Netflix
orijinal içerik alımlarında el attığı her mecraya yön vermeyi,
seyircilerin izleme alışkanlıklarını değiştirmeyi hız kesmeden
sürdürüyor. Orijinal dizileri
House of Cards, Orange is the New Black ve Marvel’la yaptığı
toplu dizi anlaşmasıyla adından söz ettiren; neredeyse her yerden
erişilebilir hale geldikten sonra üye sayısını hatırı sayılır şekilde
arttıran ve dışarıdan bakıldığında sanki hiç bitmeyecekmiş
gibi gözüken alım bütçesini sinemaya çeviren Netflix sinefillerin dört
gözle beklediği filmleri birer birer renklerine bağlamaya devam ediyor.
Elbette
ki bu gelişmeler çok sayıda soruyu da beraberinde getiriyor. Yıllar
önce tüm bölümlerin tek seferde yayına verilmesi, izlenme bilgilerinin
paylaşılmamasının
oyuncular ve sektör açısından etikliği gibi konuları dizi dünyasında
tartışmıştık. Artık sinema dünyasının dilinden de Netflix uzun süre
düşmeyecek gibi görünüyor.
Netflix
alım ekibi dünyanın saygıdeğer festivallerini dolaşıp seyircinin
kalbini kazanan, ödülleri silip süpüren filmlerin peşine düşüyor. Sadece
bununla da kalmıyor,
Martin Scorsese gibi önemli yönetmenlerin de filmlerini daha çekilmeden
satın alıyor. Gelen haberler Netflix’in dahil olduğu tüm satın alma
pazarlıklarında rakiplerini epey terlettiği yönünde. Dünyanın en zengin
içeriğini kullanıcısına ulaştırmayı hedefleyen
kurum, her kesimden seyircinin ilgisini çekebilecek içerikleri kapmak
için elinden geleni yapıyor. Buna her türden, başka bir yerde
izlenemeyecek sinema filmi de dahil.
Sinemaseverlerin
aklına ilk gelen soru, bu önemli filmleri beyazperdede izleyip
izleyemeyeceğimiz? Tutkulu sinema seyircisi heyecanla beklediği filmleri
dev beyazperdede
göremeyecek olmaktan dolayı mutsuz. Hatta Netflix gibi mecralarda çıkan
filmleri hor görme eğilimini bile gözlemlemek mümkün. Türkiye gibi
vizyon takvimi filmlerin yurt dışı çıkış tarihlerine göre epey geriden
giden bir ülkede bir filmin tüm dünyayla aynı anda
erişilebilir olması çok olumlu bir gelişme. Festivallerin tekelinde
gelişen nitelikli film izleyebilme hali Netflix gibi şirketlerin
zincirleri kırmasıyla seyircinin canını sıkmamaya başlıyor. Artık
sevdiğimiz bir yönetmenin filmini görebilmek için Oscar sezonunun
geçmesini ya da İKSV’nin bilet almaya çalışırken kabir azabı
çekeceğimiz bir sonraki festivalini beklememiz gereken günler geride
kalmak üzere. Asla bütçesini toplayamayacak, hiçbir yapımcının el atmaya
cesaret edemeyeceği konular işleyecek, çok küçük bir
kitleye hitap edecek filmleri yapılabilir kılmak bence bir filmi illa
sinemada izlemekten çok daha önemli. At gözlüklerinden oldum olası hiç
hoşlanmamışımdır zaten.
Denklemin
öteki ucundan bakacak olursak sinema sahiplerinin endişesi bizimkinden
daha büyük. Bilet fiyatları gittikçe artarken ve seyircilerin o rahatsız
koltuklar,
bir türlü kapanmayan ve karanlık olması gereken salona ışık sızdıran
kapılar, sinema adabını bir türlü öğrenememiş kahrolası seyirciler,
çıtır çıtır mısır patlakları ve iletişime kapalı hizmet sektörü
çalışanları, maddi durumla orantılı olarak evde 4k çözünürlükte
film izleme ihtimali varken maruz kalınan berbat görüntü ve ses
kalitesi gibi bir çok soruna tahammülü sıfırlanmaya yakın. Amerika’da
vizyon tarihiyle aynı anda kirala-izle gibi servislere düşen filmlere
karşı trip atmayı tercih eden ve salonlarda yer vermeyen
işletmeler peydah olurken akla değişime ayak uyduramayan yapıların yok
olmaya mahkum oluşu gelmiyor değil. Orta yolcu bir dünyada yaşadığımız
düşünülürse seyircilere her türlü imkanın sunulması; isteyenin salonda,
isteyenin evinin salonunda film izlemesi en
iyi çözüm gibi geliyor. Ekonomi bu yeni düzene ayak uyduracak ve illa
ki kendi imkanlarını yaratacaktır zaten. Bugüne kadar hep böyle olmadı
mı?
Bir
diğer sorun da vizyon yüzü görmemiş filmlerin festivallere kabul
ediliyor olması. Bakış açısına göre TV filmi muamelesi görme ihtimali
olan bu filmleri, arkasındaki
büyük isimlere rağmen sinema salonları için çekilmiş diğer ürünlerden
ayrı tutmak isteyen bir kesim şu an sesini her platformda duyurmaya
çalışıyor. Sınırsız gözüken kaynaklarıyla düşman çatlatan, okları
üzerine toplayan Netflix bu konuda da birçok kesimi
karşısına almış durumda. Tıpkı birkaç yıl önce dizi sektöründe yaşadığı
gibi oyuna yeni giren ve cakasıyla eski, yorulmuş takım arkadaşlarınca
sevilmeyen genç nefer muamelesi görüyor, yeniden. Oscar, Emmy, Altın
Küre, Altın Palmiye… Hiçbirini Netflix’e koklatmamak
için ant içen, duvarına Netflix logosu asıp üzerine dart atan kişiler
gözümde canlanıyor. Bir daha En İyi Belgesel Oscar’ını bir belgesel
dizisine kaptırmamak için gerekli önlem geçtiğimiz aylarda alındı. 2018
yılında Cannes Film Festivali’ne Fransa’da vizyona
girmemiş filmler yarışma dahilinde kabul edilmeyecek. Netflix bunun
önüne geçmek için filmlerini bir haftalık sınırlı gösterimlerle vizyona
sokabilir, eline yapışmaz. Karşı cephenin tutunduğu prensiplerin aksine
kendi prensipleri doğrultusunda sadece Netflix
üzerinden işi yürütmenin alemi yok.
Yukarıda
da bahsettiğim gibi, işin özü orta yolu bulmada. Hem saf sinema
seyircisi çok sevdikleri beyazperdede benim gibileri tatmin etmeyen
şartlarda film izlemeye
devam edecek, hem de Netflix ödüllerin ve rakiplerinin ensesine
nefesini solumaya…
English version