Irrfan Khan anısına: "The Lunchbox"

Irrfan Khan anısına:
Önceki gün çok üzücü bir haber okudum. Bir süredir kanserle mücadele eden Irrfan Khan hayata veda etmiş. Bu ara çok kayıp yaşadık. Sonumuz nereye varacak bilmiyorum ama gittikçe eksildiğimizi, evlerimizden çıktığımız zaman bizi karşılayacak olan dünyanın bambaşka bir dünya olacağını hissetmek pek iyi gelmiyor. Çok sevdiğim bir söz vardır: “İnsan, dünyada onu hatırlayan son kişi ölünceye kadar ölmez.” Çok da hak verdiğim bir sözdür. Bu yüzden dünyada bir iz bırakabilmiş olmayı çok önemsiyorum. Nice bilim insanı, nice sanatçı ve nice iyilikleriyle kalplere dokunan insan bu sayede bizlerle yaşamaya devam ediyorlar.

Bu yüzden Irrfan Khan’ın da oynadığı filmlerle kalbine ve hayatına dokunduğu insanlarla birlikte yaşamaya devam edeceğine inanıyorum. Pek çok insan onu “Pi’nin Yaşamı”, “The Namesake” ve “Milyoner” gibi filmleriyle tanıyor. Ama ben bir çeşit veda yazısı olmasını arzu ettiğim bu yazıda kalbime en çok dokunan filminden bahsetmek istiyorum size: “The Luncbox (Dabba)”



Türkçeye “Sefertası” olarak çevrilen ve işleniş bakımından İran filmlerini andıran 2013 yapımlı bu film “Yanlış bir tren sizi doğru istasyona götürebilir.” mottosuyla yola çıkıyor. Yönetmenliğini Ritesh Batra’nın senaryosunu ise onunla birlikte Rutvik Oza’nın kaleme aldığı film, özenli anlatımıyla izleyiciyi büyüleyen cinsten bir yapıya sahip. Görünüşte sakin gibi duran ilerleyiş aslında kalbinizi gümbür gümbür attıran bir tempoya sahip. Konusunu kısaca özetlemek gerekirse, film bambaşka hayatlardan iki insanın sistemsel bir hata sonucu başlayan mektuplaşmalarıyla değişen dünyalarını konu alıyor. Yirmi milyon nüfusa sahip Bombay’da 120 yıldır sorunsuz ilerleyen bir yemek dağıtım sistemi var. Evlerinden uzak bir yerde çalışanlara ailelerinden ya da anlaştıkları bir lokantadan her öğlen küçük, etiketli çantalar içerisinde taşınan yemekler gönderiliyor. Yemek saati bitince çantalar yine aynı kişilerle toplanıyor ve her bir çanta teslim alındığı adrese geri götürülüyor. Nimrat Kaur’un canlandırdığı “Ila” karakteri eşinden beklediği ilgiyi göremeyen genç bir kadın. Ila, komşusunun tavsiyesi üzerine kocasının ilgisini çekebilmek için her gün ondan aldığı tariflerle ilginç ve lezzetli yemekler hazırlamaya başlıyor. Birinci gün gönderiyor, tık yok. İkinci gün gönderiyor, yine tık yok. Üçüncü gün gönderiyor, hâlâ tık yok. En son dayanamayıp sorduğunda kocasının her gün aynı yemeği yaptığına dair şikayet etmesiyle yaptığı yemeklerin bir başkasına gittiğini anlıyor. Önce bir inanamıyor çünkü İngilizlerin hazırladığı bu sistemde resmi olarak hata yapılması ihtimali 4 milyonda bir denecek kadar düşük kabul ediliyor. Gönderdiği yemek kabının içine küçük bir mektup bırakarak bu durumu yemekleri alan kişiye bildirmeye karar veriyor. Yazdığı mektubun, her gün anlaştığı lokantadan geldiğini zannettiği yemeklerin birdenbire güzelleşmesiyle şaşıran Bay Fernandes tarafından okunmasıyla başlıyor hikâyemiz.

Irrfan Khan’ın canlandırdığı “Saajan Fernandes” karakteri emekliliğine bir ay kalmış bir muhasebe memuru. Hayatta kimsesi kalmamış ve yalnızlığın bir getirisi olarak huysuz ve soğuk bir duruşa sahip olan Bay Saajan’ın dünyası Ila’nın güzel yemekleriyle birlikte gelen bu mektuplarla güzelleşiyor. Buradan sonra yer yer spoiler a kaçan yorumlarım olabilir. O yüzden filmi henüz izlemediyseniz ve siz de benim gibi spoiler yemekten hoşlanmıyorsanız yazının bundan sonrasını atlaya atlaya tamamlayabilirsiniz.



