri dön” dediğinde
dönmeyi seçti. Selin gibi Serkan’ın istediği kalıba girmedi. Serkan da onunla
olabilmek için kendi etrafındaki koruma kalkanlarını çok ama çok zorlanıp panik
ataklar geçirse de bir bir indirmek zorunda kaldı, ta ki kaybetme korkusuyla
çırılçıplak kalana kadar... Çünkü anladı bilinmeyen her zaman korkutucu
değildir, bazen bilinmeyen aslında sana iyi gelendir, her zaman hayatında
eksikliğini hissettiğin bir şeyi doldurandır. Şems-i Tebrizi’nin de dediği
gibi;
“Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın.
‘Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir’ diye endişe etme. Nereden
biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?”
Bazen mantıkla değil, duygularla hareket etmek lazım.
Gözlerimizle değil, ruhumuzla bakmamız gerektiği gibi... Serkan’ın
yaptığı bu seçim hayatında yepyeni bir sayfa açarak onu bazen macera dolu bazen
ise oldukça romantik ama herkesin “devlerin aşkı” diye bahsettiği bir aşkın
başkahramanı yaptı. Eda onun kalbine dokundu ve kan pompalayan, işe gidip
gelen duygusuz bir robotu uslanmaz bir romantiğe çevirdi:
“Seninle tanıştığımdan beri doğru bildiğim ne varsa
yanlış çıktı, yapmam dediğim ne varsa yaptım. Bana bambaşka ufuklar gösterdin.
Hayatımı ters düz ettin.”
Herkes Serkan değişti, Eda onu değiştirdi bambaşka biri
yaptı diye eleştirdi. “Aşk için değişilmez” dendi. Ama asıl Serkan’ı değiştiren
aşkın ta kendisiydi. Bilmediği duyguları tattıkça onların ona ne kadar iyi
geldiğini fark etti, hayatında eksik olanı... Her ne kadar Serkan bu değişimi Balca’ya
“Eskiden ben de işkoliktim. Ancak hayatıma çok akıllı bir kadın girdi ve tüm
hatalarımı yüzüme yüzüme vurarak ne kadar yanlış yaptığımı fark ettim. Bu
şekilde hayatın tadını çıkarmaya başladım. Değişim de zaten hayatın temeli
değil midir?” diyerek anlatsa da onun değişimi bir gün bir kadının elindeki
sihirli değnekle bir anda gerçekleşmedi. Eda ile tanıştığı ilk günden Eda’nın
İtalya’ya gideceği güne kadar yaşanan her şey ilmik ilmik değiştirdi Serkan’ı…

Küçük Prens’in tilkiyi evcilleştirdiği gibi Eda’nın onlar
için verdiği emek ile sevgi değiştirdi Serkan’ı. Gerçekten de sevilmenin, sen
kendin bile hatalı olduğunu düşünürken birinin sana sonsuz güvenmesinin ne
demek olduğunu öğrenerek değişti Serkan. Evet tabi ki önce korktu ve kaçtı,
“birine güvenmek için kanıtlara ihtiyacım var” dedi ama sonra anlamaya çalıştı,
onu farklı hissettiren bu duyguyu denemek istedi, denedikçe de ne kadar değerli
olduğunu anladı. Gücüne güç kattı Eda’nın aşkıyla: “Eğer senin elin
benim kalbimde olursa bütün zorluklara göğüs gerebilirim.” Hatta isminin
“skandal” kelimesiyle anılma fikrinden bile rahatsız olan Serkan hapse
girdiğinde skandala karışmaktan çok sevdiği kadını üzmekten korkar hale geldi.
Ama bir gün, bir uçakla kazasıyla Eda ve Eda ile birlikte
ona sevmeyi, sevilmeyi, emek vermeyi, güvenmeyi, gülmeyi öğreten tüm anılar
silindi gitti beyninden. Şimdi söyleyin bu duyguları hiç tatmamış birine,
duygusuz sadece kan pompalayan bir robota tüm bu yaşadıklarını anlattığınızda
duyduklarına inanmasını cidden bekliyor musunuz?
Eminim ki kaçınız sevdiğiniz kişi için sizden hiç
beklenmeyecek delilikler yapmıştır, kaç kere yıllar sonra onları
hatırladığınızda “Ben bunları nasıl yaptım?” demişsinizdir. Düşünün siz
yaptıklarınızı hatırlayarak aşk için yaptıklarınızı yadırgarken hiç aşkı
tatmayan ve hep kontrollü yaşayan biri kendi yaptıklarını duyunca nasıl tepki
verir? Serkan gibi bir makinenin zamanla, yaşanmışlıklarla yaşanan bir
değişimi anlamasını nasıl bekleyebiliriz? Hele bir de çok tanıdık,
küçüklüğünden beri bildiği bir kişi tüm bu dinlediklerine karşı ön yargı
oluşturmuşsa...
Mesela yeni bir lokantaya gideceksiniz ve arkadaşınıza
söylediğinizde “Ben orada zehirlenmiştim” diyor, gider misiniz? Ya da zevkine
çok güvendiğiniz biri izlemek istediğiniz film için “uyuya kaldım” dediğinde
yine de filmi izler misiniz? Hadi bunlar daha somut örnekler, en yakın
arkadaşınızın yıllarca kötülediği biriyle bir gün tanıştığınızda onu tanımadan,
hikâyenin onun tarafını dinlemeden ön yargılı davranmaz mısınız? Selin’in de
Serkan’a yaptığı tam da buydu. Zaten ona mantıksız gelen, kendisiyle hiç
bağdaştıramadığı bir hikâyeye baştan önyargılı yaklaşmasını sağladı.
Aşk öyle romanlarda okunup, filmlerde izlenip, şarkılarda
dinlenip anlanacak bir şey değildir. Baştan sona her duygusunu yaşamadan
anlayamazsın. Serkan’ın da anlayamadığı gibi... Ona kızanlar oldu,
eleştirenler. Evet kızmalıydık, ama Selin’e yakınlaştığı için değil bir
zamanlar nişanlı olduğu kadına daha saygılı davranması gerektiği için. Hiçbir
şey hissetmese de saygı göstermeliydi. Ama şimdi düşünüp bakıyoruz da ilk
bölümde tanıdığımız robotta aynı kişi değil miydi? Ya da Eda’yı hırsızlıkla
suçlayan?

Serkan Bolat yine aynı robot, kendi konfor alanında olmaktan
hoşlanan duygusuz bir birey. Ancak ufak gibi görünen oysa oldukça büyük bir
farkla... Bu fark da ne olursa olsun hayatının bir senesini unutmanın
gerginliği. Kim ister unutmak bir senesini içinde aşk olmasa, çok rutin bir
sene olsa bile. Nasıl travmatik bir durum hayal bile edemiyorum. Bu nedenle
hali hazırda zaten robot olan birinin bu tip travmalar yaşadıktan sonra daha da
mekanikleşmesini çok yadırgamıyorum. Özellikle kendisine çok yabancı gelen
bir hikâyeyi ve zamanında onda yarattığı değişikleri duyarak konfor alanına,
yani Selin’e daha da çok kaçma arzusunu... Selin, Serkan’ın da sık sık
belirttiği gibi hiçbir şekilde değişmeyen tek bildiği gerçek. Düşünürseniz son
bir senede Serkan’ın ailesi bile değişti. Annesi dışarıda, babası ise
uzaklarda... Onlar bile bıraktığı kişi değiller.
Ama işte aşk, kader, görünmeyen bir kelepçe yaşanmışlıklar
unutulsa da o iki kişiyi yine birbirine çekiyor. Hani bir kere Eda demişti ya
Serkan’a tıraş yaparken “İzlediğimiz filmdeki gibi bir makineyi bağlayıp her
şeyi unutmak istiyorum bazen” diye, Serkan da ona “Hiç güzel bir örnek
değil, onlar yine birbirine âşık oluyor.” diye cevap vermişti. Çünkü aşk
böyle bir şey. Dünyada milyarlarca insandan birini seçiyorsun, onu seviyorsun,
milyonda bir ihtimal o da seni seviyorsa bu bağ anılar gitse de yok olmaz.
Bisiklete binmek, kitap okumak gibi onların düşündüğünün aksine tüm o duygular
geri gelir. Anılar gelmez ama o duygular yine o iki kalp yan yana gelince orada
var olduğunu bir şekilde gösterir. Kalp kendisiyle birlikte atan kalbi her
yerde bulur. İşte biz şimdi bir zamanlar yıldızları izleyip bir şeyler
paylaştığı için sinirlenen Serkan’ın yeniden aynı duygu geçişlerini yaşadığına
şahit oluyoruz. Tek farkı ise daha önce yaşadıklarını bildiğinden bu duygulara
daha da temkinli durması ve tabi ki Eda’nın kendi olamaması.

İtiraf etmeliyim Eternal Sunshine of the Spotless Mind en
sevdiğim filmlerden biridir. Joel ve Clementine’in arasındaki aşk, ayrılıkları
ve ayrılıklarına rağmen yeniden bir araya gelmelerini konu alan filmden aklıma
kazanan o kadar duygu dolu söz var ki. Özellikle geçen haftaki bölüm etiketine
de ilham veren “Birini aklınızdan silebilirsiniz ama onu kalbinizden atmak
başka bir hikayedir.” sözünü… Akıl unutur ve ama #kalpunutmaz. Bu nedenle
Serkan’ın hafızasını kaybedip yeniden Eda’ya âşık olma süreci benim için güzel
bir hikâye dönüşümü ama Eda’nın girdiği bu oyun bu hikâyenin bence kara
lekesi.
Evet, Serkan öküzlük etti ona ama unutması kendi suçu
değildi. Ama Eda (Her ne kadar aksi olsa da) dışarıdan bu büyük aşkı bir günde
silmeyi kendi seçti gibi görünüyor. Tabi ki biz de biliyoruz birinin sana
“geçmişimde yoktun, geleceğimde de olmayacaksın”, “İnsan hatırlamadığı birini
özlemez” ya da “Hiçbir zaman evlenmeyeceğiz” demesinin hatta onu tanımak
istememesinin ne kadar sinir bozucu olduğunu. Bu sinir bozukluğunun fevri
hareketlere neden olabileceğini. Ancak yine de hiçbir zaman duruşundan
vazgeçmeyen Eda’nın aşkının arkasında durmasını isterdim iki ay onu umutla
beklediği gibi…
Çünkü Serkan’ın yerinde olsam bu kadar kolay vazgeçilen aşka
zaten bu duygulara ve hikâyeye önyargılıyken daha da temkinli yaklaşırdım. Bir
ileri, iki geri değil; bir ileri, üç geri giderdim. Bu aşkın büyüklüğünü
sorgulardım (ki sorguluyor). Hikâyenin bu tip bir oyunla gitmesi yerine
Serkan’ın Eda’nın bir zamanlar onun için yaptıklarını ya da yaşadıklarını etraftan
duyarak onu merak etmesini isterdim. Babasının Eda’nın ailesine yaptıklarını,
annesini Eda’nın dışarıya çıkardığını, ağabeyi ile yaşadıklarını anlattığını,
gitar ve piyano çaldığını bildiğini, evinin bir köşesinde Eda’nın ona hediye
ettiği Küçük Prens’in (ilk sayfasında onun çizimiyle) özel bir sayısının olması
gibi... Hatta o kahvede Eda kalktıktan sonra garsona neden orayı kiraladığını
sormasını bile isterdim. İşte o zaman neden insanların bu aşka bu kadar büyük
dediğini daha iyi anlardı.

Yazının başında da dile getirdiğim gibi insan bilinmeyenden
korkar. Eda, Serkan için ilk zamankinden bile daha da bilinmeyenken kendi
olması ve bir oyuna girip kendi doğallığından ödün vermemesi bu aşka yakışandı.
Çünkü Eda’yı özel ve Selin’den farklı kılan doğallığı, içtenliği, hiç fark
etmeden olaylara verdiği tepkiler, insanlara yaklaşımları... ama şimdi oyuna
uymaya çalışırken kendisi olmaktan yani Serkan’ın Eda’sı olmaktan bazı anlar
uzaklaştığını hissediyorum. Evet anlar oluyor, kendini güvende hissettiğinde
oyunun dışına çıkıyor. Birlikte Kemerburgaz projesine hazırlandıkları gibi ya
da Sabahattin Ali okudukları… Ama olsun, inanıyorum bu oyun tez zamanda
Serkan’ın hafızası gelmeden ortaya çıkacaktır. Doğrular her zaman bir gün
ortaya çıkar, değil mi? Ayfer hala bunun sinyallerini verdi bile. Doğrular
ortaya çıkmasa bile Eda kolyeyi takması gibi arkasından bıraktığı izlerle
Serkan’ı hala sevdiğini ona göstereceğine inanmak istiyorum.
Tabi bir yandan Serkan’ın hafızası yerine gelmeden teknede
kendisinin de hatırladığı yeni biriktirdikleri anılar sayesinde Eda’ya yeniden âşık
olması ise en büyük arzum. Çünkü hayatta insanın bir kaderi olduğuna
inanıyorum. Yüz kere de dünyaya gelse yeniden aynı kişiye âşık olabileceğini.
İşte Serkan hatırlamadan önce bu aşkı kabul ederse (çok uzamadan tabi), Eda’yı
daha da tanımak isterse o zaman işte bu aşkın büyüklüğüne hepimiz şahit olmuş
oluruz. İki kalbin her şeye rağmen bir araya geldiğine, kalbin unutmadığına,
Serkan’ın yerinin Eda’nın yanı olduğuna.

Galiba bu yuvaya dönüş hikayesinin ilk adımları atıldı bile.
Anılar silindi ama benimsediği alışkanlıklar fark etmeden Serkan’ın hayatına
yön veriyor. Gittikleri kahveye gitmesi, Eda’nın saçlarını arkaya alması, etraf
karanlık olunca Eda’nın korktuğunu hissederek yaklaşması, çalışırken izlemesi,
limonlu su içmesi gibi. Hatta Sirius’u almaya giderken iç sesini dinleyerek
Selin’e yalan söylemesi, tekneden inerken Eda’yı eve bırakmaya ikna etmeye
çalışırken Selin’i direkt yalnız göndermesi; Selin’e “Bu yüzüğü takmanı
istiyorum” derken Eda’ya yüzüğü kolye olarak geri vermesi hatta onu kendi
takmayı teklif etmesi; Eda’nın kaybolduğunu duyunca Selin pasta üflerken “Hemen
bulup geleyim” demesi bunun daha da belirgin örneği. Kendisi farkında olmadan
refleks olarak buluyor kendini huzurlu bulduğu yerde, Eda’nın yanında.
Serkan şu anda mantığı ve hiç bilmediği duygular arasında
sıkıştı. Bu nedenle de dengesizce, deli divane gibi dolaşıyor. Bir yandan
korunaklı limanı Selin, diğer yandan onu kendisine çeken Eda. Bu dengesizliği
de kırıp döküyor herkesi. Bir gün Eda’ya “Merak ediyorum” diye başlayan sorular
sorarken ertesi sabah hissettiklerini anlamlandıramadığı için yeniden robota
dönüşüyor. Yadırgıyor muyum, hayır!
Yaşadıklarını düşündükçe hak verebiliyorum. Biz aslında Sabahattin Ali’nin “Tesadüf
seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde, fakat her şeyden habersiz, yaşayıp
gidecektim.” sözlerinde dile getirdiği gibi Eda’sız bir Serkan’ın nasıl bir
hayata sahip olacağını görüyoruz şu anda ve zamanla o da hatırlayacak, Eda yine
ona hatırlatacak dünyada başka türlü bir hayatın da mevcut olduğunu, onun da
bir ruhu bulunduğunu….
Serkan bir zamanlar her zaman yemek yediği lokantada her gün
deniz manzarasının nasıl değiştiğini öğrenmişse, şimdi de kuşların sesini
duymayı öğrenecek. Çünkü hem Eda hem de Serkan “Son nefesime kadar sana söz
veriyorum, seni hep seveceğim, hep mutlu edeceğim.” diyerek yemin etmişlerdi.
Serkan’ın tek yapması gereken susturması tüm dünyayı, Eda konuşsun diye… Ve Eda
konuşurken ya da bakarken Küçük Prens’in de dediği gibi; "İnsan ancak
yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez.”
yüreğiyle bakmalıydı ona. Yargılarını sözlere değil, davranışlarına göre
ayarlamalı. İşte o zaman “vazgeçtim” diyen Eda’nın aslında vazgeçmediği,
bakışlarının hala konuştuğunu görebilecek. Sonuçta bu kadar güzel kokan, ışık
saçan birini yüz üstü bırakmak Serkan Bolat’a yakışık kalmaz değil mi?
Hadi romantik robotumuz unutma “Aşk oyunu buna derler,
seçmelisin birini…”