Çok
değil, 7 yıl kadar önceydi… Yerli
dizi sürelerinin 160 dakikaya dayandığı bugünden bakınca yıldızlar kadar
uzakmış gibi gelebilir ama dizilerin 70-90 dakika uzunluğunda olduğu ve prime
time'da iki kuşak dizi yayınlanabildiği zamanlardı. Sosyal medyanın hayatımıza
yeni yeni girdiği ve bir fısıltı gazetesi işlevini gördüğü zamanlardı.
Twitter'ın bugünkü kadar bilinmediği, dizilerin her bölüm kendilerine etiket
(hashtag) seçmediği,* dolayısıyla Twitter'da gündem olmanın ancak kendiliğinden
gelişen bir şey olduğu zamanlardı.
Çok
değil, 7 yıl kadar önceydi, 9
Şubat 2011 tarihinde TRT 1 ekranlarından bir kıvılcım düştü içimize, böylesine
alevlenip büyüyeceğini,
unutulmazlardan olacağını hiç düşünmediğimiz...
Büyük beklentilerle
yola çıkmamıştı, büyük iddiaları yoktu, bir süredir pek de izlenmeyen TRT'ye
yeniden seyirci kazandıracağı ve hatta o güne dek çeşitli yollarla ödenmiş TRT
paylarının helal edilmesine neden olacağı muhtemelen kimsenin aklına gelmemişti.
Televizyonun
bize büyük aşkları, mutlu sona yazgılı masalları, şatafatlı hayatları, kusursuz
iyileri, sınır tanımayan kötüleri ve tüm hikâyeleri en estetize edilmiş haliyle
sunmayı vaat ettiği yapay bir ortamda, en olağan ve gerçekçi haliyle
ekranlarımızdaydı. Eve girerken ayakkabısını çıkarıp terliklerini giyen
karakterin, içine göçen terliği giyemeyip öfkelenişini de gördük, esas oğlanın
perde takarken omzunun tutulmasını da. Buna karşılık, astral seyahatten çölde
soğuk su aramaya, saatli maarif takviminin içine düşmekten rüyasına giren ak
sakallı dede ile "koyniş koyniş" yatmaya, Dostoyevski ile ev arkadaşı
olmaktan zamanda yolculuk yapıp bizzat Fuzulî'den ayar almaya pek çok
gerçeküstü temayı da gördük ve hiç yadırgamadık. Çünkü gerçeküstü olanın gerçeğe en çok yaklaştığı yerde
hareket ediyor ve bütün varlığıyla umut veriyordu.
Kazananların değil,
her denemede kaybedenlerin, yine de denemekten vazgeçmeyenlerin ve
yenilgilerinden illâ ki ders almak zorunda olmayanların hikâyesiydi.
Alametifarikası bu tür klişelere sırtını dönmekti, kendi çölünde kaybolanların hikâyesiydi çünkü.
İlk
bölümün yaklaşık 15 dakikasını brit peşinde koşmaya ayıracak kadar yeni ve iddiasızdı.
Zamanla kendine,
gündelik yaşamdaki etkisini hâlâ koruyan bir dil yaratan ve mütevazı hikâyesini
bu kendine özgü dille anlatan, bolca gülen ve güldüren ama ağlamak ve
ağlatmaktan da geri durmayan, edebiyatın ve sinemanın kült eserlerinin yanı
sıra ortak hafızamızdan ve popüler kültürden de beslenen, iyiye iyi, kötüye
kötü demekten çekinmeyen, TRT ekranından bizzat TRT'yi eleştirebilen,
internetime dokunma, yerli dizi yersiz uzun gibi güncel isyanlara destek veren,
sansüre karşı kendi orijinal çözümlerini geliştiren, kendi bant reklamını, ürün
yerleştirmesini, kamu spotunu kendisi yapan, her şeyiyle bambaşka bir
diziydi. O kadar farklıydı ki, ekranın
bir diğer farklı işi olan Behzat Ç. ekibiyle yaptıkları, yerli ekranın en
sağlam ortak bölümü (crossover), Behzat Ç. izleyicisine bile bir tuhaf gelmişti.
103 bölüme yedi
(rakamla, 7) Leyla sığdıran ve Mecnun'u defalarca yakan, aşkı da acıyı da,
Mecnun'un sevmesini de ölmesini de içimize kazıyan, gerektiğinde arabesk
olmaktan (ve ötelenmekten) hiç çekinmeden kendi sözünü söyleyen bir hikâyeydi
ve çöle düşürdüğü Mecnun'una bizzat Fuzulî'nin ağzından "Sende Mecnunluk istidadı yok" dedirtecek kadar ne
olduğunun (ve ne olmadığının) farkındaydı.
Murat Menteş'in
şahane romanı Dublörün Dilemması, L&M içinde gördüğümüz pek çok kitabın
ilkiydi.
Shakespeare'den
Edgar Allan Poe'ya, Leonardo Da Vinci'den Hipokrat'a pek çok büyük insana yer
verdi, pek çok iyi kitabı, şiir ve şairi konu etti ve genç seyirciye tanıttı,
yıllarca televizyondan uzak durmuş bir kesimi yerli dizi izlemeye, yerli dizi
seyircisini de gönderme avcılığı yapmaya alıştırdı.
Yazı devam ediyor...