İkili arasındaki bu mektuplaşmalar hep bir saygı çerçevesi içerisinde kalıyor. İç dünyalarında yalnız kalmış bu iki insan içlerindeki yalnızlık hissini bu paylaşımla dindiriyorlar. Oldukça uzun bir süre susmuş olduğunuzu düşünün, bir ânda bir yabancı satırlar ötesinden sizi duyabilmeye başlıyor ve artık daha güçlü olduğunuzu hissediyorsunuz. Nasıl eşsiz bir his bu... Filmde beni en çok etkileyen kısımlardan biri bu düşünceydi. Ne zamanki Ila eşinin ilgisizliğinin nedeninin ihanet olduğunu öğreniyor, işte orada artık daha cesur konuşabilmeye başlıyorlar. Kızını da alıp Bhutan’a gitmek istiyor Ila. Siz de diyor, “Siz de bizimle gelir misiniz?..”Bhutan, gayri milli hâsılanın değil, gayri milli mutluluğun olduğu yer. Orada üçü için bambaşka bir hayat mümkün.

Bambaşka hayatlar genelde hep hayallerde kalır. İkilinin buluşmak için sözleştiği gün, Saajan aralarında koca bir ömür farkının olduğunu fark ediyor. Kendi “bitmiş” ömrünü, Ila’nın “taze” ömrüne yakıştıramıyor. Bir başka deyişle, kıyamıyor ona. Kendi gözünden mutluluğa en çok yaklaşabileceği yerden onu izlemekle yetiniyor. Ve gidiyor. Oysa ne diyor şair: “Gitmekle gidilmiyor ki/ Gitmekle gitmiş olamazsın/ Gönlün kalır/ Aklın kalır/ Anıların kalır.”*

Filmde güçlü bir biçimde işlenmiş metaforlar, muntazam sahne geçişleri gerçekten etkileyici. Final sahnesi yine en sevdiğim (!) klasik olarak izleyiciye bırakılmış. Gözlerim dolu dolu izlemiştim son kısımları. Birbirlerini bir göz görselerdi, bir güzel bakışma görebilseydik ne olurdu a canım senarist? İzleyicinin filmi kendi kafasında bitirmesi isteniyor. Can yakıcı olsa da, filmin ömrünü uzatmak adına kullanılan bir taktik bu belki de. Aynı filmi hayatının farklı dönemlerinde tekrar izleyen tek bir kişinin bile yaş ve deneyim durumuna göre bambaşka sonları olabilirken milyonlarca izleyici için sonsuz son mümkündür. Hoş bir deyim oldu, yakıştı da. Filmi izlediğim ânki Elif olarak benim kendi zihnimde izlediğim son tabii ki mutlu bitiyor. Bay Saajan, Ila’nın mektubunu okuduktan sonra ona zamanında yetişiyor. Ila tam onları istasyona götürecek olan otobüse binecekken arkasından sesleniyor: “Ila!” Sese doğru başını çevirdiğinde göz göze geliyorlar. Saajan’ın kendisini tanıtmasına gerek yok. Biliyor Ila, anlıyor. Ona böyle güzel bakabilecek olan tek kişinin kim olduğunu biliyorlar. Gülümsüyorlar. Veee the end!



Bu yazının sonunu da aynı şekilde mutlu bitirebilmeyi çok isterdim. Müsait bir zamanımda bu filmi yazmayı istiyordum ama planım asla böyle bir şey üzerine yazmak değildi. Hayat sonunu seyircinin dileğine bırakabileceğimiz bir hikâye değil ne yazık ki... Irrfan Khan’a âşık olduğum bu filmi çok daha coşkulu bir biçimde anlatabilmek istemiştim ama kalemimiz aksi yönde ne kadar çabalasak da bir noktada hep kırık kalıyor, hüzne kayıyoruz. Ama neyse ki elimizde böyle güzellikler var. Zamana yenilmeyecek, tekrar tekrar yenilenecek, kendi sonunu kendi yazacak nice karakter bıraktı geride. En son filmi “Angrezi Medium” bir dram/komedi filmi. Bu sene mart ayında vizyona girmesi planlanan filmin prömiyeri mevcut koşullar nedeniyle online yapılmış. Ben ne zaman kıyıp da izleyebilirim bilemiyorum ama ilgilenenler bir bakıp araştırabilirler.

Satırlarıma burada son veriyorum. Çünkü ne kadar yazarsam yazayım hep eksik kalacağını bildiğim türden bir yazı bu. Ne kadar çok okursam okuyayım her seferinde yeni hatalar bulacağım türden belki... İyisi mi biz öze odaklanalım. Kelimelerim daha fazla karışmadan bitireyim.

Kalbimizdesin usta. Huzurla uyu, o güzel gülümsemen daim kalsın yüzünde.

Sevgiyle...
Özlemle...

*Cemal Süreya/ Şiir / Sevda Sözleri
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER