Acıyı en iyi ne anlatır? İç yakan haykırışlar mı yoksa
sessiz gözyaşları mı? İçinde insan olan hiçbir şeyin tek bir doğrusu olmadığı
gibi, bu soruların da genel bir cevabı yok. Hislerini anlatmakta,
duygularını göstermekte zorlananların ızdırabı damla olur gözlerinden taşar.
Konuşmayı becerebilen şanslılarsa bağırır çağırır, dağa taşa dinletir derdini.
İşte Aslı ve Ferhat, her durumda olduğu gibi bunda da terazinin karşılıklı
uçlarında duruyorlardı. Kaya gibi susan bir adamın derman olması gereken bir
kadın vardı ve kendi sesinden sıkılmıştı. Hikâyede öyle bir dengeye geldiler
ki, izlemeye doyamadım.
Aslı'nın acıyı idrak edişini, bin parçaya ayrılışını, metanet
duvarının nihayet Ferhat’ın bir sözüyle yerle yeksan oluşunu sadece
gözyaşlarıyla değil beden diliyle, çöken omuzlarıyla ve hatta kırık sesiyle tam
olarak Aslı gibi anlatan Birce Akalay için bütün övgüler eksik kalır bu hafta. Ama
onun performansı kadar Ferhat’ın olduğu gibi durması da kıymetliydi. İki kişiyi
birbirine bağlayan en kuvvetli şey paylaşılan gözyaşları belki de. Ne zaman
Aslı’nın acısı Ferhat’ın gözlerinden süzüldü, işte o zaman düğümlendi
hayatları. Aslı anlattıkça dinledi ve dilediği gibi yaşamasına izin verdi.
Faydasız sözlerle avutmaya çalışmak yerine yüzleşmesi için cesaretlendirdi.
Hastanede “iyileşecek tabii” diyerek umut veren Ferhat yeri geldiğinde “geçmeyecek”
diyebildi. Geçmeyecek tabii ama alışacaksın Aslı. Hayatta en yalnız kaldığını
düşündüğün anda “Ben varım” diye fısıldayan o sesin sahibine sığınıp, bu acıyla
yaşamaya da alışacaksın. Duygu sömürüsüyle karakterin gerçekten acı çekmesi ve
onu bütün doğallığıyla sunulması arasında ince bir çizgi vardır nazarımda, ne
mutlu ki senaryo da reji de oyuncular da hiç oralara yaklaşmadan temiz bir yas
izlettiler bize.
Gelelim diğer iç yakan öyküye. Yeter’in Yiğit’ten gördüğü
bir damla şefkate dağılması ve yılların yükünü oracıkta ortaya dökmesi çok
sahici değil miydi? Sadece itirafında değil, hiçbir sahnesinde gözlerimi
alamadım Arzu Gamze Kılınç’tan. Suna ona “anne” dediğindeki hüzünle karışık
mutluluğu ne kadar gerçekse evde İdil’le restleşirkenki ihtirası da o kadar
gerçekti. Kızı için dünyaya karşı duran bir dağ ama oğulları için köşe bucak
kaçılan bir çukur. Güçlü ama suçlu, kırılgan hem de duygularını herkeslerden
saklayan, hayatı boyunca yalnız bırakılmış ama çok da sevilmiş bir kadın Yeter
ve onun her halini bir şekilde okuyoruz yüzünden. Yiğitle yüzleşmeleri çok
beklenmedik bir anda biraz da mecburiyetten geldi ama ne kadar gerekliymiş
meğer. Yiğit’in artık bir şekilde öfkesini dizginlemesi ve bu “mağdur” ruh
halinden çıkması gerekiyordu. Evet, gerçekten bu hikâyede hiç suçu yok ama
sadece kendi bildikleri yetmiyor işte insana, zor da olsa öteki tarafı da bir
dinlemek gerekiyor. Bir evlat olarak çok ağır şeyler duydu ama Yeter’in kurduğu
her cümle, kendi gerçekliği içinde, su götürmez şekilde doğru. Haklı demiyorum,
Yeter tamamen masumdur da demiyorum, sadece anlamaya çalışmasını bekliyorum
Yiğit’ten. Yargılamadan sadece anlamaya çalışmasını. Bu kafa karışıklığı ona
bir süre acı çektirecek de olsa annesiyle arasında bir duvar aşıldı ötesi var
mı? En azından artık ona yakınlık göstermekten korkmuyor, düşünde kendini
annesinin dizlerinde uyutuyor. İtiraf
etmek gerekirse, diğer bütün sahneler bir yana, Yiğit’in Yeter’e elleriyle
çorba içirdiği sahnede dağıldım. Çok tarifsiz,
çok yoğun bir sahneydi ve bana bu anne oğul ilişkisi adına umut verdi.
Yazı devam ediyor..