Korona günlerinde yerli yabancı içerik

Korona günlerinde yerli yabancı içerik
“Her şeyin başı sağlık,” diye boşuna dememişler. Bu konuda hemfikiriz ve zaten günlerdir kendimizi nasıl koruyacağımız, bu işin nereye gideceği bilgileriyle yatıp kalkıyoruz. “Derdini seveyim,” tepkisine maruz kalmayacağımı umarak, birlik ve beraberliğe değil tüketecek içeriğe çok ihtiyacımız olan şu günlerde Corona’nın sinema ve televizyon sektörünü nasıl etkileyeceğine dair bir şeyler karalamak istedim.
 
Yabancıların captive audience adını koyduğu, seyircinin içerik üreticilerinin avucunun içinde olduğu bir dönemdeyiz. Daha işe gitmediğim ikinci günde kafayı yeme belirtileri göstermemden (belki de zaten buna yatkındım, ama bu başka bir yazının konusu) anlıyorum ki, hakikaten de bizi heyecanlandıracak, kafamızı dağıtacak ve vakit geçirmemizi sağlayacak içeriklere her zamankinden çok ihtiyacımız var. Tabii şu an tüm dünyada setler büyük sekteye uğradığı için elimizdeki içerikler üzerinden konuşabiliyoruz. Onları tüketince yenilerinin gelebilmesini ne kadar bekleriz, kestirmek zor. Varsın zor olsun, dedim ya “her şeyin başı sağlık,” diye.
 
Temel görüşümü baştan tek cümleyle belirteyim, zira yazının devamı pek kısa olmayacak: Televizyona hiçbir şey olmaz, sinema için endişeliyim.
 
Önce sinemadan başlayalım. Dünyanın pek çok yerinde salonlar kapatılmış ya da seyirci sayısına kısıtlama getirilmiş durumda. Zaten milyonlar harcanan (ister dolar olsun, ister TL) filmler, potansiyellerine ulaşamayacağının haklı korkusuyla vizyon ertelerken salonların açık kalmasının da bir manası yok. Gösterecek film yok ki!
 
Stüdyo sistemi bu işten en sıyrıksız çıkacak kısım. Disney Nisan ve Mayıs vizyon takvimini temizledi. İster online platformlarına (Disney+ veya Hulu) koyup aboneleri toplar, ister kasasında tutup güneşli günleri bekler. Hisseler düşüyor mu? Evet. Stüdyolar değer kaybediyor. Ama onlar da bu krizi sağlam atlatacak kaynaklara sahip değilse toptan dükkanları kapatıp gitmek lazım. Telaşa mahal yok. Ulu Disney, yeni platformuna abone toplamakta zaten hiç zorlanmamışken Frozen 2 gibi büyük bir filmini epey erkenden Disney+’a yükledi ve bu durum şenlikle karşılandı. Warner Bros. ise gişede aradığını bulamayan ve biraz hakkı yenen Birds of Prey’in online satış tarihini epey öne çekti. Normalin 10 katı satış yapacakları aşikar. Tabii onlar kaşımızın gözümüzün hayrına bu hamleleri yapmıyorlar; ama iki tarafın da kazandığı bu denkleme itiraz edecek değilim.
 
