GLOW izlemesi rahat ve yormayan bir dizi. Hele bir de benim gibi ön yargılarınızı kapının eşiğine bırakarak başlarsanız izlemesi daha güzel bile olabilir. Bölümler, "bir sonrakinde ne olacak" tarzı deli bir merak yaratacak türden bitmiyor ama kendisini peş peşe izletmeyi de başarabiliyor. Dilerseniz iki araya bir dereye birer bölümde sıkıştırabilirsiniz, dizi sizi acele de ettirmiyor. Dışarıdan öyle dursa bile güreş konusu tam merkezde değil, hikaye onun etrafından dolanarak ilerliyor. Sanırım benim de dizinin peşine takılabilmemde bu akışın etkisi oldu.
Orange is the New Black izleyenler bilir, dizinin -özellikle ilk sezonları başta olmak üzere- her bölümünde hapishanedeki mahkum kadınlardan birisinin geçmiş hayatı anlatılır. GLOW'da da tam sanki böyle bir şey yapmak istemişler ama sonra vazgeçip araya az az serpiştirmişler gibi bir havası var.
Bölümlerde ekipten bir kadının biraz daha öne çıktığını, şimdiki hayatında neler olduğunu gördüğümüz zamanlar oluyor. Ancak bu durum karakterlerin içini doldurmak için yeterli düzeyde yer kaplayan bir durum olmuyor. Hatta bazı kadınların hikayesinin ana konuya herhangi bir katkısı bile olmuyor. Kendince hem artısı hem de eksisi olan bir yola girmişler yani.
Hikayede 12 birbirinden alakasız kadın olunca, sezon boyunca farklı açılardan "kadın" konusunu izleme şansımız da oluyor. Bunu da 80'lerin atmosferiyle izleyiciye aktarmışlar. Ancak ortada ne feminist bir dizi var, ne de erkek hegomanyasının hakim olduğu bir ortam. Burada da her şeyden biraz biraz izleyiciye sunalım demişler. Zaten GLOW'un eksik hissettiren bir tarafı varsa o da bu her şeyin tam değil de parçalı halde kendine yer bulmaya çalışması durumu...

Dizinin merkezindeki Ruth'u bir kenara ayırırsak Debbie, Carmen ve Cherry üçlüsü hikayeleriyle veya karakterlerinin gelişimiyle sevdiğim isimler oldular. Ruth karakterinin içinden en azından ilk sezonda bir Piper Chapman çıkmadı, o açıdan memnunum. Alison Brie de yaptığı işin en hakkını veren oyunculardan olmuş, kendisine sevgiler. Bazı kadınlar ise bana göre bulunsunlar ve grubu tamamlasınlar diye oraya koyulmuşlar ama belki de siz gördüklerinizden sonra tamamen başka açıdan düşünürsünüz, öyle bir etkisi de olabilir. Dizinin ikinci sezonunda da onların ağırlığı artabilir mesela.
GLOW'da haliyle erkekler de bir şekilde kendince yer bulmakta. Bunların merkezinde ise güreşçi tayfayı çekip çeviren, zaman zaman kadınların arasında kalıp duran ve bir şov yaratmaya çalışan malum yönetmen Sam yer almakta. Onunla birlikte şovun genç, zengin ve Amerikan güreşine düşkün yapımcısı Sebastian da ortalıkta dolanan birisi. Kadınların özel hayatlarındaki her türden erkek ise elbette cabası. Ama Sam ve Sebastian dışındakilerin fazla yer ettiğini iddia edemem. Bu da izleme zevkini baltalayan bir durum değil. Söylemesi ayıp, Sam dışındaki erkeklere zaten gerek bile yok desem yeri. Gerçi bunu söylememde Orange is the New Black'in ortamına alışık olmam ve dizinin kimin elinden çıktığını bilerek başına oturmamın etkisi de oldu.
Netflix'in yeni komedisinde durum genel olarak böyle efenim. Amerikan güreşine biraz ilginiz varsa ve/veya Orange is the New Black'i seviyorsunuz zaten bir bakıverin 'ama' bunların şart olmadığını yine belirtmiş olayım. Yaz vakti kafanızı dağıtacak bir dizi arıyorsanız da aklınızın bir kenarında dursun 'ama' içinde dramaya dair bir şeyler olduğu da bulunsun. Kendinizi gülmeye odaklamazsanız sevinirim, 'o derece' bir komedi değil. Kablolu kanalların yarım saatlik komedileri gibi. Kendince farklılık barındıran türden bir yapım olmuş. Ekrana geldiği de iyi olmuş...