Maudie: Çerçevenin içini umuda boyamak...

Maudie: Çerçevenin içini umuda boyamak...
Maud Lewis… Tarihin onu kaybolan hayatlar mezarlığına çekmek için gösterdiği çabaya direnen, kaba kuvvetle yahut şiddetle değil sadece sıcacık gülümsemesi ve yaşama sevinciyle hayatın ona biçtiği kadere galip gelen güçlü mü güçlü bir kadın. Kendilerinden farklı olanı ötekileştiren “yüce insanlar topluluğuna” inat farkıyla kendini var etmiş nahif bir ressamın yer yer hüzünlü ama en çok gururlu hayat öyküsünü konu alıyor şimdi sizlere anlatacağım film.

Önceki akşam izleyecek bir film ararken sevdiğim bir hesabın eski önerilerinde rastlamıştım bu filme. Konusunu okuduğumda sıcacık bir hikâyeyle karşı karşıya olduğumu hissetmiştim ama açıkçası bu kadar içime işleyeceğini düşünmemiştim. Romantik tarihi dram işlerini çok severim, hele de gerçek bir hayat hikâyesi konu edildiği zaman beni daha da çok kendine çeker. Zamanlararası bir yolculuğa çıkmak gibi geliyor bana bu tarz filmleri izlemek, kaçırdığınız hayatlara yetişmek gibi. Onlardan bir şeyler öğrenmek, onları sevmek için verilmiş bir şans… Maud Lewis benim kesinlikle tanımak isteyeceğim biriydi. Hayatı onun bakışından görebilmek eşsiz bir deneyim. Ve tabii bizzat onun bu nahif mücadelesinden öğreneceğimiz şeyler, alacağımız dersler de çok mühim. “Farklı” kavramından kaçmayı değil; bu zenginliğin farkına varıp onu sımsıkı kucaklayabilmeyi, kıymetini bilmeyi öğrendiğimiz gün sürü hâlinde yaşayan hayvanlardan biri değil de aklı fikri vicdanı olan birer insan olarak yaratılmış olmamızın gereğini yerine getirmiş olacağız.



Filmi Maud rolündeki Sally Hawkins ile kocası Everett’ı canlandıran Ethan Hawke sırtlanmışlar adeta. Zaten ara ara giren birkaç yardımcı karakter hariç filmin büyük bir çoğunluğunda onları izliyoruz. İkisi de oldukça zor bir şeyi başarmışlar. Rolleri yükseltmeden, hayatın içinden sade bir tonla olabildiğince duru yansıtabilmelerine hayran kaldım. Filmi izlediğinizde zaten göreceksiniz film boyunca yumuşak bir hava hâkim. Aslında Maud karakterinin hastalığının yarattığı fiziksel sorunlar ve Everett’ın 1. Dünya Savaşı’nda yaşadıklarının yarattığı travma sonucu sert karakterinden ötürü oldukça yaralayıcı sahneler var filmde. Mesela Everett’ın filmin başlarında Maud’a kullandığı “Önce ben, sonra köpekler, sonra tavuklar, en son sen.” ifadesi kaldırılması çok zor bir cümle. Bunun gibi daha birçok sahne var. Lakin hikâyenin 1935’li yıllardan başladığını göz önüne aldığımız zaman, ki o yıllarda şu ân pek gözde olan Kanada’da kadının ne miras hakkı ne de çocuğunun üzerinde bir hakkı vardı, aslında görüyoruz ki zaten hali hazırda toplumun kendisi kadına bir değer atfetmemiş durumda. Böyle bir ortamın içinde hem kadın hem de “engelli” olarak sayılan bir kişi olarak var olabilmek başlı başına çok zor bir eylem. Bu zamanın gözüyle katlanılamaz görünen durumlara o zaman Maud isminde cesur bir kadın dirayetle göğüs germiş ve bu şartlar altında kendisi olarak yaşayabileceği bir hayat inşa edebilmeyi başarmış. Kendisini saygıyla ve çokça sevgiyle anıyorum. Umarım gerçekten de bu dünyanın ötesinde kavuşabileceğimiz başka bir dünya vardır ve kendisine kocaman sarılabilme şansım olur.

Gelin gerçek hayat öyküsündeki karşılıklarıyla beraber filmin detaylarına bi’ bakalım. Bu yerden sonrası spoiler içerebilir, benim gibi spoiler sevmeyen güzel insanlar yazının bundan sonraki kısmına filmi izledikten sonra devam edebilirler.


"Bazı insanlar sen farklıysan bundan hoşlanmazlar."