Sektörü değiştirecek, tehlikeli sularda yüzen hamleler başka… Universal, halihazırda vizyonda olan üç filmini 20 Mart itibariyle online satışa açacağını duyurdu. Bu, hala açık olan sinema salonlarını iyice bitirmek demek. Tamam, zaten kapatılmaları gerektiği için bunun üzerinde durmayalım… Universal bununla yetinmedi, Nisan’da vizyona girecek ve kötü dahi olsa animasyon olduğu için belli bir seviyenin üzerinde ilgi çekecek Trolls’ü vizyonuyla aynı gün online satışa da açacağını açıkladı. Nisan’da normale dönebileceğimiz öngörüsünün tatlışlığı bir yana, stüdyoların yıllardır yapmak istediği ama sinema zincirleri tarafından veto edilen böylesi bir kararın böyle bir kaos halinde hasır altından alınması ilgi çekici. Sinemalar, birçok seyircinin büyük perde, iyi ses sistemi gibi fetişleri olmadığını bildiğinden; içerik başka mecralarda da erişilebilir olduğu taktirde müşteri kaybedeceklerinin farkında. Bu yüzden de vizyonla aynı tarihte online satışa oldukça karşılar. Biz tüketici olarak içeriklere ne kadar kolay erişebilirsek o kadar iyi tabii… Ama sinema zincirleri stüdyoları filmlerini programa almamakla tehdit edince konu kilitleniyor, stüdyolar da geri adım atmak zorunda kalıyor. Çünkü ne olursa olsun bu büyük bütçeleri ancak tüm dünyadaki sinemalardan gelecek parayla karşılayabiliyorlar. En azından şimdiye kadar böyleydi. Sadece bağımsız filmlerin bu sistemi işletebildiğini, nispeten de başarılı olduğunu gördük. Açıkçası, insanlar normal seyrinde sinemaya gitmeye başladığında yeni sistemin devam edebileceğini düşünmüyorum. Eğer Black Widow ya da Mulan gibi dev filmler bu yöntemi deneseydi belki bir ihtimal olabilirdi, ama zaten sıradan günlerimizde bir örneklem almadığımız sürece böylesi bir deneyin nasıl sonuç vereceğini kestirmek mümkün değil. Şimdilik, zaten gişede çok başarılı olamayacağı öngörülen içerikleri vizyon takviminden temizlemekle yetineceğiz; biz de seyirci olarak nasiplenebildiğimiz kadar nasipleneceğiz gibi gözüküyor.
 
Stüdyo sistemini bekleyen daha büyük tehlike ise vizyon takvimi. Vizyon planlamak çok incelikli bir strateji gerektirir. İçeriğinizin potansiyeline erişebilmesi için hava sıcaklığından tutun aynı anda vizyonda olacak rakip işlere kadar pek çok engeli nasıl aşacağınızı etraflıca düşünmeniz gerekiyor. Ve bunlar, özellikle Amerika’da, daha projenin ilk tohumları atılırken stratejisi kurulan şeyler. Şimdi bütün gişe filmleri başka bahara kaldığına göre, tüm planlar da suya düştü demektir. Acaba bir Cuma Mulan’a, ertesi hafta yeni James Bond filmine, ertesi gün son Pixar filmine, birkaç gün sonra da Black Widow’a mı gideceğiz? Stüdyolar, ceplerinde biriken içerikleri boşaltmalılar ki yenilerine yer açılsın. Ürettikçe para kazanılan bir sektörde olduğumuza göre, üretim miktarıyla çok oynamamak lazım. Ama tekil seyircinin ayda bir ya da iki filme bilet parası ayırabildiğini de unutmamak gerekiyor. Vizyonu ertelenen çoğu filmin yeni tarih açıklamamasının sebebi işte bu hassas denge. Göz göre göre gişede batmadan, ama stüdyonun vizyon takvimini de alt üst etmeden bir çözüm bulmak gerekiyor. Zaten orta ölçekli filmlerin gişede çok şansı kalmadığı bir dönemdeyken, artık iyice sonlarının geleceğini varsayabiliriz. Her şey normale döndüğünde vizyon büyük filmlerden geçilmeyecek; orta ölçekli filmler de kendilerine online platformlarda seyirci arayacak gibi duruyor. Hal böyleyken de, yeni orta/küçük ölçekli projelere yeşil ışık yanması iyice zorlaşmış oluyor.
 
Türkiye’ye gelecek olursak… “Patlamış mısır” kod adlı krizimizin artçı şokları henüz bitmemiş, taşlar tam yerine oturmamışken şimdi daha zor günler kapıda. Zaten gişede dişe dokunur bir başarı yakalayamayan, ümidini daha kağıt üzerindeyken televizyon satışına bağlamış yüzlerce filmin üretildiği bir ülkedeyiz. O yüzden vizyonu işgal eden o komedi ve korku filmlerinin yine aynı seyirde devam edeceğini varsaymak yanlış olmaz herhalde. Tıpkı yurt dışında olduğu gibi bizde de direkt Netflix gibi platformlara satılıp vizyondan vazgeçen içerikler göreceğimiz kesin. Milyonlar tarafından izleneceği öngörülen büyük stüdyo filmlerini ise çetin bir savaş bekliyor. Çünkü “virüs tehlikesi bitti,” açıklaması gelse dahi insanlar sokağa çıkacak, işlerine gidecek ve sosyalleşecek; fakat yüzlerce kişiyle kapalı ve havasız bir mekanda toplanma cesaretini göstermeleri epey zaman alacak. Sinemaya çok aşık bir memleket olmadığımızı da düşünürsek… Ayrıca tüm Hollywood filmleri vizyon takvimini bombalayacakken, ancak çok iyi prodüksiyonlar kendilerine alan açıp başarıyı yakalayabilecekler. Belki de hal böyleyken üretimi daha kaliteli hale getirmek, “para kazanmak için yapıyoruz işte…” dediğimiz şeylerin para kazanmayacağını bildiğimiz için yapmaktan vazgeçmek bir çözümdür. Düşünmek lazım… Hele ki zaten epey yüksek olan bilet fiyatlarımız karantina dönemindeki gelir kaybını yüksek ihtimal tüketiciye yansıtacak ve onları iyice salonlardan uzaklaştıracakken.
 
En büyük tehlike, yerli ve yabancı “festival filmleri”nde gibi gözüküyor. Zaten pamuk ipliğiyle hayata bağlı oldukları malum. Bu tarz filmler, uluslar arası festivallerde görücüye çıkıp aslında kendine dağıtımcı/yayıncı arayan; ana akım seyircinin ilgisini de kazandığı ödüller oranında çekebilen projeler. Festivallerin hepsi iptal edilirken ya da ertelenirken, bu sene için bu sistemin işleyeceğini söylemek çok zor. Stüdyo sistemi gibi aynı anda birden fazla proje yürütme lüksü de kolay gelmediği, eldeki filmden kazanılan parayla bir sonrakine geçildiği için üretim de büyük bir sekteye uğrayacak. Zaten gittikçe niteliksizleşen festival seçkilerini önümüzdeki sene zor günler bekliyor. Sinemaya destek olmak için bir şeyler yapılacaksa, işin sanat kısmını ayakta tutacak çözümlere odaklanmak daha sağlıklı olacaktır. Bu bağlamda, BluTV’nin Aidiyet’i platformuna koymasını çok kıymetli buluyorum mesela. Örnekler çoğalır umarım ki…
 
Televizyonda işler biraz daha karışık. Seyircinin mecburen evde oturup yine mecburen bol bol televizyon izleyeceği dönemde, dünyanın her yerinde düşen reytinglerin adrenalinle dolacağı muhakkak. Yapımcıların bu talebe güzel arzlarda bulunma aşkıyla yanıp tutuşacağı da… Ama aralıksız devam etmesi gereken bir üretimden bahsediyoruz en nihayetinde. O yüzden bazı hırsları bir kenara bırakıp bazı zararları göğüslemek insanlığın şanındandır diyelim, en kibar dille.
 
Amerika’da setlerin hemen hemen hepsi durdu. Üstelik bizim gibi kaderci bir millet olmadıklarından ve her şeye matematik hesabıyla yaklaştıklarından; yarın öbür gün geri döner kalan bölümlerimizi de çekeriz gibi bir düşünceleri yok. Elde kalan bölümlerle sezonlar bir güzel paketlenecek gibi duruyor. Ekipler, önümüzdeki sezon görüşmek üzere evlerine gönderildi. Supernatural ve Empire gibi bu sezon final yapacak işler için durum acıklı. Stüdyoları paraya kıyarsa yazın geri dönüp final için bir bölüm çekmeleri mümkün elbette. Ama bunun olabilmesi için birkaç yıldızın mükemmel hizaya gelmesi gerekecek. Bekleyip göreceğiz. Yurt dışı satışları çok kuvvetli olan, on yıllar sonra bile yapımcısına para kazandıracak bu işler kolay kolay finalsiz bırakılmaz.
 
Evde canı sıkılan seyircilere sezon sezon, bölüm bölüm dizi sunuveren kanallar ve platformlar için asıl sıkıntı; en kısa zamanda setlere dönülemezse piyasaya sürecek içerik kalmayacak olması. O yüzden bol keseden dağıtmamak, sektörün tamamen durduğu algısı yaratmadan sağlıklı bir akış kurmak çok önemli. Şu an Amerika’nın “pilot mevsimi” dediği dönemdeyiz. Zaten yıllardır yavaş yavaş hükmünü kaybeden bir kavram olsa da, hala sektörü yürüten dinamiklerden biri olma özelliğini koruyor. Bu dönemde kanallar ilgilendikleri projelere bölüm çektirip siparişlerini sonuca göre verirler. Bu sezon öyle bir şansları olmayacak gibi duruyor. Ya siparişler çok azalacak ve bu da sallantıda olan dizilerin yerine gelecek yenileri olmadığı için devam edebilmesine yol açacak; ya da sadece senaryo üzerinden verilen siparişlerde büyük bir artış göreceğiz. Senaristler yaşadı!
 
Aynı şeyin sektörün diğer alanlarında çalışanlar için söylemek pek mümkün değil ne yazık ki. Daha çekecekleri 3-4 bölüm olan, dolayısıyla alacakları kaşelere güvenen set ekipleri evlerine gönderildi. Bazı sağlam stüdyolar, bu kaşeleri ödemeye devam edeceklerini açıklasalar da parasını alan küçücük kesimin sektörün bu ayağını hayatta tutması mümkün değil gibi gözüküyor. Devlet teşvikleri buraya da el atacaktır ve zararı küçültmeye çalışacaktır. Ama Hollywood’da pek çok içerik üreticisinin yardım fonları kurmasını ve para toplamaya çalışmasını çok daha kıymetli buluyorum. İnsanlar bir daha ne zaman çalışabileceklerini bilmezken, zaten kuş kadar maaşlara 7/24 çalışıyorken bozuk olan bir sistemi daha fazla çökertmemek için yapılacak her hamle desteklenmelidir.
 
Ben de bir sektör çalışanı olduğum için Türkiye için o kadar iddialı cümleler kurmayacağım, affınıza sığınıyorum. Hala “setler durdurulsun,” çağrısının yapılıyor olması, bazı şeylerin yolunda gitmediğinin kanıtı. Kendi çalıştığım şirket dahil, doğru hamleleri yapan herkesi gönülden tebrik ediyorum ve doğru kararlar almaya devam edilmesini diliyorum. Halkın, tüketicinin bilinçli olmasını beklememek gerekiyor. Hala set durdurma haberlerinin altında “Eyvah! Stokta kaç bölüm var! Biz dizisiz ne yaparız?!” yorumları cirit atıyor zira. Sıradan bir seyircinin stok, repo, kaşe gibi sektörel kavramlara bu kadar hakim olduğu bir dönemde yaşıyor olmamızı hala şaşkınlıkla karşılıyor, biraz garipsiyor ve azıcık ucundan tehlikeli buluyor olsam da yine yeniden… Her şeyin başı sağlık. Seyirci merak etmesin, en kısa zamanda yine her akşam 5-6 alternatifle yayınlar kaldığı yerden son hız devam edecektir. Özellikle seyircisini toplamış, uzun süredir yayında olan işlerin zarar görmeyeceğini söylemek mümkün. Yakın zamanda yayına girmiş ve yeterince ilgi çekmiş diziler de güvende sayılabilir. Zaten risk grubundaki işlerin bitiverecek olmasını da doğal seleksiyona bağlayıp ferah feza yeni işler dilemekten başka elden bir şey gelmiyor sanırım. Türkiye’de içerik üretiminin özellikle televizyonda durması için çok çok daha büyük felaketlerin gerçekleşmesiyle olabilecek bir şey. Ha, 2020’nin ilk üç ayına bakacak olursak bunun gerçekleşme olasılığı da endişeye sürüklemiyor değil ya… Neyse.
 
Fark ettiğiniz üzere, çok iyimser biri değilim. “Her şey çok güzel olacak,” gibi bir slogan atabilmek isterdim ama yapamıyorum. Fakat bu, sektörün karşılaştığı ne ilk kriz, ne de son. Her zaman olduğu gibi şimdi de ayakta kalmak için çözümler bulunabileceğine, minimum hasarla bu süreçten çıkmak için yetkililerin ellerinden gelen her şeyi yaptığına dair inancım tam. İşe yarayıp yaramayacağı, zaten her gün hızla değişen tüketici davranışları ve tepkileriyle belirlenecek aslında. Yeter ki bunu yakından takip edip hamle yapmada esnek olalım.
 
Hadi, söyleyenin bir yüzü kara: Her şey çok güzel olacak.



BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER