“Hayatı ezbere yaşamayacaksın. Çünkü ezberlediğin şey yanlışsa eğer yine
böyle sağlı sollu tekme tokat dayak yiyen sen oluyorsun. Ben bu hayatta
ezberlerimi bozmaya karar verdim.”
Aylardır gördüğü terapide
öğrendikleri, öğrendiklerini hayatına uygulayarak kazandıkları sayesinde; artık
inandığı kimi doğruların yanlış olabileceği ihtimaline zihnini açan, bazı
ilkelerine sımsıkı tutunmanın canını nasıl yaktığını fark edince onlara
tutunmaktan vazgeçen Adem, böyle dedi Can’a. Kendiyle kavgası sona eren,
barışan bir adam olarak etrafındakilere akıl vermeye bile başladı.
''Ezberleri bozmak'' ne bilindik bir
kalıp, aslında bu bile başka bir ezber. Bunun için istekli olmak, çaba
göstermek güzel ve yerinde bir davranış. Ama işte bazen, hadi bozalım demekle
bozulmuyor. Çünkü onlar her zaman “ezberlenen” şeyler olmuyor, kimi zaman da
“ezberletilen” şeyler oluyor. İnsan kendi ezberini bozar da başkasının
ezberlettiğini daha zor siler. Zira ezber yaşanılanlardan gelir, bazen bir öğretidir.
Yollar gidişime, kızlar duruşuma hasta
Adem terapistine “Hayatımda ne zaman iyi bir şey olsa, sonra
mutlaka kötü bir şey olur. Böyledir bu…” dediğinde annem de “Ee öyle
düşünürsen olur tabii.” diye tepki verdi. Halbuki öyle düşündüğü için gelmez
başına o kötülük Adem’in, o kötülükler başa gele gele o düşünce yer etmiştir.
Belki okulda iyi bir not aldığı günün akşamında üvey babasından yediği dayak,
belki mahalle maçını kazandığı gün kaybettiği bir sevdiği öğretmiştir hayattan
mutluluk ummamayı. Kötümserlik değildir bu, başa geleni bilmektir, geçmişinden
ders almaktır. Ümitsizlik ezberletilmiştir, mutluluktan korkmak kafasına vura
vura belletilmiştir. Ve bunu yıkması zordur. O kadar iyi anlıyorum ki birazcık
mutlu olduğunda, “Bu artık tamamdır.” deyip tedbiri elden bırakıp gönül dolusu
gülmeye başladığında, ilahi bir gücün çelme takmasının nasıl bir his olduğunu…
Birileri veya bir şeyler, çocuğu dükkanda cam bir eşyaya elini uzatmış bir anne
gibi “Cızz” deyip eline vurur sanki.
“Yüzümüzü güneşe dönelim, içimiz ısınsın.” dedi Kıymet Hanım, İpek’e.
Haklı, güneşe dönelim elbette yüzümüzü. Ama ya güneşi kapatan kara bulutlar
varsa onu ne yapacağız? Onları uzaklara sürükleme kuvvetimiz yokken hem de… Her
şey elinde, her şey yapılabilir gibi hissederken, bizim dışımızda gelişebilen
bazı şeylerin karşısında nasıl da bir anda aciz hissedebiliyor insan. Fırat
Tanış’ın, çok sevdiğim şarkısında da dediği gibi “Yani olmuyor, olmuyor istesem de…” durumunda ne yapabiliriz ki? Tam
her şey yoluna giriyor derken, tam zırhlarını birer birer indirirken, büyük bir
aile sahibi olmanın, birden fazla kişi tarafından sevilip sarılmanın mutluluğunu
tadarken o mafyatik adamın sözleri balyoz gibi indi Adem’in yüreğine, yüzünü döndüğü
güneşini gölgeledi. Nasıl dağıtsın şimdi o bulutları?
Ve cam kadar kırılgan hayallerimiz, hiç beklemediğimiz bir anda darmadağın oluyor.
Şimdi esas soru; Adem’in tavrı
bundan sonra ne olacak? Mutluluğun geçici olarak konakladığı ışıl ışıl
göz bebeklerine gene hayal kırıklığı, gene hüzün çöreklendi. Bunlar da kabul de dilerim ki gene o koyu öfkelerle kararmazlar. Daha atılacak birkaç adım var
elbette Adem için ama iyileşme yolunda epey bir yol kat etmiş biri olarak, eski
Adem’den beklendiği gibi ortalığı yakıp yıkmamasını, gene tek kalemde Faruk’un
üstünü çizmemesini umut ediyorum. Faruk’a bayıldığımdan değil, Adem’in kat
ettiği yolu geri dönmesini istemediğimden.
Çünkü adım adım ilerledi Adem.
Terapiyi başta reddederken, zamanla neler olacağını merak etmesi, ezberleri bir
bir sorgulanırken önce kızıp sonra “Ya bu olabilir mi?” diye gösterilen
fikirleri düşünmesi, düşünüp uyguladıkça bunun meyvelerini toplaması derken bir
başka Adem çıktı ortaya. O aile yemeğinde nasıl da mutluydu. Ona kucak açmaya
hazır insanlara karşı duyduğu şaşkınlık, başlangıçta o mutluluğun üstünde
eğreti duyması, eve ilk girdiğindeki çekingenliği, fakat sonrasında gitgide o
yabancılık, o ayrık otu gibi kalma hissini üstünden atarak ortama ısınması adım
adım o kadar güzel verildi ki bize. Daha enerjik, daha canlı, daha aydınlık bir
Adem oldu ve ona mutluluk cidden çok yakıştı.
Ağız dolusu gülebilmek, ne büyük bir mutluluk.
Eskiden sorularla adım adım
açılan, lafı ağzından kerpetenle aldığımız Adem’in, bu bölümdeki terapi
seansında kendiliğinden dökülmesi, herhangi bir yönlendirmeye ihtiyaç duymadan
yaşadıklarını ve bunların ona neler hissettirdiğini açıklaması ne kadar büyük
bir adım attığını göstermeye yetiyor aslında ama benim dikkatimi çeken bir tavrı
daha oldu bu seansta. Bu hareketi daha evvel yapmış mıydı emin değilim ama terapi sırasında kendiliğinden, hiç teklifsiz bir şekilde masadaki sürahiden
bir bardak su alıp içmesi İdil Hanım gibi benim de dikkatimi çekti. Çünkü
başlardaki o elini kolunu nereye koyacağını bilemeden gerilen, oturuşunda bile
bir tereddüt olan adamın o odayı artık yabancılamadığını, orada artık
gerilmediğini, bir şekilde benimsediğini hissettim ben o anda. Çok ufak bir
detaydı belki ama hani yakın arkadaşınızın evine gittiğinizde montunuzu
kendiliğinden askılığa koymak, izin filan istemeden kalkıp çayı mutfaktan alıp
gelmek, dolaptaki tabağı çıkarmak kadar doğal bir hareketti. Belki kendisi bile
farkında değildi ama içinde bulunduğu ortamla nasıl barıştığının bir göstergesiydi.
İnsan bir kez mucizeyi yaşadıktan
sonra devamını umar illa ki, eski mutsuzluğunun düşündüğünden de karanlık
olduğunu anlar. Çünkü iyi bir şeyin tadına varınca vazgeçmesi zor oluyor. Adem’in
de bundan sonraki hamleleri için bu hissiyata tutunmak istiyorum. Karakterinin
her bir hissiyatını zerre zerre seyirciye geçiren başta Fırat Tanış olmak
üzere, emeği geçenlerin ellerine sağlık.