Film 1903 doğumlu Maud’un Everett’la 34 yaşında evlendiği bilgisini göz önüne alırsak 1935’li yıllarda başlıyor. Maud’un erkek kardeşi Charles anne babaları vefat ettikten sonra düzenli olarak yaptığı ödeme karşılığı bakması için onu İda Hala’ya bırakıyor. Burada görünürde İda Hala Maud’a bakmakla yükümlü ama Maud’un orada yalnızca bir sığıntı, adeta itip kakılan bir esir konumunda olduğunu görüyoruz. Aile orta-üst düzey bir gelir durumuna sahip ama Maudie fiziksel durumundan ötürü devamlı küçümseniyor ve ailenin yüz karası olarak görülüyor. Filmde bahsedilmeyen bir detay, Maudie aslında ilk dönemlerinde eğitim alan birisi lakin okuldaki arkadaşlarının devamlı onu aşağılamaları ve taciz etmeleri nedeniyle eğitimine devam edemiyor. Hatta sonrasında bu Noel kartlarını boyama işini ona annesi öğretiyor. Çok zeki bir karakter aslında. Filmin ilk sahnesinde Charles’a hatırlıyorsan matematiğim iyiydi sana yardımcı olabilirim demesi ve sonrasında Everett’ın da hesaplarını tutmaya başlamasıyla bu vurgulanmış. Hayatın daha doğrusu kendini çok yüce zanneden birtakım insanlar topluluğunun ona tanımadığı şansların arasında kendine mutlu olabileceği bir alan yaratmaya çalışmış hayatı boyunca. İçindeki bitmek tükenmek bilmez yaşama sevinci ve simasını asla terk etmeyen iç ısıtıcı tebessümüyle bunu başarmış olduğunu da söyleyebiliriz. Ama insan yine de düşünmeden edemiyor. Etrafında ona sürekli “neleri yapamayacağını” söyleyen bir insan topluluğu değil de biraz olsun destekleyici bir çevre olsaydı bu kadın kim bilir daha neler başarırdı? Maud kendi şansını kendi yaratmış. Bir tek Sandra’nın resim kartlarına ilgi göstererek onu bu satış işine başlatmasını ve e tabii biraz da evine hizmetçi olarak girip beraber uyumayı kabul ettiği Everett’ın bir psikopatt değil de sade biraz huysuz, sert biri çıkmasını ona dışarıdan verilen şanslar olarak kabul edebiliriz.

Maud karakteri sadece matematiksel yahut sanatsal bir zekaya değil, aynı zamanda duygusal yönden de güçlü bir zekaya sahip. Everett’la olan ilk sahnelerinde kendisini eve bıraktırmak için kullandığı cümleyle aralarındaki ilk bağı kurmuştu: “Çocuklar beni taşlıyorlar ama kötü olduklarından değil. İnsanlar farklı olanı sevmezler.” O ân dikkat ederseniz eğer Everett’la göz göze geliyorlar. Ve bingo! Görünürdeki tek ortak noktalarına parmak basıyor Maud. İkisi de toplum gözünde farklılar, ikisi de insanlar tarafından sevilmiyorlar ve farklı olarak görüldüklerinden ötürü ötekileştirilerek dışlanmışlar. Everett gibi sert, aksi, sevgi nedir bilmeden yetişmiş bir karakterin ona merhamet ettiği için eşlik etmeyi kabul ettiğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Everett o ilk ân bir “kadın” olarak dahi görmediği kişiyle arasındaki tek ortak noktayı gördü. Onu farklı kılmayan küçücük bir nokta: Farklı olması. ^^


"Kraliyet mavisisin." dedi evet ♥

Sevgi nasıl bir mucizedir ki başta bir kadın olarak dahi görmediğini söylediği kişiye daha sonra “Sana bakınca karımı görüyorum. Her zaman öyle gördüm. Beni terk etmeni istemiyorum.” cümlesini kurdurtuyor insana. Bu mucize, film endüstrilerince pazarlanan iki kelimelik bir cümleye hapsolamayacak derecede eşsiz bir şey. Öyle ki bazen takılan bir sineklik, bazen çatık kaşların ardına gizlenmiş küçük bir gülümseme, bazen de bir çift uyumsuz çorap olarak var edebiliyor kendini. Var olan herhangi bir kalıba sığdırmak mümkün değil, her sevgi kendine özgü bir dille konuşuyor.

Kanada- İrlanda ortak yapımı olan filmin yönetmeni Aisling Walsh. Kendisi filmin kendi gerçekliği içinde var olabilmesi, izleyiciye o atmosferin kendisini sunabilmek adına büyük bir çaba sarf etmiş. Maud ve Everett Lewis’ın evi olduğu gibi yerinden alınıp bir müzeye konulduğu için o evin esasta bulunduğu yerin çok yakınına ekibin sığabileceği ölçüde bir tık büyültülmüş bir rekonstrüksiyonunu inşa etmiş. Görüntü yönetmeni Guy Godfree ve sanat yönetmeni Owen Power da harikalar yaratmışlar. Gerçekten o mekân, o doku, renklerin kontrası muazzamdı. Kimileri “Nuri Bilge Ceylan çekseydi keşke, az daha manzara izlerdik.” gibi ilginç yorumlarda bulunmuş. Açıkçası bir “derdi” olan bi’ film izledik. Ve bu dert dağ taş manzara göstermek değil, yalnızca bizi o atmosfere çekebilmek ve o hissi verebilmekti. Ben bu konuda ziyadesiyle başarılı olduğunu düşünüyorum.


Yanlış görmüyorsunuz, Everett burada gülümsüyooor ♥

Filmin senaryosunu kaleme alan Sherry White gerçek öyküdeki oldukça zor süreçler yerine biraz daha iyiye, umuda odaklanan bir atmosfer çizmeyi tercih ettiğini belirtmiş. Maud Lewis’in güzel şeylerle ve başarı öyküsüyle hatırlanmasını, hatırasını onore etmeyi amaçlayan çizgilerle oluşturulmuş hikâye bunu bir gerçeküstülüğe çevirmeme sınırı çok iyi korumuş. Karakterler tutarlı ilerliyor. Özellikle Everett karakterinin geçirdiği dönüşüm çok özenli aktarılmış. Burada Ethan Hawke’ın başarılı oyunculuğunu da tekrar takdir etmeden geçemeyiz. Film boyunca resmen “Gülsene be adam!” modundaydım. Yani hem o nötr ifadeyi koruyup hem de o ifadenin altından küçük nüanslarla duyguyu geçirebilmek şu ân ekranlarda boy göstererek kendini oyuncu addeden birçok ismin başaramayacağı bir şey. Karakteri öyle içselleştirmiş ki özellikle başlarda kendinden nefret ettirmek için her şeyi yapan Everett’ı anlayabilmek adına yırtınır hâlde buluyorsunuz kendinizi. Maud uzun yıllar boyu kendinden esirgenen bu sevgi kırıntısına nasıl sarılmışsa siz de öyle sarıp sarmalamak istiyorsunuz.

Beni böyle bıraksanız hayran olduğum bu kadının öyküsünü öğrenebildiğim tüm detaylarıyla size saatlerce anlatırım. Ama ben bu satırları yazarken vakit gece yarısına yaklaşıyor ve yazdığım her fazladan satırla filmi izlemeye koşacağınız birer dakikayı sizden çalıyorum. ^^ O zaman gelin Maudie’nin okuyabilene çok anlam içeren şu ifadesiyle toparlayalım: “Hayatın bütünü çerçevelenmiş hâlde, ben sadece onu boyuyorum.” demiş Maud Lewis. İşte hayatın özü tam da burada.


Maud ve Everett Lewis ♥

Maud hayatın ona sunduğu çerçevenin içini umutla ve yaşama sevinciyle boyamayı seçmiş. Bu yüzden ölümünden sonra 22 bine, hatta filmden sonra 45 bine satılan resimlerinin sağlığında on dolardan fazla etmemiş olduğu bilgisi diğer sanatçılarda uyandırdığı hüznü uyandırmıyor söz konusu “O” olunca. Maud sadece ve sadece mutlu olmak için yapmış resimlerini. Kendini gerçekleştirebilmek, hayatını dilediği gibi yaşayabilmek uğruna hiçbir güvencesi olmadan halasının evinden çıkıp gidebilmeyi göze almış olan bu kadın için bugün bize çile gibi görünen şartlar cennet gibi gelmiş. O hayatın ondan çaldığı tüm şeylere inat içindeki renklerden güç almış ve o renklerle ilk gün adım attığı o karanlık, izbe hâldeki minicik evi rengarenk sevgi dolu bir yuvaya çevirmiş. İşte hayat da böyle seçimlerimizden ibaret. Bütün mesele bize verilen çerçevenin içini neyle boyamayı seçeceğimizde. Hayatta bizim için gerçekten önemli olan şeyin ne olduğuna karar vereceğimiz ân belki de tam şu ândır, bilemeyiz değil mi?

Son nefesimizde gönül rahatlığıyla “Sevdim, sevildim.” diyebileceğimiz bir ömür dileğiyle.

Maud ve Everett Lewis’in anısına saygı ve sevgiyle.
Periniz
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER