Siyah Beyaz Aşk: İşte böyledir... Biri ölür ve geride kalır biri*

Siyah Beyaz Aşk: İşte böyledir... Biri ölür ve geride kalır biri*
"Ben senin; sevgilin, eşin, baban, ağabeyin, arkadaşınım... /Biri bitse biri kalır. seni hiç bırakmayacağım." Cemal Süreya
Acıyı en iyi ne anlatır? İç yakan haykırışlar mı yoksa sessiz gözyaşları mı? İçinde insan olan hiçbir şeyin tek bir doğrusu olmadığı gibi, bu soruların da genel bir cevabı yok. Hislerini anlatmakta, duygularını göstermekte zorlananların ızdırabı damla olur gözlerinden taşar. Konuşmayı becerebilen şanslılarsa bağırır çağırır, dağa taşa dinletir derdini. İşte Aslı ve Ferhat, her durumda olduğu gibi bunda da terazinin karşılıklı uçlarında duruyorlardı. Kaya gibi susan bir adamın derman olması gereken bir kadın vardı ve kendi sesinden sıkılmıştı. Hikâyede öyle bir dengeye geldiler ki, izlemeye doyamadım.
 
Aslı'nın acıyı idrak edişini, bin parçaya ayrılışını, metanet duvarının nihayet Ferhat’ın bir sözüyle yerle yeksan oluşunu sadece gözyaşlarıyla değil beden diliyle, çöken omuzlarıyla ve hatta kırık sesiyle tam olarak Aslı gibi anlatan Birce Akalay için bütün övgüler eksik kalır bu hafta. Ama onun performansı kadar Ferhat’ın olduğu gibi durması da kıymetliydi. İki kişiyi birbirine bağlayan en kuvvetli şey paylaşılan gözyaşları belki de. Ne zaman Aslı’nın acısı Ferhat’ın gözlerinden süzüldü, işte o zaman düğümlendi hayatları. Aslı anlattıkça dinledi ve dilediği gibi yaşamasına izin verdi. Faydasız sözlerle avutmaya çalışmak yerine yüzleşmesi için cesaretlendirdi. Hastanede “iyileşecek tabii” diyerek umut veren Ferhat yeri geldiğinde “geçmeyecek” diyebildi. Geçmeyecek tabii ama alışacaksın Aslı. Hayatta en yalnız kaldığını düşündüğün anda “Ben varım” diye fısıldayan o sesin sahibine sığınıp, bu acıyla yaşamaya da alışacaksın. Duygu sömürüsüyle karakterin gerçekten acı çekmesi ve onu bütün doğallığıyla sunulması arasında ince bir çizgi vardır nazarımda, ne mutlu ki senaryo da reji de oyuncular da hiç oralara yaklaşmadan temiz bir yas izlettiler bize.
 
Gelelim diğer iç yakan öyküye. Yeter’in Yiğit’ten gördüğü bir damla şefkate dağılması ve yılların yükünü oracıkta ortaya dökmesi çok sahici değil miydi? Sadece itirafında değil, hiçbir sahnesinde gözlerimi alamadım Arzu Gamze Kılınç’tan. Suna ona “anne” dediğindeki hüzünle karışık mutluluğu ne kadar gerçekse evde İdil’le restleşirkenki ihtirası da o kadar gerçekti. Kızı için dünyaya karşı duran bir dağ ama oğulları için köşe bucak kaçılan bir çukur. Güçlü ama suçlu, kırılgan hem de duygularını herkeslerden saklayan, hayatı boyunca yalnız bırakılmış ama çok da sevilmiş bir kadın Yeter ve onun her halini bir şekilde okuyoruz yüzünden. Yiğitle yüzleşmeleri çok beklenmedik bir anda biraz da mecburiyetten geldi ama ne kadar gerekliymiş meğer. Yiğit’in artık bir şekilde öfkesini dizginlemesi ve bu “mağdur” ruh halinden çıkması gerekiyordu. Evet, gerçekten bu hikâyede hiç suçu yok ama sadece kendi bildikleri yetmiyor işte insana, zor da olsa öteki tarafı da bir dinlemek gerekiyor. Bir evlat olarak çok ağır şeyler duydu ama Yeter’in kurduğu her cümle, kendi gerçekliği içinde, su götürmez şekilde doğru. Haklı demiyorum, Yeter tamamen masumdur da demiyorum, sadece anlamaya çalışmasını bekliyorum Yiğit’ten. Yargılamadan sadece anlamaya çalışmasını. Bu kafa karışıklığı ona bir süre acı çektirecek de olsa annesiyle arasında bir duvar aşıldı ötesi var mı? En azından artık ona yakınlık göstermekten korkmuyor, düşünde kendini annesinin dizlerinde uyutuyor.  İtiraf etmek gerekirse, diğer bütün sahneler bir yana, Yiğit’in Yeter’e elleriyle çorba içirdiği sahnede dağıldım. Çok tarifsiz,  çok yoğun bir sahneydi ve bana bu anne oğul ilişkisi adına umut verdi.


Yazı devam ediyor..
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER