İstanbullu Gelin: Ezberleri bozmak

İstanbullu Gelin: Ezberleri bozmak
Hayatı ezbere yaşamayacaksın. Çünkü ezberlediğin şey yanlışsa eğer yine böyle sağlı sollu tekme tokat dayak yiyen sen oluyorsun. Ben bu hayatta ezberlerimi bozmaya karar verdim.

Aylardır gördüğü terapide öğrendikleri, öğrendiklerini hayatına uygulayarak kazandıkları sayesinde; artık inandığı kimi doğruların yanlış olabileceği ihtimaline zihnini açan, bazı ilkelerine sımsıkı tutunmanın canını nasıl yaktığını fark edince onlara tutunmaktan vazgeçen Adem, böyle dedi Can’a. Kendiyle kavgası sona eren, barışan bir adam olarak etrafındakilere akıl vermeye bile başladı.

''Ezberleri bozmak'' ne bilindik bir kalıp, aslında bu bile başka bir ezber. Bunun için istekli olmak, çaba göstermek güzel ve yerinde bir davranış. Ama işte bazen, hadi bozalım demekle bozulmuyor. Çünkü onlar her zaman “ezberlenen” şeyler olmuyor, kimi zaman da “ezberletilen” şeyler oluyor. İnsan kendi ezberini bozar da başkasının ezberlettiğini daha zor siler. Zira ezber yaşanılanlardan gelir, bazen bir öğretidir.


Yollar gidişime, kızlar duruşuma hasta

Adem terapistine “Hayatımda ne zaman iyi bir şey olsa, sonra mutlaka kötü bir şey olur. Böyledir bu…” dediğinde annem de “Ee öyle düşünürsen olur tabii.” diye tepki verdi. Halbuki öyle düşündüğü için gelmez başına o kötülük Adem’in, o kötülükler başa gele gele o düşünce yer etmiştir. Belki okulda iyi bir not aldığı günün akşamında üvey babasından yediği dayak, belki mahalle maçını kazandığı gün kaybettiği bir sevdiği öğretmiştir hayattan mutluluk ummamayı. Kötümserlik değildir bu, başa geleni bilmektir, geçmişinden ders almaktır. Ümitsizlik ezberletilmiştir, mutluluktan korkmak kafasına vura vura belletilmiştir. Ve bunu yıkması zordur. O kadar iyi anlıyorum ki birazcık mutlu olduğunda, “Bu artık tamamdır.” deyip tedbiri elden bırakıp gönül dolusu gülmeye başladığında, ilahi bir gücün çelme takmasının nasıl bir his olduğunu… Birileri veya bir şeyler, çocuğu dükkanda cam bir eşyaya elini uzatmış bir anne gibi “Cızz” deyip eline vurur sanki.

Yüzümüzü güneşe dönelim, içimiz ısınsın.” dedi Kıymet Hanım, İpek’e. Haklı, güneşe dönelim elbette yüzümüzü. Ama ya güneşi kapatan kara bulutlar varsa onu ne yapacağız? Onları uzaklara sürükleme kuvvetimiz yokken hem de… Her şey elinde, her şey yapılabilir gibi hissederken, bizim dışımızda gelişebilen bazı şeylerin karşısında nasıl da bir anda aciz hissedebiliyor insan. Fırat Tanış’ın, çok sevdiğim şarkısında da dediği gibi “Yani olmuyor, olmuyor istesem de…” durumunda ne yapabiliriz ki? Tam her şey yoluna giriyor derken, tam zırhlarını birer birer indirirken, büyük bir aile sahibi olmanın, birden fazla kişi tarafından sevilip sarılmanın mutluluğunu tadarken o mafyatik adamın sözleri balyoz gibi indi Adem’in yüreğine, yüzünü döndüğü güneşini gölgeledi. Nasıl dağıtsın şimdi o bulutları?


Ve cam kadar kırılgan hayallerimiz, hiç beklemediğimiz bir anda darmadağın oluyor.

Şimdi esas soru; Adem’in tavrı bundan sonra ne olacak? Mutluluğun geçici olarak konakladığı ışıl ışıl göz bebeklerine gene hayal kırıklığı, gene hüzün çöreklendi. Bunlar da kabul de dilerim ki gene o koyu öfkelerle kararmazlar. Daha atılacak birkaç adım var elbette Adem için ama iyileşme yolunda epey bir yol kat etmiş biri olarak, eski Adem’den beklendiği gibi ortalığı yakıp yıkmamasını, gene tek kalemde Faruk’un üstünü çizmemesini umut ediyorum. Faruk’a bayıldığımdan değil, Adem’in kat ettiği yolu geri dönmesini istemediğimden.

Çünkü adım adım ilerledi Adem. Terapiyi başta reddederken, zamanla neler olacağını merak etmesi, ezberleri bir bir sorgulanırken önce kızıp sonra “Ya bu olabilir mi?” diye gösterilen fikirleri düşünmesi, düşünüp uyguladıkça bunun meyvelerini toplaması derken bir başka Adem çıktı ortaya. O aile yemeğinde nasıl da mutluydu. Ona kucak açmaya hazır insanlara karşı duyduğu şaşkınlık, başlangıçta o mutluluğun üstünde eğreti duyması, eve ilk girdiğindeki çekingenliği, fakat sonrasında gitgide o yabancılık, o ayrık otu gibi kalma hissini üstünden atarak ortama ısınması adım adım o kadar güzel verildi ki bize. Daha enerjik, daha canlı, daha aydınlık bir Adem oldu ve ona mutluluk cidden çok yakıştı.


Ağız dolusu gülebilmek, ne büyük bir mutluluk.

Eskiden sorularla adım adım açılan, lafı ağzından kerpetenle aldığımız Adem’in, bu bölümdeki terapi seansında kendiliğinden dökülmesi, herhangi bir yönlendirmeye ihtiyaç duymadan yaşadıklarını ve bunların ona neler hissettirdiğini açıklaması ne kadar büyük bir adım attığını göstermeye yetiyor aslında ama benim dikkatimi çeken bir tavrı daha oldu bu seansta. Bu hareketi daha evvel yapmış mıydı emin değilim ama terapi sırasında kendiliğinden, hiç teklifsiz bir şekilde masadaki sürahiden bir bardak su alıp içmesi İdil Hanım gibi benim de dikkatimi çekti. Çünkü başlardaki o elini kolunu nereye koyacağını bilemeden gerilen, oturuşunda bile bir tereddüt olan adamın o odayı artık yabancılamadığını, orada artık gerilmediğini, bir şekilde benimsediğini hissettim ben o anda. Çok ufak bir detaydı belki ama hani yakın arkadaşınızın evine gittiğinizde montunuzu kendiliğinden askılığa koymak, izin filan istemeden kalkıp çayı mutfaktan alıp gelmek, dolaptaki tabağı çıkarmak kadar doğal bir hareketti. Belki kendisi bile farkında değildi ama içinde bulunduğu ortamla nasıl barıştığının bir göstergesiydi.

İnsan bir kez mucizeyi yaşadıktan sonra devamını umar illa ki, eski mutsuzluğunun düşündüğünden de karanlık olduğunu anlar. Çünkü iyi bir şeyin tadına varınca vazgeçmesi zor oluyor. Adem’in de bundan sonraki hamleleri için bu hissiyata tutunmak istiyorum. Karakterinin her bir hissiyatını zerre zerre seyirciye geçiren başta Fırat Tanış olmak üzere, emeği geçenlerin ellerine sağlık.

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER